Ürdün’de Arapça Yaz Kampı vesilesiyle 8 Temmuz- 10 Ağustos 2024 tarihleri arasında 32 gün bulundum. Hem dil eğitimi aldım hem gezi programlarına katıldım. Bu vesileyle dil, fikir, kültür, ahlâk, tarih vs. izlenimlerimi sizinle paylaşacağım.

ÜRDÜN

Ürdün 10 milyonluk bir ülke. Dört katlı bej-beyaz binalarıyla dikkat çeken ve dört milyon nüfusu olan başkent Amman, sabah-akşam az yoğunluklu trafiği, düzenli ve temiz sayılabilecek yapısı, çarşıları ve misafirperver halkıyla güvenli ve modern bir şehir. Fiyatlar ise ne ucuz ne pahalı. Nüfusun yüzde 95’i Sünnî, ancak ülkenin yönetimi kuruluşundan beri İngiliz yanlısı ve şu an İsrail müttefiki.

1Ürdün

Gezilerimizi Amman içinde ve dışında olarak ikiye ayırabilirim. Amman içinde; Ürdün Üniversitesi, Arap Hat Sanat Evi, en meşhur çarşısı olan Vasatülbeled ve Rainbow, Ürdün müzesi ve Roma antik tiyatrosu, Büyük Hüseyin Camii, İlim Adamları Müzesi, parklar, gece gezisi, Ürdün’ün meşhur lokanta, tatlı ve içecek mekânları, bir Arap evine misafir olma gibi yerleri sayabilirim. Arkadaşların gittiği ve beğendiği tank ve araba müzelerini de ekleyeyim. Amman dışında ise şu ziyaretleri sıralayabilirim: Osmanlı şehitliği olan Salt, İrbid şehrine bağlı ve ülkenin en kuzeyinde yer alan Bizanslılarla yapılan Yermük Savaşı alanı ve üç büyük sahâbînin türbesi, Ceraş Antik Kenti ve Aclun Kalesi, Mûte Cenk alanı ve üç şehit sahâbî, Ölüdeniz, bir çiftlik evinde (mezra) yüzme havuzu ve piknik, at çiftliğinde ata binme, Akabe körfezinde deniz turu, yüzme ve dalgıçlık, Vadi Rum’da bir gece konaklama, antik şehir Petra, Osmanlı tren istasyonu. Ayrıca özel grup oluşturularak Vadi Mucib denen kanyon-şelaleye de gittik. Belki yazamadıklarım da oldu.

Buranın ikliminden de bahsedeyim. İklimi güzel olup kuru ve bunaltmayan bir sıcak var. Amman’a geldiğimizin ilk haftasında hava biraz sıcaktı. Sonra tatlı rüzgârlı bir hava hâkim oldu. Tabii öğlen saatlerinde dışarıda fazla dolaşmak doğru değil. Kuru iklim olduğu ve rutubeti bulunmadığı için buranın iklimini sevdim. Öyle ki doktorun tavsiye ettiği öğlen sıcağında 20 dakika güneşlenmeyi bile yurdun çatısına çıkarak oradaki güvercinleri izleyerek yerine getirdim. Tenim güneşten dolayı sarı buğday rengine döndü. Dediğim gibi açık tenli olmama rağmen kuru sıcak iklimi sevdim, kuru soğuk iklimi de severim.

3-4

Maarif Yurdunda Türk yemekleri çıkıyor ve genelde yurtta yemek yiyoruz. Bazen dışarıda yediğimiz oluyor. Ürdün’ün mutfağı Arap mutfağı olup baharatlı, etli ve lezzetli yemekleri var. Pilav üzeri haşlanmış koyun veya tavuk etli ve özel sosuyla mansaf yemeği en başta geliyor. Tropikal bölgeye yakınlıktan olsa gerek, meyveleri ve meyve suları da taze ve lezzetli. Künefe tatlısını ise Ortadoğu’da herkes sahipleniyor.

DİL EĞİTİMİ

2Dilkampı

Dil Eğitim Kurumu Akdem’in 97 kişilik bu organizasyonuna benim katılma vesilem, doktora yaptığım İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi oldu. Yaklaşık 120-130 saatlik bir eğitim aldık ve 100 saat kadar da saha çalışması yaptık. Dört seviye üzerinden (A1-A2-B1-B2) sınıflar oluşturuldu. Türkiye Cumhuriyeti’ne bağlı Maarif Erkek Öğrenci Yurdunda kaldık. Bayanlar ise Maarifin diğer yurdunda kaldı. Pratik ağırlıklı ve yoğun bir programa maruz kaldık. Hafta içi her gün 9’dan 13’e kadar İslâmî İlimler Üniversitesine bağlı Dil Merkezi’nde Arap hocalar eşliğinde ders gördük. Biri okuma-yazma, diğeri konuşma-dinleme olmak üzere iki kitap takip ettik. Öğlende servisle yurda gelip yemek ve istirahatten sonra 1 saat kadar müşrif (denetçi) denen Arap öğretmenle derslere devam edildi. Derslerde Türkçe konuşmak yasak, gayri ihtiyari Türkçe konuşanları hocalar hemen uyarıyor. Gece ise verilen ödevleri yaptık. Bu dil kampının öne çıkan bir hususiyeti de hafta sonları hariç neredeyse her gün şehir içi ve şehir dışı gezi programları olmasıydı. Yani dil eğitimi yanında geziler itibariyle de dolu geçen bir programdı. Öyle ki ailelerimizi özlemeye vaktimiz bile olmadı desem, abartı sayılmaz. Netice itibariyle birçok şey öğrendik, Araplarla onların diliyle iletişim kurduk. Zengin anılarımız ve tecrübelerimiz oldu.

Ben kendi adıma söylersem istediğim pratik konuşma seviyesine gelemesem bile işin temel adımlarını atmış oldum. Belki de bir aylık zamanda bu kadar olabilir. Canlı kalması için dil eğitimini devam ettirmek ve böyle organizasyonları da vesile olarak görmek gerekir. Arap hocalar bizimle her bakımdan ilgili ve organizasyonlar başarılıydı. Hepsine teşekkür ederim. Sonunda sertifikalarımızı ve hediyelerimizi aldık. Tabiî biz de her sınıf kendi hocasına olmak üzere hediyeler takdim ettik. Üşenmeyip Türkiye’den götürdüğüm hediyeler ise Arap dostlarımı duygulandırdı.

5 Dil Eğitimi

Halkla Arapça konuşurken onların ammice denen halk lehçesini kullanması ve bizim ise fasih Arapça öğrenmemiz onlarla iletişimde bir problem teşkil ediyordu. Onları fasih konuşmaya davet etmemiz ya da bizim ammiceyi öğrenmemiz gerekiyordu. Bir-iki ders ammice dahi gördük. Tabii “nasılsın, fiyatı nedir?” gibi basit ifadeler. Yurtta bir arkadaşın takır takır Arapça konuştuğunu gördüm. Ona sebebini sorduğumda bana, Türkiye’de iki sene hazırlık okuduğunu, Ürdün’e ise üçüncü gelişi olup kampı bir ay daha uzatacağını söyledi. Anlaşılan o ki ne kadar emek verirsen o kadar ürün alırsın. Yani çalışmadan bir şey elde etmek mümkün değil. Bazılarının dile yatkınlığı olsa da herkes çalışarak öğrenebilir. Maarif Öğrenci Yurdunda kahir ekseriyetin Türk olmasının Arapça konuşma açısından olumsuz bir tablo olduğunu da ilave edeyim.

