Şer’i cezalarda caydırıcılık esastır ve İslâm rejiminde sivrisineklerden ziyade bataklık kurutulur. Tabiî ki bu cezalar kötülüğe giden yollar kapatıldıktan ve gözü günahta değil, gözü sevapta ve hayırda bir nesil yetiştirildikten sonra hâlâ yapan olursa en büyük adalet olarak acımasızca uygulanır. Zira İslâm idaresi bilir ki mikroba merhamet hastaya (topluma) merhametsizlik demektir.
Gözü günahta bir toplum haline geldik veya getirildik. Bu mevzu, bir gözü günahta bir gözü sevapta şeklinde de ifade edebilir. Bir eli Kur’an’da bir eli affedersiniz başka yerde olan çelişkili bir hal. Bu halin sonucu hibrit (karışık) bir nesil doğuyor Zihniyet olarak da hibrit. Mesela bir yanda tasavvuf var, bir yanda selefîlik var. Zıtları bir arada yaşatmaya çalışan bölünmüş bir anlayışla karşı karşıyayız. Kendini hak ve hakikat kutbuna tam veremediği ve böyle bir iradeyi gösteremediği için böyle bir bölünmüşlük yaşıyor ve içinde güya bir uzlaşmaya gidiyor. “Kendi” olmakta zorlanan bir nesil var karşımızda. Çelişkili olduğunu bile bile muvazaayı tercih ediyor.
Gözü günahta olmaya bir misal verelim. Mesela hırsızlıklar, yolsuzluklar oluyor. Bunları kınıyoruz. Ancak dikkatimi çeken bir şey var. Kınayanların bir kısmı bu hırsızlık ve vurgunu kendi yapamadığı için kınıyor. Yani “Biz niye malı götüremiyoruz?” hıncı daha baskın oluyor. Öyle ki fırsat bulsa kendisi daha âlâsını yapacak. Maalesef toplumumuz bu hale geliyor.
Pragmatist ve çıkarcı bir hayat tarzı toplumun hücrelerine kadar yerleşti. Artık samimiyet, Allah korkusu, fedakârlık gibi değerler gittikçe zayıfladı, kaybolma eşiğine geldi. Bugün ilim okuyan bunu mücerret ilim veya vatana-millete, dine-imana hizmet için yapmıyor. İlmi bir meta, bir ikbal vasıtası olarak görüyor. Maalesef dinî ilimler de buna dahil oldu. Mesela üniversitelerde ilim, akademik kariyer ve mevki-makam için yapılır oldu. Hak-hakikat veya mücerret ilim haysiyeti için yapılmıyor. Yapanlar ise istisna seviyesinde azınlıkta.
İdealist azınlığı bir kenara koyarsak, bu ülkede siyaset yapanların çoğunun amacı, bir fikri temsil etmekten ziyade koltuklarını koruma ve iktidarın nimetlerini kapmak oluyor, “hizmet” söylemi ise bunun kılıfı oluyor. Öyle ki iktidar makamları kaymak yeme yeri olarak görülüyor. Bu anlayış halkta da yaygın. Bir akrabası siyasî makamlara gelse hemen ondan menfaat elde etmek isteniyor, bu çok tabii olarak görülüyor. İş o hale geldi ki artık günümüzde kimse kolay kolay liyakatiyle bir işe giremiyor, hatır ve torpil şart oluyor.
Siyasî partiler ve belediye başkanları, iktidar nimetlerini yer ve birbirleriyle “sen yiyeceksin, ben yiyeceğim” şeklinde pasta kavgası yaparken, aşağıdakiler de bu hırsızları, eskiden “defolun lan başımızdan!” diye izlerken, şimdi, “biz niye yiyemiyoruz lan, bize pastadan ne düşecek?” diye izliyor. Biz burada siyasete hâkim olan ahlâkî ifsada dikkat çekmek istiyoruz. Siyasetin kritik durumlarda ideolojik muhtevaya büründüğünü, laik-Müslüman, Türkçü-Kürtçü şeklinde tezahür ettiğini görüyoruz ve fikre bağlı siyasetin gerekli olduğunu savunuyoruz. Bu vesileyle gelişigüzel eleştirilen 1980 öncesi sağ-sol kavgalarında bir ideolojik muhteva olduğunu da hatırlatalım.
