Çile ve hapis hayatına rağmen, Anadolu’yu bir ağ gibi örer, konferanslar serisiyle dâvâ taşını gediğine koyar ve yüz küsur eser verir.

(Bu makale, İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi’nin 06.06.2020 tarihinde online tertip ettiği Sosyal Bilimler Lisansüstü Öğrenci Kongresi’nde sunulan “Necip Fazıl ve Büyük Doğu Geleneği” başlıklı, beş bölüme ayrılıp Baran Dergisi’nde peş peşe yayımlanmış konuşmanın içinden süzülmüş üç bölümün ortak başlıkla takdimidir.)

Necip Fazıl ve onun Büyük Doğu geleneğinden bahseden bu çalışmada önce Necip Fazıl’ın yaşadığı dönem ve kuşaklar arası köprü rolü üzerinde durulmuştur. Verdiğimiz dönem tasvirinden de görüleceği üzere, İslâm’ın devlet plânından el çektirilmesi yanında bütün kültürel, estetik, gelenek vs. değerlerinin de yıkılması söz konusu olmuştur. İşte böyle bir ortamda zuhur eden Necip Fazıl, kuvvetli ve cezbedici fikriyatı yanında meydan yerine atılmasıyla İslâmcı mücadeleyi de başlatıcı olmuştur. Onun mücadelesi, eserleri ile birlikte bir bütün hâlinde tezahür etmiştir. Necip Fazıl’ın beslendiği kaynaklara inmek amacıyla gelenekte bağlı olduğu kol ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Gelenekte bağlı olduğu kolu incelerken getirdiği yenilik mevzuuna da yer verilmiştir. Zira Necip Fazıl hem geleneğe bağlı hem yenilikçi bir yapı arz etmektedir. Yine bu minvalde İslâm’da klasikleşen fıkıh, kelam ve tasavvuf geleneklerini kısaca izah edip Büyük Doğu’nun bunların içindeki yeri işaretlenmiştir. Büyük Doğu’nun üzerindeki tuğra ismin Esseyyid Abdülhakîm Arvâsî olduğuna ve İslâm’a muhatap anlayışın ondan beslendiğine de dikkat çekilmiştir. Üç başlık altında mevzu incelenmiş olup değerlendirme ve sonuç bölümüyle nihayetlendirilmiştir.

1. Necip Fazıl’ın Yaşadığı Dönem ve İslâmcı Mücadeleyi Doğurması

Bu bahiste önce Necip Fazıl’ın yaşadığı dönemin şartları ve Cumhuriyetle beraber kopukluk yaşayan İslâm neslini yeniden yoğurma gayreti anlatılacak ve daha sonra bu minvalde İslâmcı mücadelenin kurucusu olduğu hususuna dikkat çekilecektir.

Osmanlı’nın son döneminde doğan Necip Fazıl, Cumhuriyet’in ilânında 19 yaşındaydı. Necip Fazıl, İslâm ilim ve kültürünün Cumhuriyet devrimleri ile yasaklandığı ölü bir dönemde mücadelesini verdi. Müslümanlar tarihte ilk defa devletsiz kalmış, üstelik onun mısralarındaki gibi, “Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!” durumuna düşmüştü. Tarihin pek kaydetmediği bu zulme karşı gencecik bir delikanlı olan Necip Fazıl’ın henüz pişme aşamasında olduğunu söyleyebiliriz.

1928 yılında Harf İnkılâbı ile geçmişle bağları tamamen koparılmış olan Müslümanlar, İslâm ilim-irfan hazinesine yabancı kılınmıştır. Körü körüne bir Batı taklidçiliği başlamış, alfabesinden giyim kuşamına, hukukundan his dünyasına kadar Batı’dan kopya edilmiştir. Destanlık çapta bir düşüş yaşayan necip milletin hâlini, Necip Fazıl’ın Destan isimli şiirinde ölümsüzleştirdiği mısralardan verelim:

“Bülbüllere emir var: Lisan öğren vakvaktan;
Bahset tarih, balığın tırmandığı kavaktan!
Bak, arslan hakikate, ispinoz kafesinde;
Tartılan vatana bak, dalkavuk kefesinde!
Mezarda kan terliyor babamın iskeleti;
Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti?
Ah, küçük hokkabazlık, sefil aynalı dolap;
Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılap.” (Kısakürek, 2015, s. 407)

Sığ ve ucuz devrimlere dayanan Cumhuriyet rejiminin tek parti diktatörlüğü ile Müslümanlar sindirilmiş, şapka giymeyenler darağaçlarında sallandırılmış, Allah’ın kelâmı Kur’an’a varıncaya kadar İslâmî eserler yasaklanmış, ezan-ı Muhammedî susturulmuş, dil ile oynanmış ve kurbağacaya döndürülmüş, tarih hakkında destanlık yalanlar uydurulmuş, kutsal değerlere ve ecdada (Osmanlı) hakaretler edilmiş, Batı kültür ve yaşayışı maymunvarî taklid edilmiş, iktisadî olarak da halk yoksulluğa itilmiş ve Ankara’da burjuva sınıfı doğmuştur. Böyle bir hengâmede Necip Fazıl, sanatçılara has fildişi kulesini terkederek cemiyet meydanına atılmış, bütün bu haksızlıklara karşı milletin ve tarihin sesi olmuştur. Tarihin benzerini kaydetmediği bütün bu zulümlere karşı Büyük Doğu ismini verdiği manifestosu ile bütün oluş ve olamayışların hakikatini göstermiş, “İnanmıyorum bana öğretilen tarihe!” diyerek, milletin vicdanına tercüman olmuştur. Necip Fazıl, bu milletin iç sesidir. Onun için çok tutulmuş ve sevilmiştir. Dıştan gelen bir ses gibi algılanmamış; kuru bir propaganda olarak görülmemiştir.

