Önce ekonomik meselelerden kısaca bahsedelim.
Asgarî ücret 1603 TL oldu. Hükümet, iktidarları boyunca asgarî ücret artışlarını enflasyonun altına düşürmediklerini açıkladı. Fakat asgarî ücret eskiden beri seviye olarak yetersiz. Bu para ile nasıl yaşanır, gariplere sorulmalı. Aslında yaşanmayacağını hepimiz biliyoruz.
Faiz belasından çok çektik, çekmeye de devam ediyoruz. Mesela, faizleri bir puan eksiltmek kötüyü azaltmak mânâsına iyi ama kökten çözüm değil. Çünkü kökünü kurutmadıktan sonra tekrar neşvünema bulabilir. Zaten faiz hiç bir yere gitmiş değil; mesele sistem sorunu. Batı ile hesaplaşmanın hızlandığı bu dönemde, kapitalist yoldan sanayileşme ve kalkınma, faiz ve gelir dağılımı gibi her meselenin tartışılması ve bizce çözüm yollarına odaklanılması gerekiyor; yerli ve millî olarak çözümleri ortaya konmalı. Yani, sadece karşı olmak değil, teklif ve pratiğini de göstermek gerekiyor.
Türkiye büyümesine devam ediyor. İstihdama yönelik adımlar atılıyor ama, işsizlik rakamları yine yüksek. Yüzde 13 olan işsizlik oranı, bir-iki puan düşmüş. 13’e göre 12 veya 11 iyi, ama genel olarak bakınca değil. Bu kıyas faiz mevzuunda da yapılabilir; faizin bir-iki puan düşmesi kesin çözüm değil mânâsına. Fakat şu söylenebilir ki, Türkiye’nin iç ve dış kıskaca karşı büyümesini sürdürmesi ve ekonomisinin ayakta durması olumludur. Ama yapıcı ve köklü olmalı, kendi temel ve dinamiklerine dayanmalı.
Faizden nemalanan vampirler yerinde kaldıkça tehlike geçmiyor demektir. Bir dönem daha az kan emdiler diye mesela 100 cc. yerine 90 cc. emmelerine yüzde 10 düşüş var diye sevinmek ne derece doğrudur? Olumlu gelişmeleri alkışlıyoruz ama sıtmaya razı olunmamalı, çare ve tedavi peşinde didinmeli diyoruz. Tabiî bürokrasinin yapacağı iş değil bu…
Hem ensesi kalınlar yerli yerinde hem de Ak Parti kadrolarında ensesi kalınlara katılma hevesi ve arzusu rahatsız edici boyutlarda... Yemeyenlerin (yiyemeyenlerin) gözü âdeta yiyenlerde. “Hayırda yarışınız” ölçüsü âdeta tersine dönmüş, şerde yarış haline gelmiş. Ne zaman ki para (dünya) sevgisi Allah ve Resûlü sevgisinin gerisinde kalır o zaman kurtuluruz. İlim, irfan, cihad ve yardımlaşmada yarışmalıyız. AK Parti’nin genel başkanı (Tayyip Erdoğan) bundan şikâyetçi ve partinin yerli ve millî ruha tekrar dönmesi gayretinde. Bu da aşk, ideal, fikir ve sistem demek...
Dahili de ilgilendiren haricî politikaya bakalım. Bu arada içimiz burkularak hatırlayalım. Mekke, Medine, Kudüs, Şam, Bağdat’ın yakın geçmişte İslâm davası adına bekçisi bizdik. Bu misyon bizi bırakmadı, göreve davet ediyor. Kudüs vesilesiyle, Fahreddin Paşa’yı öğrendi bir çok kimse. İslâm’ı, tarihi ve emperyalizmi tanımadan ve Baas artığı ucuz Arap milliyetçisi ağzıyla konuşan BAE Dış İşleri Bakanı’nın bize yönelik “hırsız” ithamının altında yatan sebeb Türkiye’nin yükselen antiemperyalist yıldızıdır. Bu kukla devletler de Arap milliyetçiliği söylemi altında emperyalistlere hizmet ediyorlar. İslâm ümmetine başta ABD olmak üzere küfrün topyekûn saldırdığı bu demde bu ağızlar çekilmiyor, Baas artığı Amerikan mezesi kafaların yaşama şansı yok aslında. Onları besleyen ABD emperyalizmi de zorlanıyor artık. Amerika’nın Ortadoğu’ya bilfiil gelmesi işlerin yolunda gitmediğine alamet. Kudüs’ü başkent tanıması da sıkışan İsrail’e bir ileri adım olması içindi. Bu kukla devletçiklerin, başta Suudi Arabistan olmak üzere, Filistin, Suriye, Kudüs mevzuunda ne yaptıkları malûm.