Menfaat ilişkisi o kadar yaygın bir hal aldı ki arkadaşlıklar da menfaat veya nefsaniyet temelinde oldu. Hatta baba-evlat, karı koca ilişkileri de menfaat ilişkisine döndü. Tabii böyle bir ortamda evleri “yuva”ya döndürmek zor, çünkü aile müessesesine uzanan bir zarar söz konusu. Bütün bu olumsuz tabloya rağmen gönüldaşlık ve dava ilişkisini en yukarıda tutmaya çalışan İBDA gençliğine de saygı duymak gerek. Üstad Necip Fazıl ve Kumandan Mirzabeyoğlu’nun izinden gidenler için geçerli bir haldir bu.
Bir cinayet haberi vesilesiyle bazı şeyler söylemek istiyorum. Narin yavrucağın cinayeti toplum tarafından aylarca televizyon başında izlendi. Cinayeti sanki biz çözecekmişiz gibi ekranlar karşısında kilitlenip kalınması bana pek sağlıklı görünmedi. Zira bu cinayet vesilesiyle televizyonlarda ahlâkî bir nasihatte de bulunulmadı. Bu cinayeti aylarca izlemek, masum yavrucağa duyulan merhamet mi, yoksa cinayete ve yasak aşka duyulan merak mı? Görünüşte birincisi, gerçekte ikincisi. Burada yasak ilişki ve cinayetin detaylarının sadistçe merakı devreye girdi ve yavrucak Narin işin bahanesi oldu. Böyle cinayet ve zina haberlerini günlerce takip etmek sağlıklı bir topluma işaret değil. Bilakis gözü zina ve cinayette olan bir topluma işaret. İsmail Kılıçarslan’ın “Ölüm pornografisi yahut her şeyin kısaca izahını isteyen aptallık” başlıklı yazısı toplum olarak hastalıklı yapımızı bu hadise üzerinden ifşa etti. Bu meşum hadisede, çirkin fiil zinayı örtbas etme gayretinin cinayete yol açtığı görüldü. Bu çirkin hadise vesilesiyle şeriatın ceza hükümlerinin hak olduğu bir kez daha anlaşıldı. Ancak bunlar konuşulacağına magazin ve merak duygusunu tahrik edici şeyler konuşuldu. “Demokratik medya” da bundan nemalandı. Aslında bu bir istismarcılıktır, halkın menfi manada merak ve tecessüs (ayıp araştırma) duygularını pazarlamak suçtur, suç olmalıdır.
Şimdi soruyorum. Popüler kültür ve reyting uğruna milletin cinayet ve sapık ilişkiyi merak duygusunu devamlı gıcıklamak niye suç değil! Basın özgürlüğü falan filan diyenler olabilir. Kötülüğe özgürlük olur mu, bu basbayağı suç! Müeyyidesi olmalı! Tolstoy, Kroyçer Sonat eserinde soruyor, “Nasıl ki bir adamı hipnotize ederken ona cinayet işletmek suç ise kötü müziğe müsaade etmek niçin suç değil?” Eğer hiçbir ahlâkî ilke tanınmayacaksa yüz dolara ülkeyi satacak gençlere de taaccüp etmemeli! Ne ekersen onu biçersin!
Tüm değerlerden ve İslâm ahlâkından soyutlanmanın sonucu çıkarcı ve bozulmuş bir topluma döndük. Para ve mevki-makamdan başka bir amacımız neredeyse kalmadı. Öyle paraya endeksli bir toplum olduk ki mesleğini dürüstçe yapanları tenzih ederek söylüyorum, beyaz yakalı olmaktaki amaç, mesleği sevmek, ülke insanına hizmet etmek gibi bir ideal değerden kaynaklanmıyor. Bilakis acımasızca bir kapitalist zihniyetle iyi bir yere gelme hırsından kaynaklanıyor. Mesleğini dürüstçe yapanlara ise her zaman saygı duyulmalı. Ben burada ahlâk eksikliğini ve bunun doğurduğu korkunç bir zihniyeti eleştiriyorum.