“Şairler olmasaydı tarih ve medeniyet bilinemezdi” denmiştir. Tarihe tanıklık eden şairimiz Necip Fazıl bu sefer Muhasebe isimli şiirinde, cemiyetin tam tersi bir değişimini “ahşap ev” metaforu içinde şöyle mısralara döker:

“Üç katlı ahşap evin her katı ayrı âlem!
Üst kat: Elinde tesbih, ağlıyor babaannem,
Orta kat: “Mavs” oynayan annem ve âşıkları,
Alt kat: Kız kardeşimin “Tamtam”da çığlıkları.” (Kısakürek, 2015, s. 403)

Sosyal, siyasî ahlâkî bütün alanlarda tepetaklak olmuş bir cemiyette kendini idrak eden Necip Fazıl, muztarip bir entelektüel olarak, “Rahminde cemiyetin, ben doğum sancısıyım! / Mukaddes emanetin dönmez dâvacısıyım!” diyerek ortaya atılır. “Zamanı kokutanlar mürteci diyor bana” mısraları ile de irtica yaygaracılarına ilk muhatap olan kişi olduğunu anlıyoruz.

Devrimlerin seviyesini ve hâlâ süren heykel putperestliğini Muhasebe isimli şiirinde şöyle hicveder:

“Yeter senden çektiğim, ey tersi dönmüş ahmak;
Ve sonra kelimeler; kutlu, mutlu, ulusal.
Mavalları bastırdı devrim isimli masal.
Yeni çirkine mahkûm, eskisi güzellerin;
Allah kuluna hâkim, kulları heykellerin!” (Kısakürek, 2015, s. 404)

Beş asırlık tarih dilimiyle birlikte içinde yaşadığı 20. yüzyılı da muhasebe eden Necip Fazıl’ın tarih muhasebesi, işin ruhunu vermesi açısından çok pratik ve ufuk açıcıdır. İdeolocya Örgüsü eserinde “Tarih Hükmü-Nasıl Bozulduk” ana başlığı ve “İslâm Nasıl Bozuldu” alt başlığında beş dönemde inceler. Birinci dönemde Kanunî’den başlattığı bozulma alametlerini, ikinci dönemde vecd ve aşkını kaybetmek şeklinde 2-2,5 asırlık dönemi anlatır. Tanzimat’ın sahte ve köksüz çığırı üçüncü, Meşrutiyet’in şuurlu bozuluşu ve yıkılışı ise dördüncü dönem olur. Son dönem olarak ise bir oldu bitti ile kurulan Cumhuriyet rejimi anlatılır ve “Giden şey İslâm, gelen şeyse hiçti.” diyerek Kemalist devrimlere işaret edilir.

Necip Fazıl’ın kuşaklar arası köprü rolünden de kısaca bahsetmek istiyorum. Çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını Osmanlı Devleti’nin son devrinde idrak eden ve temel eğitimini Osmanlıca alan Necip Fazıl, gençliğini, yetişkinliğini ve eserlerini de Cumhuriyet devrinde vermiştir. Necip Fazıl, İslâm’a karşıtlık ve Batıcı temelde kurulan Cumhuriyet rejiminde mücadelesini vermiş ve ömrü bu ıztırap içinde geçmiş, hâl ve istikbâli bütünleyerek çağına damgasını vurmayı bilmiştir. Tabiî ki bu hâl, çok sancılı olmuştur.

Necip Fazıl, İslâm nesilleri arasında doğan kopukluğu giderici bir rol üstlenirken, yeni İslâm gençliğinin ihtiyacı olan duyuş, düşünüş ve davranışına dâir de öncü olmuş, ilke ve prensipleri ortaya koymuştur. Zira yaşadığı dönem böyle bir zarureti dayatmaktadır. Üstad, fiilî olarak kritik bir nesil döneminde zuhur ederken fikrî olarak da kritik bir vazifeyi yerine getirmiştir. Hem gelenekle bağı ihya etmiş hem de yepyeni bir fikriyat ortaya koymuştur. Her yüzyılın yenilenmesi ve yeni nesillere İslâm’ın yeniden sunulması şartı, bilhassa alt-üst oluşların yaşandığı böyle bir dönemi düşünürsek, Necip Fazıl’ın rolü ve mânâsını da daha iyi kavramış oluruz.

İslâmcı Mücadelenin Başlatıcısı

Cumhuriyet döneminde eserlerini ve mücadelesini vermiş olan Necip Fazıl, fikir, sanat ve aksiyon adamıydı. Bozulmanın tarihî köklerine (Kanuni’ye) kadar gidip beş asırlık tarih muhasebesini yapar ve Batı’yı da kritik ederek Büyük Doğu İdeolocyası ismi ile yeni bir toplum projesi halinde dünya görüşünü kurar. Hem fikirde hem fiilde İslâm’ın tekrar yükselişi için düşünce plânında sistemini kurarken yerine göre düşünceden önce gelen his dünyasını da inşa eden Necip Fazıl, “Gençliğe Hitabe”sinde ifadesini bulduğu üzere, Anadolu insanının iptal edilmiş hislerini iâde etmek üzere aksiyona da geçer. Necip Fazıl’ın ihyâ ve inşâ ediciliği güçlü bir his ve estetik temel üzerinde (imân öfkesi ve sanat çabası) bir dünya görüşü ile yükselmiştir. Onun gözükara ve devrimci mizacı ise İslâm’daki imân ve amel birlikteliğinin tezâhürü olmuştur. Aynı zamanda kurucu rolü gereği Cumhuriyet sonrası İslâmcı mücadelenin başlatıcısıdır. Hareketi fiilde ve fikirde hedeflendirmiş, istikametlendirmiş, dost ve düşman kutuplarını işaretlemiştir.