Akdem’in yönetici ve hocaları bizi memnun etmek için canla başla çalıştılar. Sıklıkla olan seyahatlerde Arapça olarak yarışmalar, sohbet ve tanıtım gibi etkinlikler yapıldı, bazen de Arap ilahîleri dinlendi. Hocaların Türkçe bilmemesi, Arapça pratik açısından bir avantaj, ancak bir yabancıya dilin nasıl öğretileceğinin de bilinmesi gerekiyor. Bu hususta her iki taraftan (öğretmen-öğrenci) gereken gayretlerin gösterildiğine tanığım. İstenen seviye elde edilip edilmediği hususunda ise genel itibarıyla işin mantığı kavrandı diyebilirim.

4Dileğitimi

Derslerde geçen bir hadiseyi anlatayım. Bilal Hoca derste Arapçanın bir kuralından bahsetti. Müzekker kelime ile hem müzekkere (erkek) hem müennese (dişi) hitap edilebileceğini, kız-erkek karışık sınıfımıza “ya şebab-ey gençler” diye müzekker sıyga ile hitap etmesinin gerekçesi olarak açıkladı. İlave olarak, Allah’ın Kur’an’da “Ya eyyühellezine âmenü” veya “İnnema’l-mü’minûn” diye erkek sıyga ile kadınları da kapsayarak hitap ettiğini, bazen de her iki cinse ayrı ayrı hitaplar olduğunu misal vererek izah etti. Tabi buradan feminizme malzeme çıkamayacağı da anlaşılmış oldu.

6Dileğitimi

5 Ağustos Pazartesi günü üçüncü ve son sınavı olduk. Bir derecelendirme yapıldı ve ona göre kapanış programında ödüller verildi. Dersler zevkli geçti. Dersler sadece Arapça olduğu için bazen anlamakta zorlansak da hocalar beden dilini de kullanarak bize yardımcı oluyorlar. Benim izlenimim, Arapça konuşmada genelde zorlanıyoruz, bazen kelime bulamıyor, bazen bulunan kelimeyi uygun kullanamıyoruz. Bunlar normal şeyler. Kız-erkek karışık ve bizim sınıfın mevcudunun 18 kişi olması ise biraz problem sayılabilir. Derslerin bitiminde her birimizden yazılı olarak eleştirilerimizi istediler. Sözlü de sordular. Dil programındaki eksiklikleri görmek veya programı daha da güzelleştirmek istiyorlar. Kendini ve yaptıklarını kritik etmek güzel bir haslet.

SİYASÎ AHVAL

Gazze savaşının devam ettiği bir süreçte Ürdün’de idim. Halkın bir kısmı Filistin kökenli zaten. İslâm ümmetinin birliği mevzuunda Müslüman halkların duyguları müşterek. Arap ülkelerinin yöneticileri ise ya ırkçı ya kendi çıkarını düşünen ya da ABD ve Batı işbirlikçisi. Bütün bunlara karşı Türkiye’nin lideri Tayyip Erdoğan ümmetçi duruşuyla ve mazlumdan yana oluşuyla öne çıkıyor. Ne var ki Türkiye Cumhuriyeti’nin, İsrail’in katliamı ve soykırımına tepkisi de yeterli değil. İslâm ümmeti kurtarıcı lider ve kadrosunu bekliyor. Ancak bu nasıl olacak? Oluş yolunda yürümek, örgütlenmek ve tabii olarak liderine vücut vermek, öyle ki kadro ve lider birlikte olmalı. Oturduğumuz yerden lider beklemek değil, hepimizin kolları sıvaması gerekiyor. Bunun idraki şart.

Aramızda yabancı uyruklular da var. İkisi Müslüman dört Rus, bir Yunan ve bir Pakistan asıllı İngiliz vatandaşı var. Pakistanlı İftihar Bey benim oda arkadaşım ve benim yaşlarda olup (ben 68, o ise 63) hiçbir faaliyetten geri kalmayan sportif, gayretli ve samimi bir Müslüman. Öyle ki o ve ben, genç arkadaşlarla birlikte Amman’da halı saha maçı bile yaptık. Çocukluğunda İngiltere’ye yerleşen ve kimya öğretmenliğinden emekli olan İftihar Bey, sormamız üzerine İngilizleri “zalim” kelimesiyle ifade etti.

Bir seyahat esnasında Türk asıllı olan otobüs şoförü bize, birçok İslâm ülkesinde bulunduğunu ve Filistin’le ilgili gösterilere katıldığını, ancak Ürdün gibi bazı ülkelerde Filistin’le ilgili gösterilere katılan yabancıların hemen sınır dışı edildiğini de söyledi.

Ürdün İhvan Teşkilâtının faaliyette olduğunu Filistin için (Gazze ve Batı Şeria) seyrek de olsa güçlü gösteriler düzenlediğini ve ülke yönetiminden talepleri olduğunu belirtelim. Ürdün, Suudi Arabistan ve bunun gibi Arap ülkeleri ırkçılık yaparak Osmanlıdan ayrılışını bağımsızlık olarak hâlâ kutluyorlar. Emperyalizmin ulus devlet anlayışına paralel olarak, bizdeki resmi eğitim de bu şekilde inşa edilmişti. Gözümüzdeki çöpü görmeden bilhassa sıkışınca İslâm âlemi ve Arapları suçlamak doğru değil! İslâm âlemi yok ki birlik olsun. Önce biz İslâm âleminin bir parçası olalım, ümmetçilik şuurunu kuşanalım, ondan sonra bunun birliğine herkesi davet edelim.

Yeri gelmişken, “Araplar şöyle, Türkler böyle, Kürtler öyle” gibi genellemelerden kaçınmamız gerektiğinin altını çizeyim. Böyle bir dil ırkçı bir söylem olup emperyalistlerin çıkarına hizmet eder. “Araplar” değil, bazı “Arap aşiretleri” diyebiliriz veya bölge adıyla zikredebiliriz. Müslüman halkların genelde birlik içinde olduğunu ve emperyalizmin karşısında hepsinin mağduriyet yaşadığını unutmayalım. Bir misal vermek istiyorum. Maarif Yurdundan tan vakti hareket etmek için kalkmış ve sefer saatimiz yarım saat gecikmişti. Erken saatte kalkmış olan Türk aşçı, yarım saat gecikme durumunu, “Arap işi” hicviyle izah etmeye kalktı. Ben de cevaben şunları söyledim: “Bu gecikme Arap işi mi, Türk işi mi? İyi düşün. Arap hocalar ve otobüs tam saatinde yurdun kapısına geldi. Ancak yataklarından kalkıp hazırlanmayanlar ise bizler, yani Türk öğrenciler oldu. Şimdi buradan yola çıkarak “Türk işi” desek uygun olur mu? Bundan dolayı Arap kelimesini gelişigüzel kullanmayalım. Eleştireceksek, Ürdünlü, Suudî vs. diyelim. Zira Allah Resulü Arap kavminin mensubu olup “Müslüman Arap”ı sevmek hepimizin boynunun borcudur.” Hatasını anladı ve sustu.