Ahlâkî bir uçurumda olduğumuz kabul edilen bir husus iken rejimin anayasasının ahlâkı ifsat eden maddeler ile dolu olduğunu ifade etmek zorundayız. Kestirmeden söyleyeyim. Bizim anayasamız din, iman, Allah, peygamber gibi hiçbir mukaddes değer tanımıyor. Bizim anayasamız hangi ahlâkî sisteme bağlı olduğunu bana söyler misiniz? Devamlı vurguladığı Atatürkçülük ve laiklik nedir? Atatürkçülük ve laiklik diye bir ahlâkî sistem olur mu? Olursa böyle olur! Tekerleme gibi devamlı laikliğe vurgu yapılacağına neden İslâm ahlâkına vurgu yapılmıyor? Hukukçu Hasan Fehim Üçışık’ın (Arvas), Aylık Baran dergisi Ekim 2024 tarihli 32. sayısındaki röportajında Anayasanın başlangıç bölümünde ve 174. maddede yer alan, “çağdaş medeniyet seviyesine ulaştırma amacı” ifadesini kastederek, “Anayasasında “Biz geri kalmış bir milletiz” yazan devlet olmaz!” ifadelerindeki haklı eleştirisine ne buyurulur? Batının değerleri mi bizim ahlâkî değerlerimiz olacak ve olmaya hâlâ devam edecek? Hiçbir aklı başında ve namuslu insan bunu gönülden kabul edemez!
Beyaz yakalılardan oluşan Yenidoğan Çetesi bize çok şey söylemeli. Bir kere Allah korkusu vermeden sırf diploma ve makam için yetişen nesillerin tehlike içinde ve toplum için tehdit unsuru olduğu kabul edilmeli. Hayatın bir anlamı olmalı ve ona göre yaşanmalı. Yenidoğan Çetesi işi kitabına uyduramadığı ve ifrata kaçtığı için yakalandı. Halbuki onların zihniyetinde ve meslek ideali dahil hiçbir ideali olmayan bir kitle var. Bu durum, hak ve adaleti çok rahatça parayla satan adlî teşkilâtta da gözleniyor. Açık yüreklilikle şunu söyleyelim ki Yenidoğan Çetesi aysbergin görünen yüzü.
Burada parti eleştirisi yapmak niyetinde değiliz, ancak iktidardaki partiye seslenmek ve faturanın ağırlıklı kısmını onlara kesmek zorundayız. Ak Parti toplumu kendisiyle beraber ruhsuz, gayesiz, çıkarcı ve seküler bir hale getirdi. Yirmi beş senedir iktidardasın, bu sürede yepyeni bir nesil yetişir. Nerede Ak Parti nesli? Mevki makam sevdasıyla cebini dolduranlara ve 25 seneyi böyle geçirenlere yazıklar olsun! Ak Parti’nin lideri ve etrafında kalan yarım avuç temiz adamı istisna ederek sormak zorundayız. Toplumu mu Ak Parti bozdu, toplum mu onları bozdu? Tabii ki kötülüklere uyan suçludur, ancak toplumun başındakiler toplumdan daha suçludur. Zira toplum genelde başındakilere bakarak bozulur.
Yazımın başlığını bana ilham eden rahmetli Necip Fazıl’ın tekrar okuduğum “baş eserim” dediği İdeolocya Örgüsü eseridir. Üstad “Mümin-Kâfir” eserinde ise Şeriat’ın emir ve yasaklarının yani zina edenin taşla öldürülmesi ve hırsızın kolunun kesilmesinin medenî hayatta tatbiki kabil şeyler olmadığını söyleyen “Kâfir”e karşı onu kendi açmazıyla şöyle yakalar:
“İslâmî ceza ölçüleri içinde, aklınız ve nefsinizce en acı ve tahammül edilemez gördüğünüz zina ve hırsızlığın cezasını medenî hayata tatbik edilemez farz ederken, zina ve hırsızlığın medenî hayat için bir zaruret olup olmadığını bildirir misiniz?”