Üstad’ın, “Asıl ruh hayatımı, ruhumun kafa kâğıdını resimlendirmek isterdim.” tesbiti çerçevesinde yukarıdaki değerlendirmelere şunları ilâve edelim. Onun hayatını iki devreye ayırmak mümkündür: Esseyid Abdülhakîm Arvâsî Hazretleriyle tanışmadan önce (1904-1934) ve tanıştıktan sonra (1935-1983). Her ne kadar Efendi Hazretleriyle tanışmadan önce imân ve itikad sahibi olsa bile, onunla tanıştıktan sonra mihrakını bulmuş ve bu gaye uğrunda bir misyon yüklenmiştir. Ve Efendi Hazretlerinin vefatı ile birlikte 1943 senesinde Büyük Doğu dergi ve gazeteleriyle cemiyet meydanına atılmış, şeyhinden aldığı ilhâm ve istikâmetle yeni İslâm gençliğine vücut vermek üzere zuhûr etmiştir. Öyle ki Necip Fazıl’dan beslenmeyen İslâmcı bir münevver yoktur. Bu milletin ruh kökünü oluşturan ve Cumhuriyet devrimleriyle kurutulmak istenen dinî hayatını yeniden canlandırmıştır. Bu milletin mayasında Üstad vardır.

Çile ve hapis hayatına rağmen, Anadolu’yu bir ağ gibi örer, konferanslar serisiyle dâvâ taşını gediğine koyar ve yüz küsur eser verir. Büyük Doğu mektebine bağlı ve onu yürüten mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun Necip Fazıl’ın misyonunu çok güzel hülâsa eden şu tesbitini burada verelim:

“Beş asırlık tarih dilimimizle birlikte çağımızın nabzını yakalayan ve ideali aramayla toprağa bağlanma arasındaki bir berzâhta kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabını hakikatin hakikatine nisbetle heykelleştiren adam... İSLÂM’A MUHATAP ANLAYIŞ’ın dünya görüşünü örgüleştiren adam. Dâvânın aşkını, vecdini, diyalektiğini, estetiğini, dost ve düşman kutuplarını işaretleyen, hedeflendiren, istikametlendiren; İslâm’ı eşyâ ve hâdiselere tatbik edebilmenin “nasıl”ını çerçeveleyen adam... Bunun sembol şahsı Büyük Doğu Mimarıdır!” (Mirzabeyoğlu, 2015, s. 64)

Necip Fazıl’ın şiirlerini de, fikirlerini de, polemiklerini de, ferdî oluş ve arayış mânâsında “ben” demesini de, bir dönem bohem hayatını da onun misyonu ile birlikte düşünmek gerekir. Onu sadece bir usta şair veya kahraman diye anmak yetersiz olur. O, Esseyyid Abdülhakîm Arvâsî tarafından namluya sürülmüş bir kurşundur ve şaşmaz bir şekilde hedefini vurmuştur. Anadolu’ya ve İslâm âlemine kurtarıcı fikri teklif etmiş, İslâm büyükleri gibi derin izler bırakmıştır. Onun orijinalliği ise, sistem bütünlüğünde yepyeni bir ideoloji inşa etmesi ve buna göre Müslümanları şekil ve ruh olarak yoğurmasıdır.

2. Necip Fazıl’ın Gelenekte Bağlı Olduğu Kol ve Yenileyiciliği

Necip Fazıl, 100’ün üzerinde eser vermiştir. Hayatı ve mücadelesi ile eserleri at başı gitmiş, yaşadıklarını yazmış, yazdıklarını yaşamıştır. Zaman ve mekânı bütünlemek ve sahte devrimlere karşı hakikatin sesi olmak arzu ve iştiyakında olan Necip Fazıl, eserlerini “senfoni” olarak ortaya koymuştur. Bu senfoniyi çalacak orkestrayı (gençliği) yetiştirmek için de kendisi canla başla mücadele etmiştir. Necip Fazıl’ın baş eseri olan İdeolocya Örgüsü’nün “Orkestra, Senfonya ve Biz” bahsinde söylediği üzere…

Biz de bu bahiste öncelikle Necip Fazıl’ın bağlı olduğu köklere, bu köklerden getirdiği yeniliğe değinecek ve ardından Büyük Doğu’nun günümüze ne söylediğini ifade edecek, eserlerine bakacağız.

Gelenekte Bağlı Olduğu Kol ve Getirdiği Yenilik

Necip Fazıl, İslâm’ın özünü ortaya çıkaran ve başı sona bağlayarak önemli bir rol üstlenen biridir. Onda, Peygamber merkezli bir İslâm anlayışı esastır. Tasavvufu da peygamber bâtınına ulaştıran bir yol olarak görür, tarikat ve bazı şekillerden ibaret görmez. Onun Başbuğ Velilerden 33 eseri, şeyhi Esseyyid Abdülhakîm Arvasî’den başlayarak Allah Resûlüne kadar varan silsilesini menakıp kitaplarından farklı bir mânada anlatır. İslâm’ın hakikatini temsil eden Bâtın Yolu Kahramanları’nı kıvılcım kapılacak ölçüler hâlinde takdim eder.

Necip Fazıl, şeriat (fıkıh) ölçülerine bağlılığı esas alırken şeriate uymayan tasavvufu ise reddeder. O, İslâm’ın zâhir-bâtın birlikteliğini savunur, şeriat ile tasavvufu ayırmaz. Bu hususta onun örneği ilk nesil olan sahâbîlerdir. Peygamber ve sahâbîler onda ayrılmaz bir bütündür, fert ve toplum misali; tesbih tanelerindeki imame gibi. “Peygamber Halkası” kitabı buna dairdir. Asr-ı Saadet, en ileri toplumu temsil eder.