Bir akşam Maarif yurdunda TİKA Ürdün bölgesi müdürü Abdurrahman Soylu ile de tanıştım. Ürdün ve birçok Arap ülkesinde bağımsızlıklarını Osmanlı’ya karşı savaşarak elde ettikleri şeklinde ırkçı bir söylem olduğunu ve bunun tam kırılamadığını, ancak Ürdün’de Abdülhamid Han’ı sevdikleri ve Amman’da Abdülhamid’in hicaz demir yolu istasyonunu tamir edip üç katlı müze yapma izni aldıklarını söyledi. Bu iyi bir haber.

ARAPÇANIN KIYMETİ

6Arapçanınkıymeti

Arapça Dil Kampının ismi, Durubu’l-Arabiyye. Yani Arapçanın Yolları mânasına geliyor. Buradaki yol kelimesi (darbın çoğulu durup) sıradan bir yol değil de bir amaca ulaşılan yol mânasına geliyor. Açılış programında Yunus Emre Enstitüsü müdürü Ensar Fırat hem dil-Arapça hem Ürdün halkı üzerine güzel bir konuşma yaptı. Ensar Bey, yıllardır Ürdün’de olduğunu, her daim kerem ve misafirperverlik gördüğünü, buna bizlerin de şahit olacağını ve gördüklerimizi ülkemizde anlatmamız gerektiğini, bilhassa bu günlerde Arap düşmanlığı yapılmasına karşın bunun önemli olduğunu ifade ile insanın lisan ile mücehhez bir varlık oluşu ve Arapçanın kıymeti hakkında özetle şunları söyledi:

“İnsanın irade, düşünebilme yeteneği gibi vasıfları olması ötesinde Allah’ın ona isimleri öğretmesi ve lisan sahibi olması özelliğiyle meleklere üstün kılındı. Allah Kur’an’da buyurduğu üzere, Hz. Âdem’e isimleri öğretti (Bakara Sûresi, 2/3) ve teferruatını bilmediğimiz ondan başka şeyleri de gösterdi. Eşyanın isimlerini öğretmek sadece bir kelime değil, varlığı tanıma ve Allah’a şahit kılmaktır. Dil de bu tanım yapabilme, tarif yapabilme yeteneği üzerinden gelişti. Bunun için Arapça lisanı, basit bir lisan öğrenmek değil, Arapçadaki kelime hazinesiyle tefekkür derinliğine ve varlığın hakikati/sırlarına varmaktır. Bu da insanoğlunu meleklerden üstün kılan belki de en önemli özelliğidir. Arapça ile dünyada yarışacak bir lisan olmadığını da belirteyim.”

Bizim de tedrisat gördüğümüz Dünya İslâmî İlimler Üniversitesi Anadili Arapça Olmayanlara Arapça Öğretme Merkezi Müdiresi Dr. Nansi Ahmed Seyyid Hanım ise konuşmasında şunları söyledi:

“Allah, en şerefli isimlere sahip en şerefli kitabı Kur’an ile son peygamberin lisanı olması için dünya dillerinden seçilmiş semavî bir dil olan Arapçaya şeref verdi. Allah, Arapçayı Kur’an dili olarak seçtiğinde bu dil yayıldı, bilindi, şereflendi, öğrenilmeye başlandı, içeriği, belâgat ve fesahatının sırları keşfedildi. Tilâveti ve okunuşunun güzelliğiyle huzur bulunmaya başlandı. Bu dilin delillerinin yüceliğiyle her Müslüman dinini hakiki bir şekilde anlamaya arzu duydu. Hazret-i Aişe’den nakledilen bir hadis-i şerifte Efendimiz şöyle buyuruyor: “Kur’an’ı mâhir ve kolay bir şekilde okuyabilen kişi, şerefli itaatkâr meleklerledir. Kur’an’ı zorlanarak da olsa okuyabilen kişi ise iki sevap kazanır. (Biri mâhir okuyanın sevabı, öteki de kendine özel sevap).” O halde Arapça ana dili olmadığı halde Kur’an’ın okunması için meşakkat altına girip bu uğurda bütün gücüyle çabalayan kişinin ecri kim bilir nasıldır? Bu okumaktan kastımız, sadece harflerin ve kelimelerin telaffuzunu öğrenmek değil, bilakis anlama, etraflıca düşünme, marifet ve keşfetmeye yükselten bir kıraatin elde edilmesidir. Kur’an’ın düzgün kıraati için Arapça öğrenmeye başlayan sizler için ancak şu hadisi örnek veriyorum: “Kur’an’ı okuyan (ve amel eden) müminin durumu tadı ve kokusu güzel turuncu meyvesi gibidir.” Tekrar hoşgeldiniz. Burası sizin ikinci memleketiniz. Sizlere bütün gücümüzle hizmet etmekten şeref duyuyoruz.”

Dr. Nansi Ahmed Seyyit Hanım’a tetkik etmesi ricasıyla Salih Mirzabeyoğlu’nun Başyücelik Devleti eserinin Arapçasını takdim ettim. Eseri inceleyip değerlendirmesini yazılı olarak bana gönderdiği gibi sözlü olarak da kısa bir mülâkatım oldu. İkinci görüşmemde Necip Fazıl’ın Put Adam eserinin Arapçasını verdim. Kapanış programında da kendisiyle görüştüm ve yanında bulunan oğlu Usame’yle beni tanıştırdı ve irtibatımızın devamını diledi. İsteğim üzerine Usame bizim hâtıra fotoğrafımızı çekti.

Akdem’de derslerine katıldığım ve şu an Sabahattin Zaim Üniversitesinde Arapça hocası ve doktora da yapan Serdar Şadoğlu’yla, Arapçanın diğer dillerden farkı ve üstünlüğüne dair Ürdün dönüşü 22.8.2024 tarihinde telefonda yaptığım sohbetten bazı bilgileri aşağıda sizlerle paylaşmak istiyorum.

Arapçada 4 milyona yakın kelime var. Bunlar kullanılmış kelimeler. Mesela kılıç kelimesini ifade eden 80 ayrı kelime var. Aslan kelimesi 30’dan fazla kelimeyle ifade ediliyor, bu rakam özel sıfatlarla birlikte 300’e çıkıyor. Keza deve kelimesi de sıfatlarıyla birlikte 200-300 arası oluyor. İngilizce ise en kapsamlı sözlüklerde 450 bin kelimeyi içeriyor. Gogol ise bir milyona çıkarıyor, ancak bu fiilî sözlük olarak karşımıza çıkmıyor. Şunu da belirtelim ki İngilizce birkaç dilden oluşan ve tarihî bir geçmişi de olmayan toplama bir dil ve kelimelerin çoğu da dışarıdan gelme. İngilizcenin bu kadar popüler olması ise siyasi hâkimiyetle ilgili. Ayrıca kolay öğreniliyor. Bunun sebebi ise dil yapısı kolay ve kelimelerde ekleme yok. Ancak bu da dilde hassas mânaları ifadede bir probleme yol açıyor. Arapça ise büklümlü ve iştikaklı bir dil. Öğrenilmesi zor, ancak güçlü bir dil ve bütün his ve düşünce kıvrımlarını vermeye müsait. İngilizcede lafzın kendisi mânayı tam ifade etmiyor. Sentaksa bakıyorsun. Bu ise dili daha kolay öğrenmeye yol açıyor, manayı lafızlarla kolay öğrenmeye yol açıyor. Ancak bu durum güçlü bir ifade şekli olamaz.