İran’ın Ortadoğu’da yaptıkları ise tamamen Şii mezhepçiliğidir, bölgeye daha çok fitne sokmaktır. Bunun farkında olan Amerika, Irak’ta vs. yerlerde Şiileri güçlendirmiştir. İran Fars milliyetçiliğinin yayılma aracı olarak Şiiliğe sarılmıştır. Mesela İran Azerîleri Şiî olmasına rağmen iktidarın kilit noktalarına gelemezler. İran tarih boyunca olduğu gibi İslâm ümmetini arkadan hançerleyen rolünü bu kritik demde de icra etmektedir. Her şey aslına irca ediyor. Fatih’ini ve Yavuz’unu bekleyen Türkiye!
Mevlana’nın bir sözünü hatırlatalım: “Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşırlar.” Milliyetçi-ırkçı söylemlerle bir yere varılamadığı gibi İslâmcılığı duygu, düşünce ve irade birlikteliği olarak algılamak gerekiyor. Hepimiz Müslümanız demeyle olmuyor: Duygu düşünme ve irade muztaribliği gerekiyor.
Dünkü emperyalist oyunları bilmek, bugünkü emperyalist oyunları deşifre etmek için önemlidir. Hilâfeti İngilizler M. Kemal’e nasıl kaldırttı? Fahreddin Paşa’dan bahsetmişken, hemen sonrasında olan hadiselere de projektörümüzü tutmalıyız.
Abdülhamid Han’ı deviren İttihat ve Terakki çetesi idi, imparatorluğu batıranlar da onlar idi. Padişaha sadakat temeli ile yetiştikleri ordunun silahlarıyla komitacılık yapıp millete ve padişahlarına ihanet içine girmişler, tarihinden, kültüründen utanan soysuz ve haramzade olmuşlardır. Cumhuriyet rejimini de bir oldu bitti ile kuranlar, İttihatçı veya İttihatçı gelenekten gelenler idi. Ve muhalifler İstiklâl Mahkemeleri ile susturulmuştur.
I. Meclis’te M. Kemal’e muhalif kanat olan ve Millî Mücadele çizgisine ve Misak-ı Millî sınırlarına hem madden hem manen M. Kemal’den daha fazla bağlı olan II. grubun hem katkıları hem nasıl tasfiye edildikleri bilinmelidir. Keza milletimizden saklanan Millî Mücadele kahramanları paşalar da. Sakallı Nurettin Paşa, Mersinli Cemal Paşa ve öbürleri. “Tek adam” propagandasına âlet olmadan konuşmak gerekiyor. İşin ehli neden her şeyi vuzuha kavuşturacak şekilde konuşamıyor? Bugün neden “yeniden millî mücadele” vermek zorunda olduğumuzun sebeblerine inebilmek için bunları hatırlatıyoruz. Yoksa kimseyi karalamak veya siyasî polemik yapmak niyetinde değiliz. Zaten Kemalizm ümit olmaktan çıkalı çok oldu, bütün şanslarını yitirdiler.
Kör Batı taklitçisi ve kör İslâm düşmanı olan İttihat ve Terakki zihniyeti (günümüzdeki uzantısı CHP’ye denk gelir) ülkemizin yükselmesi önünde sökülüp atılması gereken bir tıkaçtır. Üstad’ın tabiriyle, “CHP şekavet ocağı”dır. “Çağdaş Batı” (dikkat edin İslâm gerici oluyor) söylemlerini ağızlarından düşürmeyen, sol artıklarını yanında toplayan, NATO’cu ve Kemalist orducu olanların üniversite, iş çevreleri, ilim ve sanat dalları vesairede güçlenmeleri, bizim Kudüs, Filistin, Arakan, Bosna vesaire davalarına el atmamıza engel teşkil eder. Kendi evimizi temizlemeden dışarıya katkımız zor olur. Fiil de gerekli, bunu 15 Temmuz’da gördük, ama süreklilik açısından kültürel inkılâba işaret ediyorum. Dostlar alışverişte görsün cinsinden toplantılar ve sivil toplum kuruluşları faaliyetlerinden bahsetmiyorum.