Şeriate (fıkha) bağlı olan Necip Fazıl, itikadda ve amelde Ehl-i sünnet çizgisinden taviz vermez. “Necip Fazıl, şeriatın zâhirine sımsıkı bağlı olurken, fıkhı nasıl yorumlamış veya hangi gelenek içinde anlamış?” diye sorulabilir. Necip Fazıl, fıkhı, kabuk bilgisi ve katı zâhirci mânâda anlamaya karşı çıkmıştır. İdeolocya Örgüsü’nde ham yobaz ve kaba softa ile sahte sofiler müstakil bahisler olarak yer alır. İlmin zâhirini tek başına yeterli görmemiş, zâhire de de sımsıkı bağlı olarak zâhir-bâtın birlikteliğini esas almıştır. Demek ki Necip Fazıl, şeriatın tek harfinden bile taviz vermez iken, onun bâtın yönünü de ikmal etmeyi esas alır. Ruhsuz bir dinin kuru bir ceset olduğunu vurgular ve dini hayata iman ve aşk boyutu ile canlılık kazandırmak ister. O’nun Toptaşı Cezaevi’nde iken yazdığı ve geleneğin yeni bir ruh ile ifadesi olan ilmihal tarzındaki İman ve İslâm Atlası eserinin alt başlığı onun mezcedici rolüne de işaret eder: “ŞEKİL-RUH, AMEL-HİKMET”. Kendisi eserin takdiminde bu hususu şöyle ifade eder:

“Şekille ruhu, amelle hikmeti, mezcetmek gayesini güttüğüm bu eserde, hem en emin “ilmihâl”i hem de en şaşmaz tefekkürü, en sağlam müşahhas üstüne en ulvî mücerredi bina edercesine mimarîleştirirken, tebliğci olmaktan ziyade telkinci olmaya gayret ettim.” (Kısakürek, 1981, s. 4)

Üstad Necip Fazıl’ın, zâhiri bâtından ve bâtını zâhirden ayırmaya karşı olduğu, şekil ve ruhu birlikte ele aldığı düşünülürse, onun misyonunun sıla üzerinde “zü’l-cenaheyn-iki kanatlı” olduğu ifade edilebilir. Şimdi ilim çevrelerince interdisipliner veya multidisipliner denen durum. Belki de onun yenileyiciliği ve değeri de buradadır. İslâm’a muhatap anlayış davasının nasıl’ını çerçevelemesini de bu noktadan idrak etmek gerekir. Disiplinlerüstü olarak anlayışı yenileyici mütefekkir rolü.

Fıkıh ilmi, âyet ve hadislerden hükümler çıkarma (yorumlama) şeklidir. Her Müslüman âyet ve hadislere mutlak olarak bağlıdır. Ancak herkes müçtehit olamayacağı için bir yorumlama şekline (müçtehit imama-mezhebe) tâbi olmuştur. Böyle bir tercih ile bütün Müslümanlar karşı karşıya olup herkes samimî olarak Hakka ulaştıran yoruma (mezhep-anlayış) tâbi olmak ister. Müctehid mezhep imamlarımız itikadî ve amelî ölçüleri billurlaştırarak bu ihtiyacı karşılamışlardır. İslâm mütefekkiri ve önderleri ise bu vazifeyi fikir ve siyaset alanında yerine getirirler. İlim sınıfını da himaye edecek fikir ve siyasetten kasdımız, siyaset-i şeriyyedir. Bu saha boş bırakılamayacak kadar önemlidir. Aslında bu bir görev bölümüdür. Şu meseleyi de ifade edelim ki, bu devirde İslâm devleti olmadığı için resmen ulema sınıfı da yoktur. Ancak Müslümanların gayretleriyle oluşacak ilim ehli her devirde vardır ve farz-ı kifaye olan bu vazife her mü’minin boynuna borçtur.

Öte yandan, “İslâmın ölçüleri ve kaynakları yerli yerindedir ancak onlara bakacak göz nerededir?” suali mühimdir. Hele hele devrimizde gelenekle bağın kasıtlı koparıldığı (Harf inkılabı ile bir gecede İslâm ilim ve kültür mirası âtıl bırakılmıştır.) düşünülürse işin ciddiyeti daha iyi anlaşılır. Müslümanların yeniden doğuş ve ilim-irfan mirasını ihya ediş çabası içinde olduğunu ve bunun esasen varlık-yokluk meselesine denk geldiğini söylemeliyiz. Büyük Doğu davasını “Doğu’nun doğuşu” olarak niteleyen Necip Fazıl’ın gençliğe hitabesindeki, “iptal edilmiş hislerini iade etmek üzere” ifadeleri çok anlamlıdır ve bu varlık-yokluk meselesine temas etmektedir. Onun için Necip Fazıl, çok kritik bir devirde gelmiş ve bu milletin İslâmî hayatında baş rol oynamıştır. Onu seven ve sevmeyen, dost ve düşman herkesin kabul ettiği bir husustur bu.

Böylece Necip Fazıl’ın İslâm’a muhatap anlayışı yenileyici rolüne işaret ederken, onun “Gazâlî, Rabbânî ve Arvâsî” geleneğine bağlı bir yorumlayış içinde olduğunu ve esasen bu bakış açısının İslâm geleneğinin genelini (Ana Cadde-Sevâd-ı A’zam) ifade ettiğini söyleyebiliriz. Onun tasavvufî bakışı İslâm geleneğinde ziyadesiyle vardır. Necip Fazıl’ın gelenekten çok güzel bir süzme yaptığı ve âhenkli bir bütün meydana getirdiğini söyleyebiliriz. Allah’a ulaştıran mutlak vasıta olarak Peygamber sevgisini başa almıştır. Allah’ın Sevgilisine nasıl bağlanılacağının misali olarak sahâbîler vurgusu da Necip Fazıl’a önemlidir. Ondaki imân ve aşkın, sanat ve irfan çabasıyla buluşup bu âhenkli bütünlüğü sağladığını ifade edebiliriz. Ne fıkhı ihmal ediyor ne tasavvufu ne zâhiri ihmal ediyor ne bâtını.