Arapçada ifade ve mâna aktarım kapasitesi yüksek, ancak öğrenilmesi buna paralel olarak uzun sürer. Arapçada mâna kendini sınırlandırmaz, engindir. Öğrenilmesi zordur, ancak derin ve zevklidir. Bundan dolayı bunun zevkini alan yabancılar Arapçaya Arap olandan çok hizmet vermiş. Mesela nahiv ilminin kurucusu Sibeveyh Fârisî asıllı, müfessir, dil bilimci ve belâgatçı (mâna bilim) Zemahşerî ise Türk asıllıdır.

Ayrıca bu dil insanın ruh yapısı gibi sonsuzluğa, sırra ve derinliğe açıktır. Arapça kelimelerin insan ruhunu ve hislerini ifadede tam bir mutabakatı olduğu da görülmektedir. Mesela öztürkçe denilen kelimeler bu his derinliğini verememekte ve çok yavan kalmaktadır. Ayrıca Arapça kelimeler keşif, ilham ve hayale son derece açıktır.

Arapçanın büklümlü ve iştikaklı bir dil olduğunu ifade ettik. Büklümlü dil eklemeli dile nazaran daha esnek ve kapsamlı. Mesela Türkçe gibi eklemeli dillere göre daha esnek. Ancak Türkçe gibi eklemeli diller İngilizceye göre daha esnektir. Lakin “dil mesele konuşarak yaşar” esprisi içinde tefekkür ve tahassüs eserleri verilmelidir. Bu açıdan Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu gibi mütefekkir ve sanatçılar Türkçe için bir nimet, bir fırsat olarak görülmelidir.

Büklümlü dilde kelime formu değişiyor, yani kelimenin şekli değişiyor, ancak kelime karakterini koruyor. Bir misal verelim. Arapçada recül kelimesi adam demek, ricil ise bacak, rucûl-rucûlet ise kahramanlık demek. Bunlar arasında bir bağlantı var mı? Var! Bu üç kelimenin bağlantılı mânası, bir olay karşısında dik durabilmek, eğilmeden bükülmeden durabilmek demektir. Yani olaylar karşısında dimdik durabilirsen adam olursun.

Arapçanın kökeni Sâmî dillerine dayanıyor. Tam kökeni bulunamıyor, zira çok eskilere gidiyor. Zebur, Tevrat ve İncil gibi üç kutsal kitap da Sâmî dillerinden, ancak onlar Arapça gibi sâfiyetini koruyamamış. Arapça çölde bâkir yani bozulmamış kalmış. Diğer Sâmî dilleri, diğer diller ve soylarla karışmış. Yabancı kültürlerle temas edip bozulma açısından Arapçanın çölde kalması avantaj olmuş. Çöldeki Arap diğer topluluklardan etkilenmemiş. Kur’an’ın gelmesiyle de dil kayıtlı hâle gelmiş, kıyamete kadar muhafaza altına alınmış.

Çöl ve lisan mevzuunda şöyle bir parantez açalım. İnsan çölde, tecrit olmuş ve mahrumiyet içinde yaşadığından duygu ve tefekkürü daha berraklaşır. Hissiyatı rafine olur ve ince duyguları aktarmaya elverişli hâle gelir. Şu bir gerçek ki insanın karşısında nesneler çoğaldıkça derinleşme azalır. Nesneler azalırsa derinleşme çoğalır. Bu ters orantılı işler. Az nesne ile yoğun bir his yaşarsın. Çoğaldıkça kendini nesne ile meşgul edersin. Nesneler azaldıkça mâna tarafın yoğunlaşır. Medeniyet oluşmadığı halde Arap bedevilerinde nasıl böyle yüksek seviyede şiir oluşuyor? Yukarıda da izah ettiğimiz üzere mahrumiyet oluşunca duygusallık çoğalır. Çöl ortamı buna çok müsait. Mesela Gazze’de mahrumiyet oldukça iman artıyor, sabır ve tevekkül artıyor, hisler derinleşiyor. Acılar insanı olgunlaştırıyor. Tehlike zekayı işler denmiş. Dil zekâsı da böyle işliyor. Ayrıca Arapça denen bir dil malzemesi var. Zira Arapça semavî bir dil ve böyle bir toplulukta da özünü koruyor. İnsanlığın ortak dili, öz dili Arapçadır. Hazreti İbrahim peygamberlerin atası bilinir. Urfa, Suriye, Filistin, Hicaz bütün bu bölgeleri dolaşmış. Hangi dille tebliğ yapmış? Demek ki ortak bir dil var, bozulmamış ortak bir dil.

AÇILIŞ PROGRAMI

7Açılış Programı

Açılış programı güzel, muhtevalı ve coşkulu idi. Ayrıca kapanış programı ve yurdun yemekhane bahçesinde veda toplantısı yapıldı. Açılış programında benim gibi yaşını başını almış İftihar Bey’i, “İlmin yaşı olmaz!” hesabı sahneye çağırdıklarında, yöneticimiz Ahmet Balhavan Hoca da beni ısrarla davet etti. Sahneye çıkınca İftihar Bey beni kucakladı. Ben de dilim döndüğü kadar kısa bir Arapça konuşma ile şunları söyledim: “Siz hocalar ve ev sahipleri Arapsınız, yanımdaki İftihar Bey ise Pakistan asıllı, ben ve öğrencilerin çoğu ise Türk. Ancak Allah, “Müslümanlar kardeştir” diye buyuruyor. O zaman ne Arap ne Pakistanlı ne Türk var. Hepimiz İslâm’ın potasında eriyerek tek milletiz!” Salonda alkış sesleri yükseldi, zaten sahnede canlı olarak kavimlerin birliğini göstermiştik. Böylece güzel olan atmosfer daha da güzelleşti. Programda en çok çocuğu olan sahneye davet edilip ödül verildiği gibi en çok dil bilenlere de ödüller verildi. Arap başlığı olan kefiye ile fotoğraflar çektirildi. Tatlılar ikram edildi. Akşam namazı vakti geçmek üzere idi, “camiye gidelim, uzak mı?” soruları arasında Arap kardeşlerimizden biri hemen salonda ezan okumaya başladı, diğerleri de kefiye, koltuk örtüsü vs. eline ne geçirdiyse yere serdi ve hemen cemaat oluştu ve akşam namazını eda ettik. Arap dostların böyle pratik çözüm bulmalarını sevdim. Cemaat oluşturmakta bizden daha mahirler.

8 Açılış Programı

Kaldığımız Maarif yurdunda Yunus Emre Enstitüsü Müdürü Ensar Fırat’la tanışma fırsatım oldu. Açılış programındaki güzel konuşması için kendisini tebrik ettim. Arap dostlara ve ilgililere iletmesi için kendisine Salih Mirzabeyoğlu’nun Arapça’ya ed-Devletü’s-sâmiye ismiyle çevrilen Başyücelik Devleti eserini takdim ettim. Çok memnun oldu. Zaten İbdacı gönüldaşlarla irtibatta ve Mirzabeyoğlu’nun bir kısım eserlerini okumuş biri. Müşterek dostlarımızdan bir gönüldaşa burada (Ürdün) çekilmiş bir fotoğrafımızı gönderip sürpriz yaptı. Ensar Bey’e Necip Fazıl’ın Arapçaya çevrilen eserlerinden de bahsettim.