Dünya şartları da -en son Kudüs- bizi aslımıza, yani İslâm’a dönmeye davet ediyor. Her ne kadar hâlimiz bu keyfiyette olmasa bile, iyi hasletlerimizi canlandırarak (aşka gelerek) uzun mesafeleri kısa zamanda almamız mümkün. Hatta bu durum yakîn-kesin olarak gözüküyor. Bu misyona ne kadar şuurumuz var, bu ayrı mesele!
Şimdi Batı ve ABD’ye karşı millî savaşı yürüten (bu pozisyonu koruduğu müddetçe desteklediğimiz ve destekleyeceğimiz) Ak Parti lideri, daha 10 sene önce “siyasal İslâm bitti” demişti. Halbuki şimdi, değil Türkiye’de, dünyada siyasal İslâm’ın sözcüsü konumunda.
Burada yakın geçmişteki hadiseleri kısaca değerlendirelim. İBDA mihrakı hadiseleri senelik değerlendirmekten ziyade, dönem dönem değerlendirir. Biz de bu usulü takip edeceğiz. 12 Eylül öncesi sol güçlü olmasına rağmen tükenişe geçmiş, GÖLGE ve AKINCI GÜÇ’ün ihtilâlci çıkışları sayesinde İslâmcı hareket işi dengelemeye başlamıştı. Üstad Necib Fazıl ile Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun buluşmasının ardından “Yeni Dostlar” başlığı ile yayınlanan Raporlar’da Salih Mirzabeyoğlu’nun yazıları yayımlanmıştı. İslâmcı hareket, 12 Eylül sonrası yükselişe geçmiştir. 12 Eylül darbesinde askerî kışlalarda işkence gören Akıncı Güç kadrolarını da burada hatırlatalım. Keza 1990 yılında Nokta dergisinin kapağında S. Mirzabeyoğlu’nun mesajı İBDA Cephelerinin (Ak-Doğuş, Taraf, Ak-Zuhur vs.) zuhurları ile İBDA hareketi 90 öncesine olduğu gibi sonrasına da damgasını vurmuş ve 28 Şubat 1997 kararlarına gelinmiştir diyebiliriz. Kanun yolu sonuna kadar kullanılırken, kanunların İslâm’a ve Müslümanlara irtica ve terör dediği yerden kanun dışı yolu seçilmesi de (bağımsız cepheleşme icabı) tercih meselesidir. 28 Şubat’a direnen başka faktörler de vardır ama biz istikrarlı ve yön verici bir hareketten bahsediyoruz. Akabinde 1999 Metris isyanları ile “Müslümanlar Dik Durun Karşınızda Leşler Var!” çağrısı, 28 Şubatçıları akamete uğratmış, Ayışığı, Yakamoz, Ergenekon vs. darbe plânlarından ibaret bırakmış ve 28 Şubat’a muhalefet söylemi ile iktidara gelen (ama uzun müddet bunun için bir şey yapmayan) Ak Parti vesilesi ile bu darbeciler veya darbe teşebbüsü yapanlar tasfiye edilmiştir.
Görüldüğü üzere İBDA’nın yıllar önce işaretlediği hedefler bir bir tahakkuk etmiş, kemikleşmiş düşmanlar tasfiye edilmiştir, İslâm inkılâbının yolu adım adım açılmıştır; Büyük Doğu davası Üstad’ın vasiyetine uygun gediğine konulmuştur. Bu arada hatırlatalım 1990’ların başından itibaren İBDA hareketi Fetullah Gülen’i de “Fettoş” diye damgalamıştır. Bunun evveli de var. 1977 yılında GÖLGE kadrosunun öncülüğünü yaptığı İstanbul Yüksek İslâm’da başlayan ve öbür illere de sirayet eden boykotlarda Fetullah Gülenci grupların boykot kırıcılığı yaptığı ve kendilerine eylem uygulandığı da bilinmektedir. Geç dahi olsa Fetullah Gülen mevzuunda da İBDA’nın istediği noktaya gelinmiştir. Son yıllarda olan hâdiseler (15 Temmuz gibi) ne kadar önemli adımlar atıldığına ve hızlı bir şekilde uzun mesafelerin alındığına işaret. Batı ve ABD ile ilgili tesbitler ve onların bugünkü açmazları da İBDA mihrakında yıllar önce işaretlenmişti. Tesbitlerimizin her birini teferruatlandırmak ve tahlil etmek mümkün olmasına rağmen konuyu uzatmamak için girmiyoruz. Kısaca çerçevelediğimiz bütün bu hususları şunun için anlattık: Nereden geldiğini bilmeyen, nereye gideceğini de bilmez.
Baran Dergisi 573. Sayı
01.04.2018