Necip Fazıl, İdeolocya Örgüsü eserinde “ham yobaz, kaba softa” diye bir sınıf ile kaba ve şekilci Müslümanlığı reddederken, “nefsanî tefsirciler” ve “reformcular” sınıfını da aynı eserinde mahkûm eder. (Kısakürek, 2017, s. 171-180) Onun şeriat mihengine zâhir-bâtın bütünlüğü içinde tüm yönleriyle bağlılığı, fikriyatının temelini teşkil eder. O, belki de bu açıdan Müslümanların ruh yuvasında tam mutabakat bulmuş bir Allah dostudur.

Necip Fazıl, yenileyici bir mütefekkir olarak bilhassa Tanzimat’tan beri bozulmaya yüz tutmuş İslâm’a muhatap anlayışı yenilemiş, onu kir ve lekelerden arındırarak özü ve aslıyla tekrar ortaya çıkarmıştır. Birçok düşünürde ve Mehmed Âkif’te olduğu gibi “Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.” anlayışı Necip Fazıl’da yoktur, bilakis o, idraki yenileyerek İslâm’a uygun bir anlayış zeminine oturtmuştur. Mehmed Âkif’in ifadesini ise “İslâm idrakine söyletmeliyiz asrımızı...” (Davudoğlu, 1978, Önsöz, s. 4) şeklinde tashih etmiştir. İşte onun kanlı çilelerle ve ağır bedellerle örgüleştirdiği Büyük Doğu İslâm’a muhatap anlayışı bu idrak zeminidir.

Bize zorla dayatılan Batı düşüncesi (modernizm) karşısında İslâmî düşünceyi canlandırmış, ahlâk ve estetik boyutuyla sistemli hâle getirmiştir. Necip Fazıl’ın diğer İslâmî düşünürlerden ayırıcı vasfı, İslâmcı düşünceyi sistemli hâle getirmesi ve İslâmcı mücadelenin başlatıcısı oluşudur. Onun mücadelesi yeni bir toplum düzeni kavgası olup eserlerinde de bu düzenin modelini (Başyücelik sistemi) ortaya koymuştur. Bugün Müslümanların dinî şuur yanında siyasî şuur kazanmalarında baş âmilin Necip Fazıl olduğunu söyleyebiliriz.

Büyük Doğu’nun misyonunu ve yenileyicilik vizyonunu hülasa eden şu ifadeleri, İdeolocya Örgüsü eserinin ilk sayfalarından verelim:

“Büyük Doğu”, İslâmiyetin emir subaylığı... Büyük Doğu, İslâm içinde ne yeni bir mezhep, ne de yeni bir içtihat kapısı... Sadece “Sünnet ve Cemaat Ehli” tabirinin ifadelendirdiği mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslâmiyet’e yol açma geçidi; ve çoktan beri kaybedilmiş bulunan bu saffet ve asliyeti Yirmibirinci Asrın eşiğinde eşya ve hâdiselere tatbik etme işi... Galiba işlerin de en değerli ve pahalısı...” (Kısakürek, 2017, s. 12)

Ortaya koyduğu sistemde zâhir-bâtın uyumunu billurlaştıran Necip Fazıl, fikir ve eylemi birlikte yürütmüş, ideolojisinin bilfiil kavgasını da vermiştir. Batıcı küfür rejimine karşı isyan bayrağı açarken kendi nizamını kurmaya da gayret etmiştir. Aksiyon kelimesi onun sevdiği ve Türkçemize kazandırdığı bir kelime olup şöyle tanımlar: “Büyük fikir ve onun büyük iş haline inkılâbı; aksiyon budur.” (Kısakürek, 2008, s. 11) Aksiyonun bu tanımından ve Üstad’ın fikrini, sanatını ve aksiyonunu küllî olarak içinde barındırmasından, “NECİP FAZIL BİR AKSİYON ADAMIYDI” tanımlamasının tek başına onu ifade etmekte yeterli olacağını belirtelim.

Necip Fazıl’ın eserlerini de tercüme eden Mısırlı araştırmacı Dr. Muhammed Harb, Pakistan’ın millî şairi Muhammed İkbal ile İstiklâl Marşı şairimiz Mehmet Akif’i birçok yönden birbirine benzetirken, Necip Fazıl’ın farkını ise şöyle ifade eder:

“İlk ikisi Müslüman toplumların acısını, derdini sadece dile getirmekle yetinmişler, onları harekete geçirememişlerdir. Necip Fazıl, herkesin bilinen dertlerle ilgilenmesi için, aksiyona girişmiş, büyük gürültüler koparacak yayınlar yapmış, Müslümanları uyandırmıştır. İkbal’in dediği gibi, “uyan” demekle kimse uyanmıyor, onları uyandıracak, sarsacak yayınlar yapmak gerekiyor. İşte Necip Fazıl bunu yapmıştır.” (Miyasoğlu, 2009, s. 20)

Necip Fazıl’da; fikir eylemden ayrılmaz, eylem de fikirden; madde mânâdan ayrılmaz, mânâ da maddeden; ruh bedenden ayrılmaz beden de ruhtan. Fıkh ile tasavvufu da bu mânâda mezceden Necip Fazıl, hikmet-i teşri olarak İdeolocya Örgüsü gibi eserler verirken tasavvufa dâir eserleri de emsalsizdir. Aksiyonun amel demek olduğunu ve onun da fıkhî hüküm mânâsında değerlendirilebileceğini de ifade edelim. Hem de amellerin en üstünü küfre karşı cihaddır. Tasavvufu da ahlâk ve irfan olarak algıladığı ve nefs ile cihadda baş amil olarak gördüğünü vurgulayalım ve işin hikmet boyutunu velilerden devşirdiğini ilave edelim. Yani, içteki cihadın vasıtası tasavvuf ilkeleri olurken dıştaki cihadın vasıtası da şeriat hükümleri olmaktadır. Nefs muhasebesi ve mücadelesi sonunda cemiyet kavgasına atılan bir Allah kuludur Necip Fazıl.