GEZİLER

9Gezi

Hemen her gün gezi oluyor ve bazıları otobüsle uzun yolculuk şeklinde gerçekleşiyor. Ben daha ziyade şehir dışı olanları tafsilatlı anlatacağım. Bu arada şu anımı anlatayım. Bir otobüs yolculuğunda, bir ara Arapçaya da çevirmeye teşebbüs ettiğim Sakarya Türküsü’nü Türkçe okudum. Türkçe konuşma yasağına rağmen şiirdir diye hocalar itiraz etmedi. Müşrifimiz olan Muaz Hoca ise Sakarya Türküsü’nün Türkçe okunuşunu dinledikten sonra duygularını şöyle ifade etti: “Bir kelimesini anlamadım, ancak ruhuma seslenen bir şiir olduğunu hissettim.”

12 Temmuz 2024 tarihinde, Amman’ın yaklaşık 100 km kuzeyinde Filistin-İsrail-Suriye sınırında bulunan, Bizanslılarla Sahabîlerin kumandasındaki İslâm orduları arasında geçen ve Müslümanlara Suriye yolunu açan Yermük Cenk alanını ziyaret ettik. Cenkten sonra veba salgınından dolayı o bölgede şehit düşen büyük sahâbîlerden Ebu Ubeyde b. Cerrah, Muaz b. Cebel ve Şurahbil b. Hasene’nin makamlarını (kabirler) da ziyaret ettik. Yermük Cenginden sonra yine Bizanslılarla Ecnadeyn Savaşının olduğunu ve bu bölgenin kesin olarak Müslümanların eline geçtiğini de hatırlatalım.

11Gezi

Burada Ürdün’le İsrail’in “ortak bölgesi” olan Hazreti İsa’nın mağarası da vardı. Ancak geçen hafta bazı Türkler “ortak bölge” olan bu sınırdan Filistin’e geçmek istemiş ve işgalci İsrail tarafından bazıları yakalanmıştı. Bu hadiseden sonra Türk vatandaşı olanların Hazreti İsa mağarasına ziyareti Ürdün hükümeti tarafından yasaklandığı için otobüsümüz geri dönüp yukarıda isimlerini verdiğim üç sahabînin kabirlerini ziyaretle yetindik. Allah Resûlü’nün, “Kim helal ve haramı öğrenmek istiyorsa Muaz’a sorsun.” diye buyurdukları bu büyük sahabînin huzuruna çıkarken heyecanlandık. Oğlu Abdurrahman da yanında yatıyordu. Veba salgınında önce oğlu ağırlaşıyor ve vefat anında babasının tavsiyesiyle, sabredenlere dair ayeti okuyarak ruhunu teslim ediyor. Bilahare babası Muaz Hazretleri de aynı şekilde ruhunu teslim ediyor. Allah Resulü onun hakkında ayrıca “Allah da ben de Muaz’ı severiz.” diye buyurmuşlar. Daha sonra, stratejik liman kenti Akka’yı fetheden vahiy katiplerinden Şurahbil b. Hasene’yı ve peşinden aşere-i mübeşşereden ve Şam orduları komutanı Ebu Ubeyde b. Cerrah’ın kabirlerini ziyaret ettik. Dua ettik ve Allah katındaki derecelerinden dolayı şefaatlerini diledik.

12Gezi

20 Temmuz C.tesi günü Ceraş Antik Kentini ziyaret ettik. Romalılardan kalma amfi tiyatronun sahnesine oturan 14 yaşındaki Küçük Yusuf o içli sesiyle birden Kur’an okumaya başladı. Sesi tribünde yankılandı ve herkes sustu. Sanki Romalıları (Batılılar) İslâm’a davet eder gibiydi. Daha sonra bunu söylediğim sınıf arkadaşım Yusuf, bu düşüncelerle okuduğunu kabul ederek, “İslâm’a gelmezler ki abi!” diye cevap verdi. “Gelmezlerse cizye verirler!” dedim. Bu cevabım hoşuna gitti.

Ceraş

24 Temmuz Çarşamba günü Amman’ın dışında olan Salt Osmanlı Şehitliğini ziyaret ettik. Birinci Cihan Harbinde İngilizlere karşı Salt Muharebelerinde şehit düşen 300’e yakın Osmanlı askerlerinin kemikleri 1973 senesinde bir mağarada bulunmuş ve burası bizim hükümetin gayretiyle Türk Şehitliği yapılmış. Şehitlerin ruhlarına fatiha gönderdik ve şehitlikte hâtıra fotoğrafı çektirdik.

10Gezi

 27 Temmuz P.tesi günü Ölüdeniz (Lut gölü) ve Mûte Cenginin geçtiği alanın civarında medfun bulunan üç büyük şehit sahâbî Üsame b. Zeyd, Cafer b. Ebû Talip ve Abdullah b. Revaha’nın kabirleri de ziyaret edildi. Daha önce buralara gittiğim için bu geziye katılmadım.

1 Ağustos Perşembe günü Amman’ın dışında bir at çiftliğine gittik. Açık arazide gruplar halinde ücreti karşılığı ata bindik. Onar dakika da olsa arazinin havası, atın üzerinde olmak ayrı bir duyguydu. At farklı bir hayvan, insanı cezbediyor ve dinlendiriyor. At çiftliğinde ceylan ve yavruları, ayrıca yarı evcil ancak zincirli büyük bir papağan vardı. Araplar böyle hayvanları seviyor. Papağanı zincirinden tutup omuzumuza aldık, hâtıra fotoğrafı çektirdik.

15Gezi

2 Ağustos Cuma günü gezi programında olmamasına rağmen bazı arkadaşların organize ettiği ve bazı hocalarımızın da iştirak ettiği Vadi Mucib’e gittik. Gidiş-dönüş 4 km uzunluğuyla ve maceralı şelaleleriyle heyecan verici bir kanyon olan Vadi Mucib’e gitmeye değdi. Kayalar ve şelaleler arasında ilerledik, akıntıyla boğuştuk, şelaleden atladık ve dönüş yolunun bir kısmını can yeleklerimizle yüzerek tamamladık.

13Gezi

6 Ağustos Salı sabaha karşı gün doğmadan Akabe körfezine doğru yola çıktık. Öğlene doğru Kızıldeniz’de bir tekne turuna katılıp biraz da yüzdük. Tekneden dalgıçlık gemisine aktarılan 12 kişiyle birlikte dalgıçlık yapma fırsatım da oldu. Mavi-beyaz-turuncu renkli balıklar, değişik deniz canlıları ve biraz da mercanları seyrettim. Karşı sahilde ise geçen ay Yemen’in füzelerle vurduğu İsrail’e ait Eliat şehri görülüyor. Lanetli kavim İsrail’in bayrağı dahi görülüyor.