Şeriat emir ve cezalarının bu devirde uygulanamaz olduğunu iddia etmek, modern hayatta zina ve hırsızlığın vazgeçilmez olduğunu söylemek demektir. Böyle düşünmek herkese zânî ve hırsız demek olup bu ise tüm namuslu insanlara hakarettir. Demek ki seküler/modern hayatı toptan reddetmeli ve İslâm’ın güzel ahlâktan ibaret olan yoluna girmeliyiz. Gözümüzü ve gönlümüzü iyi-doğru-güzel ile doldurmalıyız. Unutmayalım ki dervişin fikri neyse zikri de odur.
Medenî denen milletlerin kanunlarında cinayet, hırsızlık gibi fiiller suç olsa bile bu suçlarla görünürde mücadele ediliyor, ancak sistem içki, zina, kumar, cinayet vs. her türlü sapkınlığı besliyor. Eğitim sisteminden siyasete kadar bunu görüyoruz. İslâm ise Üstad’ın ifadesiyle, “meseleyi samimiyetle kucakladığı için onu kökünden kurutucu tedbirleri getirmiş, ilacın mikrop besleyici değil, öldürücü olduğunu göstermiş bulunuyor.” İslâm’ın ceza emirlerini ağır bulanlar, bir kişiye acımak uğruna cemiyeti feda ediyor ve suçlular da gittikçe çoğalıyor, acı meyve herkesi zehirliyor.
Batı markalı laikliğin içki, kumar, zina vs. fiillerin destekçisi ve koruyucusu olduğu, bunun ise ahlâkın temeline dinamit koymak demek olduğunu bütün namuslu insanların anlaması için daha ne kadar bekleyeceğiz ne kadar acı çekeceğiz? Üstad’ın fikirlerini ve onun Başyücelik Devlet ve İdare Mefkûresini görmezden gelmeye daha ne kadar devam edeceğiz? Bu arada hatırlatalım: Atatürkçülüğün üç sac ayağı vardır: Osmanlı düşmanlığı, laiklik ve içki. Bunlardan milletimize bir hayır gelir mi? Bir hayır gelmediği gibi bu üçü de şerlere tohum olur. Laikliğin “din ve vicdan hürriyeti” tanımının ise lafta olduğunu, hakikatte ve uygulamada laikliğin, “İslâm karşıtlığı” demek olduğunu vurgulayalım. Bunu ben değil, “Anayasamız” söylüyor. Kur’an’ın kefaletiyle, “Dinde (inançta) zorlama yoktur.” fermanı meydanda iken, laikliğin “din ve vicdan özgürlüğü” palavraları da ne oluyor? Şu oluyor ki Türkiye’de laiklik, içki içme ve alenî çiftleşme gibi günahların serbest dolaşımı demek olup bütün laik ağızlara söylenecek ise tek kelimedir: “Canınız cehenneme!”
Şer’i cezalarda caydırıcılık esastır ve İslâm rejiminde sivrisineklerden ziyade bataklık kurutulur. Tabiî ki bu cezalar kötülüğe giden yollar kapatıldıktan ve gözü günahta değil, gözü sevapta ve hayırda bir nesil yetiştirildikten sonra hâlâ yapan olursa en büyük adalet olarak acımasızca uygulanır. Zira İslâm idaresi bilir ki mikroba merhamet hastaya (topluma) merhametsizlik demektir.
Bu bataklık rejiminde bizler yani Müslümanlar olarak neler yapmalıyız? Her şeyden önce meseleye nefsimizi korumaktan öte bütüncül bakmalı, böylece laik sapkınların bizi hapsetmeye çalıştığı daireden çıkmalı, onların “özgürlük, hayat tarzı” söylemini “kötülüklere özgürlük olmaz, hakka ve hakikate tam özgürlük” diye ağızlarına tıkamalı ve bu ülkenin sahibinin Müslüman olduğu şuuruyla her şartta dik durmalıyız. Bunu cihat şuuruyla yapmalıyız ki Allah’ın bereket ve inayeti olsun. Dik duruşumuz ve hesap soruşumuzun neticesinde ise İslâm âleminin bizden beklediği rolü yerine getireceğimize imanımız tam olmalıdır. Zira yaşanmaya değer hayatla ilgili hiçbir tutarlı görüş serdedemeyen, nefsinin ve emperyalizmin oyuncağı olanların ülke hakkında söz söyleme hakları yoktur!
Aylık Baran Dergisi 33. Sayı, Kasım 2024