Türkiye’deki Batıcı-İslâmcı kavgası hâlen en şiddetli bir şekilde sürmektedir. 15 Temmuz darbesinin Fetö’nün taşeronlığında bir ABD darbesi olduğu açıktır. Necip Fazıl’ın fikirleri ve mücadelesinin günümüzde de bize referans olduğunu ve aynı kavganın sürdüğünü söyleyebiliriz. Tüm kurum ve kuruluşlarıyla Batıcı düzenle hem yerel hem global ölçekte hesaplaşıp İslâmî düzeni kâim kılmada Necip Fazıl bize istinad noktası olmaktadır. Emperyal dünya sistemine karşı alternatif bir dünya görüşü olan Büyük Doğu sistemi henüz son sözünü söylemiş değildir.

3. İslâm Geleneğinde Büyük Doğu’nun Yeri

İslâmî ilimlerin farklı metotları olması bakımından üç gelenekten bahsedebiliriz. Fıkıh, Kelâm ve Tasavvuf. Bu üç geleneği şöyle de ifade edebiliriz: Beyan, Burhan, İrfan... Fıkıh ilmi beyâna, kelâm ilmi burhana, tasavvuf ilmi ise irfana denk gelir.

Fıkıh veya beyân usulünde, âyet ve hadisler üzerinde yoğunlaşmak esas olup nakilden hüküm çıkarmaya yönelir ve zâhirî ölçülerle meşgul olunur. Tümevarım yöntemini izler.

Kelâm veya burhan usulünde ise yine nakli esas alırken aklî çıkarımlar yapar, âyet ve hadisleri aklî izahlarla zenginleştirme usulü benimsenir. Tümden gelim yöntemini izler.

Beyan esastır, bütün ekoller bunu kabul eder. Kur’ân’a, Sünnetle beraber takyid ve tahsis ile yeni hüküm getirilir. Alttaki beyân, üstteki beyânı açıklamış olur. Mesela, Sünnet, Kur’ân’daki namaz emrini açıklar. Kur’ân âyetinde kol kesme emrindeki “yed” kelimesi lugat olarak kol mânâsındadır. Sünnet ise bunu açıklar, kol kesmenin bilekten olması gerektiğini söyler. Beyân’da bulunmayan hususlarda ise burhan ve irfana gidilir. İmâm-ı Âzam burhan yöntemine, İmam Şâfiî beyân yöntemine yakındır. İmam Şâfiî’nin merkez noktası beyân geleneğidir. Âmm ve hâss lafızlar bahsi mühimdir onda. İrfan yönteminin üstün yönü, onun beyan ve burhanı kabul etmesi yanında metafizik yönü de işlemesidir...

Tasavvuf veya irfan usulü ise naklî delilleri kalp gözüyle ve keşf ile idrak etmeyi ve bilfiil yaşamayı esas alır. Bu hususta tefekküre gittikçe de hikmet kavramı ile insanı, kâinatı ve Allah’ın fiil ve tecellilerini izah etmeye çalışır. Hem tümdengelim hem tümevarım metodunu kullanır. Eserden müessire gidebileceği gibi müessirden de esere gider. Tasavvuf hem aklî hem keşfî yöntemi kullanarak ve köklü bir yöntem uygulayarak, diğer ilimlerin eksiğini tamamlar. Tasavvuf ilmi diğer ilimleri birleştiren üst bir ilimdir. Diğer ilimleri tasavvuf ile birleştirmezsek onlar tam olmaz. İşin temeli de diyebileceğimiz ihlas, ahlâk ve hikmet boyutu eksik kalır. Bu husus yerine göre hayatî bir rol oynar. Ayrıca şunu da belirtelim ki tasavvufta tek bir metod olmadığı gibi tecrübe ile oluşan bir yoldur. Tasavvufta insanları kalıplara sokmak yok, özelliklerine göre onu yetiştirmek var.

İslâmî ilimlerde usul denilince usûl-i fıkıh akla gelir. Fıkıh usulü açısından belli başlı üç usulden de kısaca bahsedelim:

1. Fukaha Metodu: “Hanefiyye Metodu” da denir. Vak’adan olguya gider, tümevarımı uygular. Hayatın problemlerinden yola çıkan, meseleci-kazuistik bir yöntemdir.
2. Mütekellimûn-Kelâmcılar Metodu: “Şâfiîyye Metodu” da denir. Kelâmla ilgilenen Şâfiî âlimleri bu metoda isim olmuşlardır. Usul kuralları, hayatın meselelerinden değil de delillerin ve burhanların gösterdiği yönde ortaya çıkmıştır. Meselelerden kurallara değil de, kurallardan meselelere sarkar. Tümdengelim yöntemini izler. Fukaha yöntemi beyân’a, Mütekellimûn yöntemi ise tasavvufa denk gelir… Bu iki metodu birleştiren, “memzûc metod” da vardır…
3. Makâsıd Metodu: Şeriatın maksadlarını göze almaktır. Eğer Kur’an ve hadislerin zâhirinden anlaşılan mâna, makâsıd prensibine uymuyorsa te’vil edilir. Günümüzde bu prensibi reformistler istismar ederek, Batı tarzı bir akliyecilik ile İslâmî ölçüleri eğip bükerler. İşin aslında, Hanefî Mezhebi ve İmâm-ı Âzam Hazretlerinin maslahat prensibine yer vermesi gibi İmâm Mâtürîdî Hazretleri de hikmeti öncelemiştir.[1] Ancak bu husus günümüz mutlak içtihat taraflısı reformist/modernistlerin anladığı bir makâsıd yaklaşımı değildir.