VADİ RUM (RAM)

17Vadirum

Aynı gün (6 Ağustos) Akabeden hareketle gezi programımızın zirvesi sayılan Vadi Rum’a (Ram) gittik. Burayı ayrı bir başlıkta anlatacağım ve Arapların telaffuzu olan Vadi Ram ifadesini kullanacağım. Vadi Ram, harika bir çöl. Çölü öbek öbek çevrelemiş şahsiyet abidesi dağları ve ova gibi akan ucu bucağı görülmeyen kızıl rengi çölüyle insanı değişik duygulara sevk ediyor. Bambaşka bir atmosferdeyiz, âdeta dünya içinde ayrı bir dünyadayız. Sonsuzluk hissi veren bir doğa harikasındayız. Öyle ki mekanla bağımız kopmuş, mücerretliğin ve sâfiyetin tadına varmış ve mücerretler mücerredi Allah’ı tefekküre dalmışız gibi. Allah Resûlü’nün nübüvvet gelmeden önce neden çöle, dağlara çekilip Allah’ı tefekküre daldığını daha iyi anlar gibi oldum. Burası çölden öte bir yer veya pek bilmediğimiz çöl kelimesinin “serbest, kendi başına” mânasını çağrıştıran bir yer. İnsan ne kadar nesnelerden uzaklaşır ve mücerret kalırsa o kadar Allah’ı tefekkür edeceğini anlıyorum. Daha çok burada sâfiyet, yalınlık, kirlenmemişlik ve zihnî berraklık öne çıkıyor. Bunun bir hayat tarzı hâline geldiğini düşünürsek, arınmışlık kendiliğinden tezahür eder. Çölde Arapça dilinin yaşaması ve güçlü bir şiirin oluşmasının sebebinin de bu olduğu anlaşılıyor. Ayrıca mahrumiyetin ve acıların, insanın hislerine ve bunun ifade aracı olan kelimelere derin mânalar kattığını da ilâve edelim.

Vadi Ram’a ikindiye doğru geldik. Hemen tek katlı odalarımıza yerleşip gruplar hâlinde Isuzu marka arabalara binip çölde safariye çıktık. On dakikalık bir safarinin ardından bir tepenin eteğinde mola verdik. İsteyenler tırmanarak tepeye çıktı ve oradan vadiyi izledi. Bu tepeyi ziyaretten sonra çölde bir düzlüğe vardık, yere oturarak karşı tepelerin ardından batan güneşi izledik. Daha sonra başka bir tepede mola verdik, kumlar üzerinde cemaatle akşam namazı kılınırken bir kısmımız da küçük bir tepeye tırmanıp yeni giren geceyle birlikte ilahî ve marşlar okudu. Ufukta kızıllık yeni belirginleşmeye başlamıştı. Bu arada, cep telefonunun fotoğraf ayarlarını ustaca yapan Halil Hadra isimli arkadaş benim ayın altında oturuşumu net bir şekilde görüntüledi.

Obamıza döndüğümüzde, gün boyu kumun hararetinde pişen akşam yemeğini bizim gözlerimiz önünde gömülü olduğu yerden çıkardılar ve açık büfe olarak bizlere takdim ettiler. Yorgunluğumuza rağmen gece 11-12 arası Hoca nezaretinde, cıvıl cıvıl yıldız kaynayan gökyüzünü bir saat kadar izledik. Hocamız, yıldız ve gezegenlerin isimlerinin Arapçadan İngilizceye geçtiğini, güneyde Akrep takımyıldızını ve akrebin kalbini, kuzeyde kutup yıldızı ve kürsü takım yıldızını, yaz üçgeni denen tepedeki üç parlak yıldızı (vega, altair ve denep) vs. anlattı. Ayrıca dünyamızın da içinde bulunduğu, çubuklu bir sarmal ve bir ışık şeridi olarak çıplak gözle çok rahat bir şekilde gördüğümüz, Türkçede Kehkeşan ve Hacılar Yolu da dediğimiz Samanyolu galaksisinden ve onun Arapça isimlerinden bahsetti. Ben ise Arap hocalara, Baran dergisi sitesinde bulunan, “İslâm’ı Gökler Yükseltti, Hristiyanlığı ise Gökler Batırdı” başlıklı yazımdan bahsettim ve meseleye ideolojik bir bakış açısı kazandırması açısından bu yazıyı tavsiye ettim. Tercüme edip okuyacaklarını söylediler. Zaten gezi grubumuzda bu yazı paylaşılmıştı. İmam Gazâlî’nin “Astronomi bilmeyen kimse Allah’ı tanıma hususunda noksan kalır” sözünü de ideolojik bir çerçeve açısından hatırlattım. Bu minvalde Kepler, Kopernik ve Galilei’den de kısaca bahsettim.

Ertesi gün fecir vakti kalktık, sabah namazını edadan hemen sonra develere bindik ve başka bir vadiye gittik. Develerden inip çöle oturarak karşı tepelerden doğan güneşi izledik. Kumun kızıl rengi, dümdüz sathı ve alabildiğine derinliği insanın kirlenmemiş fıtrî duygularını açığa çıkarıyor. “Tabiattan geldik, tabiata gideceğiz” değil, “Allah’tan geldik,
Allah’a döneceğiz” fıtrî duygusunu. Zira tabiat bir şuur belirtmez ve bize “Doğru Yol” hakkında bir şey söylemez. Bu vesileyle şunu ifade edeyim ki insan için bu kadar mücerret kavram ve dil denen mucizenin olması onun bir amaç için yaratıldığının başlı başına bir delilidir. İnsan düşünmeden duramaz ya ulvî ya süflî düşünür. Ayrıca şu nokta önemli. İnsanda olan sonsuzluk hissi nereden geliyor? Sadece bu husus bile öteler âlemi ve Allah’ın varlığının bir hüccetidir. Peki, insanın bu tefekkür vasfı neye ve hangi gayeye işaret eder? Tabii ki Yaratıcıyı tefekkür ve bulma gayesine. İşte bende Vadi Ram’ın özeti budur.

Vadi Ram’ın hasretini geride bırakarak öğlene doğru oradan ayrıldık Petra’ya doğru yöneldik. Yolda Osmanlı’nın Hicaz demiryolu ve istasyonunu ziyaret ettik. Lokomotifler ve bir istasyon vardı. 1916 senesinde Cihan Harbi esnasında isyancı Arap aşiretlerinin bu tren istasyonunu ele geçirişi ve Osmanlı askerlerini esir edişi, istasyonun iç duvarında tasvir edilmişti. Tabii bu tasvirler hoşumuza gitmedi. Mekke-Medine şerifi Emir Hüseyin’e Osmanlıya karşı İngilizlerle iş birliğinin bedeli olarak, söz vermelerine rağmen Hicaz yerine Ürdün verilir ve burası 1946 yılına kadar İngiliz mandası olur. İstasyonun iç duvarında bir şey daha dikkatimi çekti. Arap aşiretleri Osmanlıya karşı kışkırtmakla meşhur olan İngiliz ajanı Lawrens’in iki filminin afişi iftihar vesilesi olarak duvarlara asılmış. Bizim için utanç vesilesi bir hadise, Ürdün yönetimi için (dikkat edin Arap halkı için demiyorum) iftihar vesilesi olmuş.

Vadi Ram dönüşü Petra ziyaretine ise yıllar önce yaptığım için ben dahil olmadım. Pahalı bulan bazı arkadaşlar da girmedi. Oradaki bir mescitte, yurda dönüşte gireceğim YÖK dil sınavı sorularına çalıştım ve biraz da uyudum. Gece yurda döndüğümüzde saat 12 olmuştu.

BAZI MESELELER

Çoğumuz Türk ve Hanefî olmamıza rağmen Ürdün’de gördüğümüz
Şâfiî mezhebi uygulamalarına hemen uyulduğunu da gördüm. Mesela Şâfiî mezhebinde müsaade edilen yolculukta öğlen ile ikindi veya akşam ile yatsı namazını cemederek kılma uygulamasını bilhassa otobüs yolculuğunda rehberimiz olan Arap hocalar bize de telkin etti. Çoğunluk kolayına geldiği için uydu. Ancak ben ve bazı arkadaşlar itiraz ettik. Hanefî mezhebinde namazı cemetmenin sadece Hac’da olduğunu, Hanefîlerde eda edilemeyen namaz için kaza olacağını, ancak cem olamayacağını, zaten ortada bir zaruret de bulunmadığını (gezi yapıyoruz) söyledim. Arkadaşların mezhep mevzuunda gevşek olması, kendi mezhebinin uygulamasına bakmadan kendi aklına ve rahatına göre davranmasını eleştirerek, “Her gittiğiniz yerin mezhebine uyarsanız bu omurgasızlığa sebep olur. Bağlı olduğunuz mezhep imamları böyle durumlar için icazet veriyor mu, hiç baktınız mı?” diyorum. “Buna kim karar verecek?” diyerek kendi aklını karar/içtihat mevkiinde görenler de oluyor. Bunun üzerine aklıma gelen bir iki ismi sayıyorum, “Mesela Elmalılı Hamdi Yazır, mesela Ömer Nasuhi Bilmen gibi isimler buna icazet verdi mi?” diyorum.

Hemen gördüğüne veya hoşuna gidene uyma tavrı hoş değil. Yani bir mezhebe tâbi olmanın zarureti idrak edilmediği için terki de çok kolay oluyor. Sorgulamadan kabul, sorgulamadan redde yol açıyor. Başka misaller vereyim. Cemaatle kılınan namazda imamın Fatiha’yı sesli okumasından sonra Şâfiîlerde yüksek sesle cemaatin “âmin” demesi uygulamasını çoğu Hanefî olan yurdun mescidinde bizim de sürdürmemiz ve keza aynı şekilde kameti kısa olarak okumak gibi. Bunlar uygulamada büyütülecek hususlar değil, ancak şunu demek istiyorum ki Hanefî isek Hanefî gibi davranalım, Şâfiî isek ona göre davranalım. Yani her gittiğimiz yerde mezhep değiştirir gibi tutarsız bir pozisyona düşmeyelim. Dikkat edilecek husus şudur ki mezhep hassasiyetinin olmaması, usulsüzlüğe ve bunun da itikadî problemlere sirayet edeceğidir. Bu da “ideolojik şuur” ile mezheplerin yakın alâkasını gösteriyor. İşin aslında Hanefîyim diyenlerin bir kısmı mezhepler üstü (mezhepsiz) bir anlayışa sahip, ancak bunun farkında değil. Şâfiî mezhebinden bahsetmişken onlarda savaş durumlarında farz namazlarda rükûdan kalktıktan sonra elleri kaldırarak ayakta kunut duası denilen düşmana beddua etme usulü var ki Filistin-İsrail savaşı sebebi ile yapılan bu duayı namazlarda imamlar sık sık yapıyor. Ben ise bu duaya katılırken ellerimi kaldırmadım, sonra yanımdakinin uyarısıyla kaldırdım. Böyle bir duaya icabet etmemek gibi bir görüntü de vermek istemedim.

M. Kemal hakkında bazı tarihî hadiselerin yorumundan yola çıkarak, onu temize çıkarır veya ona haksızlık yapıldığını ima eden tavra da şahit oldum. Onun Allah ve peygamber düşmanlığının net olduğunu ve ona en ufak bir muhabbetin imanı tehlikeye atacağını kesin bir dille söyledim. Onun hakkında önceki Müslüman nesillerin “ahbes” dediğini hatırlattım. “Bu kelime ne demek?” diye sorana da “Arapça biliyorsun!” demem üzerine hemen mevzuyu kavradı ve sustu.

Bazı arkadaşlarda gördüğüm, çekingenlik ve zoru görünce hemen vazgeçme şeklindeki olumsuz huylardan da bahsedeyim. Birincisi ezikliğe yol açarken ikincisi konfor düşkünlüğü ve bencilliğe sebep oluyor. Ayrıca disiplin bize sıkıcı geliyor ve kendi kendimizi disiplin hasleti gelişmemiş olup dışarıdan dürtüş bekliyoruz. Halbuki düzenli hareketler düzenli düşünceler doğurur. Mesela namaz, en büyük disiplindir ve bize maddî ve mânevî birçok zenginlik kazandırır. Üniversite bitirme ve diplomadan öte ideallere ihtiyaç olduğunu, o zaman disiplin kavramının da tam yerini bulacağını ifade edeyim. İdeal yokluğu veya hayata anlam katmamak tembelliğe, tembellik ise sıkıntıya yol açıyor. Şu hususu da belirteyim ki burada eğitim yanında bir tatil havası da var, ancak bazı Türk öğrencilerin devamlı yemek ve tatlı muhabbeti yapması ise bana fazla geliyor.

ARKADAŞLIKLAR

18Arkadaşlıklar

150 kişi kapasiteli Maarif Erkek Öğrenci Yurdu tam dolu. Akdem öğrencilerinin çoğu burada kalıyor. Az sayıda cıvar otellerde kalan da var. Ayrıca bu yurtta Akdem harici başka guruplar da kalıyor. Yurtta kalanların çoğu İmam Hatip veya ilahiyat öğrencisi, tabii diğer fakültelerde okuyanlar da var. Civarda otellerde kalanlar hem yemeğe hem öğleden sonraki derslere ve geziler için otobüslere binmek için yurda geliyor. Maarif Yurdu bu kadar kalabalık olmasına rağmen arkadaşlar arasında bir tartışma ve geçimsizliğe şahit olmadım. Birbirinden geçilen iki odada kalıyoruz. Aynı banyoyu kullandığımız oda arkadaşlarım ise Mustafa Alkan (bankacı ve 40 yaşlarında), Ali Osman Ateş (Marmara ilahiyat öğrencisi) ve Yusuf Tunç. Hepsi temizliğe riayet eden ve uyumlu arkadaşlar. Ayrıca diğer arkadaşlardan Yusuf Ünal, Adil Mert Manzak, cana yakınlığıyla temayüz eden Urfalı ve İstanbul’da Avukat Celal Öncel ve yurdun maskotu olan 16 yaşındaki Abdülkerim Taşbaşı’yı sayayım. Tabii isimlerini zikredemediğim birçok arkadaşım da oldu. Hepsinin Allah’ın adamı, askeri ve dostu olmasını temenni ederim. Nefsi için çalışan “insancık” değil, soylu bir dava için kendini yetiştiren ve bu uğurda fedakârlık eden “sahici insan” olmalarını Rabbimden dilerim.

Benim oda arkadaşım Pakistan asıllı İngiliz vatandaşı İftihar Bey benim yaşıma yakın olup üst ranzamda kalan medrese kökenli Zaim Üniversitesinde psikoloji okuyan Ahmet Salih Kartal ise 21 yaşlarında. Aramızda yaklaşık 45 yaş farkı olmasına rağmen Ahmet Salih bizimle çok uyumlu ve iki yaşlı adamla aynı odayı paylaşmaktan çok memnun. Ahmet Salih Pakistanlı dostumuzla bazen Arapça bazen İngilizce anlaşırken bana da Arapça konusunda yardımcı oldu. Ahmet Salih kapanış programında sunuculuk da yaptı. Kendi aramızda tertip ettiğimiz şınav yarışmasında da bir arkadaşlarla beraber (Talha Alagöz) birinci oldu. Futbol maçında da bize küçük Yusuf’la zor anlar yaşattı. 14 yaşında Küçük Yusuf (Bozkurt) ve onun oda arkadaşı ve akranı Mustafa Bodur, aynı zamanda benim derslerde sıra arkadaşlarım. Genç ve çalışkan arkadaşlarla bir arada olmaktan memnunum. Onların da benden memnun olduğunu hissediyorum. 