Necip Fazıl, yukarıda bahsettiğimiz üç gelenek arasında en çok tasavvufa yakındır, ancak fıkhı tasavvuftan ayırmaz. “Varlığın Nuru” olarak gördüğü Hazreti Peygamber’e doğrudan ulaştıran ve bu hususta aşk, ihlas ve ahlâkı önemseyen bir yolu önemser. Fıkhî-zâhirî ölçülere de sımsıkı bağlı olarak “İslâm’ın bâtını” diye tanımladığı tasavvuf ile hem kalben hem de zihnen derinleşmek ister. Kelâmı da ancak gerektiği yerde sınırlı olarak kullanır. Onda esas tasavvuftur, ancak zâhirî ve fıkhî ölçülere bağlı tasavvuf. Onun benzetmesiyle, şeriat füze rampasıdır ve ancak onunla tasavvufa-sonsuzluğa ulaşılır. (Kısakürek, 2014, s. 11)

Zaten İmâm-ı Âzam’ın, “Fıkıh, kişinin lehinde ve aleyhinde olanları bilmesidir.” şeklindeki tanımında, “ilim-marifet” birlikteliği görülür. Bu tanıma “marifetü’n-nefs” deniyor. “İlim” dediğimiz şey malûmat değildir. Bir amele ve bilince (idrake) dönerse ilim olur. Bu da irfan demek. İlim irfanla birleşirse âlâ olur, yoksa noksan kalmaya mahkûmdur.

Necip Fazıl, arayış çilesi sonunda tasavvufta karar kılsa bile anladığımız kadarıyla “mezc-birleştirme” yöntemini uygulamıştır. Mütefekkir Necip Fazıl’ın “tasavvuf-fıkıh-kelam” sıralamasını önerdiğini söyleyebiliriz. Tabiî ki bu ilimlerin hepsinin kaynağında Kur’ân ve Sünnet vardır.

Geçmişini doğru anlamayan, geleceğini de inşa edemez. Necip Fazıl, “ceketimizin astarında kaybettiğimiz” dediği İslâm’ın aslı ve özüyle anlaşılması için mücadele vermiştir. Onun geleneğe sahip çıkarken İslâm’ın ilk asrını ölçü aldığını da söyleyelim. Ona göre her şey Hazreti Peygamberin nuruna bağlıdır ve o nurdan yansıtabildiği kadarıyla gelenek makbuldür.

Selefî / Yeni Selefîlik ile reformist / modernist bakış açıları Necip Fazıl’ın tanımlamasıyla “doğru yolun sapık kolları”dır. Yani Ehl-i Bid’at kategorisindedir. Onlara İslâm’ın sahih geleneği içinde yer vermedik. Zaten Necip Fazıl onları Doğru Yol’un dışında olarak nitelemektedir.

İslâmî mezheplerde ehl-i hadis (hadis ekolü) ile ehl-i re’y (re’y ekolü) farklılaşması da bulunmaktadır. Kısaca bu mevzudan da bahsedelim. Ehl-i hadis, hadisleri esas alan zâhirci bir yaklaşımdır. Bunun uç noktasında Ahmed b. Hanbel vardır. İmam Şâfiî ve İmam Mâlik de ehl-i hadis ekolündendir, ancak onlar ehl-i re’ye yakındırlar. “Selefiyye” mezhebi kendini ehl-i hadisten görür, ancak ifrada düştükleri için Ehl-i sünnet’in dışında kabul edilirler ve esasen Vehhâbîliğe yol açmışlardır. Bu mevzuda şu bilgiyi verelim. Ehl-i hadis ikiye ayrılır: Selef tavrı ve Selefî tavrı. Selef tavrı, âyet ve hadislerde te’vile gitmeyip tefviz (Allah’a havale) eder. Selefî/Vehhâbî tavrı ise âyet ve hadisleri zâhirî mânasında alır, tefvize gitmez. Mesela, haberi sıfatlarda “Allah’ın eli, yüzü vs. vardır” diyerek tecsime düşer. Onlarda kat’î zâhirci bir şeriat anlayışı ortaya çıkar. Selef tavrı ise haberi sıfatları tevil etmez ancak hakikî mânâda da almayıp Allah’a havale eder. Ondan dolayı Selefîler gibi mücessime görüşlere düşmezler.

Ehl-i re’y ise, nakli akıl ile anlama yolu olup fıkıh ağırlıklıdır. Ehl-i re’yi Hanefîlik mezhebi temsil eder. Bu yolun müfrit taraftarları yoktur. Eğer ki bid’at fırka Mu’tezile’yi bu açıdan değerlendirirsek onlar aklı naklin önüne geçirmiş ve müfrit olmuşlardır.

Necip Fazıl, Hanefî-Mâtürîdî çizgide olduğu için ehl-i re’y anlayışına yakındır. Onun şeyhi Abdülhakîm Efendi ise Şafiî ve Eş’arîdir. Ancak dört mezhebe göre fetva vermektedir. Abdülhakîm Efendi’nin İstanbul’a gelince fetvalarını Hanefî mezhebine göre verdiğini biliyoruz. Onun Eş’arî ve Mâtürîdî arasındaki ihtilafları lafzî düzeye indirici yorumları olduğunu ve bu yolu benimsediğini de biliyoruz. Mesela, iki mezhep arasında farklı yorumlara yol açan, “İmân artar mı, artmaz mı?” mevzunun izahını Necip Fazıl’ın sorusu ile birlikte nakledelim:

“İmân, iner ve çıkar mı?”
Sünnet ehlinin itikadda iki ana mezhebi olan “Mâtürîdî” ve “Eş’arî” mezheplerinden birine göre sabittir, ne iner ne çıkar. Öbürüne göreyse iner ve çıkar; bu nasıl iş?
Buyurdular:
“Her iki mezhebin de muradı birdir; ihtilafları lafızda... İman, incilâ, parlaklık bakımından iner ve çıkar, esasta sabittir, ya mevcut, ya değil...” (Kısakürek, 2018, s. 198)

5. Değerlendirme ve Sonuç

İslâm geleneğine asrımızda eklenen bir halka olan Büyük Doğu fikriyatı, çağımızda yaşanan alt-üstlere mukabil yepyeni bir nizam teklifidir. İslâm’ın aslını ve özünü ortaya koyan Necip Fazıl, inkıtaya uğrayan İslâmî hareketin de başlatıcısı olmuştur. Büyük Doğu, dünyadaki İslâmî hareketlerde benzeri olmayan yepyeni bir nizam teklifi ile zuhur etmiştir. Son İslâm Devleti Osmanlı ile birlikte hilâfetin inkıraza uğradığı Anadolu coğrafyasında Büyük Doğu hareketinin zuhur etmesi ise mânidardır. “Her kemalin ardından bir zeval, her zevalin ardından bir kemal gelir.” ölçüsünce, İslâm’ın zevalinin yaşandığı bir devirde Büyük Doğu’nun zuhurunu, İslâm’ın kemaline doğru atılmış önemli bir adım olarak görmek durumundayız. Büyük Doğu’nun hem halkın derin teveccühünü kazanması hem sahih gelenekten süzülme olması hem de ideolocya tamlığı içinde zuhur etmesi bize bunları söyletmektedir.

Büyük Doğu’nun arka plânında ise peygamber soyundan gelen, zâhir ve bâtın âlimi olan Esseyyid Abdülhakîm Arvâsî vardır. Yani Necip Fazıl, “Büyük Kapı”dan beslenmiştir. Büyük Doğu’nun, geleneğini sürdüren birçok fikir ve sanat adamı yanında entelektüel çevredeki etkinliğini de hatırlatalım. Bu davanın Müslüman halkın mayasında yer etmesi yanında gençlik ve üniversite çevresinde de en çok okunan ve ilgi duyulan olduğunu söyleyebiliriz.

Allah’a nasıl inanılacağı ve şeriatın nasıl uygulanacağını ancak Hazreti Peygamber vasıtasıyla öğreniyoruz. Allah Resûlü’nün ruhaniyetine sığınan ve peygamber merkezli İslâm anlayışını savunan Necip Fazıl’ın bu tavrı, “Peygambersiz İslâm” ve hadis-sünneti önemsizleştiren sapkın anlayışlara karşı da çağımızda ayrıca önem arzetmektedir.

Eğer Büyük Doğu fikriyatı üzerinde yeterince inceleme ve araştırma yapılırsa, öncelikle ülkemizde hâlâ câri olan Batı’nın modernizm esaretinden kurtulmamıza reçete olacağı ve daha sonra İslâm âleminin birçok sorununa çözüm olacağı anlaşılmaktadır. Necip Fazıl’ın çilesini çektiği ve özlediği “Büyük İslâm İnkılâbı”nda kaldıracın istinad noktasının ise Türkiye olacağı görülmektedir. Zira günümüzün şartları Türkiye’yi tarihî rolünü ifâya zorlamaktadır. İslâm âleminin beklentileri de Türkiye üzerinde odaklanmaktadır. Bahsettiklerimiz muvacehesinde “Doğunun doğuşu” mânâsına gelen Büyük Doğu şuurunu kuşanmak “büyük değişime” hazırlıklı olmanın avantajını sağlayacaktır. Bu ise “Yeni Dünya Düzeni” teklifi olarak dünyanın emperyalizm aleyhine dengesinin değişmesi demektir.

Kaynakça:

Kısakürek, N. F. (2015), Çile, İstanbul: Büyük Doğu Yayınları.

Mirzabeyoğlu, S. (2015), İslâma Muhatap Anlayış, İstanbul: İBDA Yayınları.

Kısakürek, N. F. (1981). İmân ve İslâm Atlası. İstanbul: Büyük Doğu Yayınları.

Kısakürek, N. F. (2009). Kafa Kâğıdı. İstanbul: Büyük Doğu Yayınları.

Kısakürek, N. F. (2018). O ve Ben. İstanbul: Büyük Doğu Yayınları.

Davudoğlu, A. (1978). Dini Tamir Davasında Din Tahripçileri. İstanbul: Bid'atlerle Mücadele Yayınları.

Kısakürek, N. F. (1981). İman ve İslâm Atlası. İstanbul: Büyük Doğu Yayınları.

Kısakürek, N. F. (2008). İmân ve Aksiyon. İstanbul: Büyük Doğu Yayınları.

Kısakürek, N. F. (2017). İdeolocya Örgüsü. İstanbul: Büyük Doğu Yayınları.

Miyasoğlu, M. (2009). Necip Fazıl Kısakürek. Ankara: Akçağ Yayınları.

Kısakürek, N. F. (2014). Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu. İstanbul: Büyük Doğu Yayınları.

Kısakürek, N. F. (2018). O ve Ben. İstanbul: Büyük Doğu Yayınları.


[1] Fıkıh usulü ile ilgili bakınız: Zekiyüddin Şâban, İslâm hukuk İlminin Esasları, trc. İbrahim Kâfi Dönmez, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 2017, s. 42.