Arkadaşları ideolojik açıdan değerlendirirsem, geneli itibariyle İslâm’a tâbi olmuş, iman selâmetine ermiş olduklarını söyleyebilirim. Bir kısmında gözlemlediğim, Fetö’nün ve bazı ilahiyatçıların zehri olan “ılımlı İslâm” anlayışının izleri mevcut. Siyasî bir bilince sahip olmadıkları veya ılımlı İslâm zehrini üzerlerinden tam atamadıkları için ideolojik olarak net tavır almakta zorlanıyorlar ve bazı konularda mezhepler üstü ve modernist zihniyete kayma söz konusu oluyor. Bunun sebebi de bir dünya görüşü demek olan Necip Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü’nün idrak edilememesi ve “İslâm inkılabı” şuurunun olmaması. Mütefekkir Necip Fazıl’ın çağımızda İslâm düşüncesinin öncü rolünün anlaşılmaması bazı hibrit düşüncelere yol açmaktadır. Bu da yeni Fetö’lere açık bir hâle getiriyor bu kitleyi. Batı da bunu bildiği için modernizm-post modernizm gibi sulandırılmış İslâm anlayışlarını bizlere pompalamakta, yerli oryantalist diyeceğim bazı ilahiyatçılar eliyle de altın değerindeki mezhepler (mezhep usul demektir ve usulsüz din olmaz) ve sapasağlam Hadis Müessesi tartışılmakta, iman ve itikatlar üzerinde şüphe tohumları ekilmektedir. Hadislerdeki zayıf-kuvvetli mevzu hadisçiler arasında teknik bir mevzu olup dinî hükümlerin billurlaşması hususunda bir mesele teşkil etmez. Çünkü mutlak müçtehit mezhep imamlarımız, bir sistematik dahilinde amelî ve itikadî hükümleri çerçevelemişler ve ehl-i bid’ate karşı İslâm binasını hisar altına almışlardır. Yani herkesin müçtehit olup ortalığı karıştırmasına gerek yoktur. İncil gibi kutsal metinlerinin durumu meydanda iken hadislerle ilgili tartışma çıkaran Batılıların ve içimizdeki modernistlerin yapmaya çalıştığı ise aynı şeydir. Böylece Batı ile tam hesaplaşmak için gereken aksiyon tavrına geçmemiz gecikmekte ve bu da İslâm âleminin kurtuluşunu engellemektedir.

Filistin’e ağlıyoruz, ancak kendi ülkemizde İslâm’ın tam iktidarı için ne ve neler yapıyoruz? Tayyip Erdoğan’ın gölgesine sığınmaktan öte şeyler yapmalıyız. Nerede İslâm inkılâbı kadrosu ve bunu yetiştirme çabası?

Şunu da ifade edeyim ki ne kadar yanlışı olsa da bunlar bizim gençlerimiz, bizim halkımız! Ayrıca kendimizi halktan ayrı ve hatadan münezzeh de görmüyoruz. Beraber kurtulacağız ve İslâm âlemini de beraber kurtaracağız inşallah. Bu arada, içimizdeki gizli imansızları (şeriata külliyen teslim olamayan, mucizeleri akla uymadı diye reddeden gibi) ve Batı ile Batıcı fikirleri dost edinenleri dost olarak görmediğimizi/göremeyeceğimizi belirtelim. Bir de şu hususu arzedeyim. İman selâmetine ermek çok iyi, ancak iman ettiysek kendimizi hemen kurtulmuşlardan sanmamız çok lüks ve yanlış bir düşünce. Sadece “İman ettik!” demeyle kurtuluş olsaydı, Şeriat ölçüleri neden var? Ayrıca kıyamet gününün dehşetini unutuyoruz. “Korkutmayalım, sevdirelim!”, ancak bu kadar rahat ve emniyet duygusu nereden geliyor? Nemelâzımcılıktan mı? Kısaca rahatız, dertsiziz, fikirsiziz!

Aramızda bir selefînin olduğunu da ifade edeyim. Ebu Hanzala’nın Tevhid Meâli isimli Kur’an mealini okuyor, sahâbîlerin mezarlarını ziyaret etmiyor. Otobüs yolculuğunda kulak misafiri oldum. Bu selefî arkadaş yanındakine, Osmanlı’nın namazlardan sonra tesbih çektirerek bid’at işlediğini söyledi. Dayanamadım, “Camide tesbih çekmek bid’at mı oluyor, bu nasıl bir düşünce? Namaz cemaatle eda edilmiş, tesbihi beklemek istemiyorsan dışarı çıkarsın!” dedim. Koskoca Osmanlı uleması yani Molla Hüsrev, Molla Fenârî, Akşemseddin, Şeyhülislâm İbn Kemal ve Ebusuud gibi isimler anlamamış da İbn Teymiyye ve onun çırakları selefîler bunu anlamış?! O kişiye benim “Selefîyye/Selefîlik" yazımın linkini attım. “Okuyacağım abi” dedi. Ancak değişmesi zor görünüyor. Bu genç arkadaş, sakalını da bir karış uzatıyor.

17 Temmuz 2024 Çarşamba günü, Van eski müftüsü ve Aylık Baran dergisi yazarlarından Nimetullah Arvas Efendi dergiyi ziyaret etmiş. Ben Ürdün’de olduğum için bulunamadım, ancak kendilerinin selâm ve duaları bana ulaştı. Aleykümselam, Allah razı olsun.

Ürdün’de iken bir erkek öğrencinin babaannesi, bir kız öğrencinin de dedesi vefat etti, bizden dua ve Kur’an okumamızı istediler. Gurbette iken bir yakının vefatı ve ona ulaşamamak çifte acı. O arkadaşlara üzüldüm ve dua ettim. Bazı sureler okuyup ölülerin ruhlarına gönderdim.

17 Temmuz 2024 tarihinde müşrifimiz Muaz nezaretinde Ürdün Üniversitesini ziyarete gittik. Üniversite bahçelerinde öğrencilere Arapça olarak, “Üniversitede yeni başlayan öğrencileri ne diye isimlendiriyorsunuz?” diye sorduk. Şirinler mânasına gelen bir kelime söylediler. Sonra sohbeti koyulaştırdık. Onlara Necip Fazıl’dan, Türkiye’deki İslâmcı hareketten biraz bahsettim. Maalesef Necip Fazıl’ı bilmiyorlar. Benim gayretim ve “İttihad-ı İslâm” odaklı konuşmam onları etkilemiş olacak ki içlerinden biri elindeki iri taşlı açık yeşil renkli fosforlu tesbihi bana hediye etti. Önce almak istemedim, baktım davranışı çok hasbî. Tesbihi aldım ve teşekkür mahiyetinde genç Arap arkadaşı kucakladım.

Maarif Yurdunda tanıştığım 29 Mayıs Üniversitesi İlahiyat fakültesi öğrencisi Ahmet Can, Ürdün Üniversitesinde İslâmî İlimler hocalarının selefîliğe net tavır koyduğunu ve Ehl-i sünnet çizgide olduklarını söyledi. İbda fikriyatını benimsediğini ve Baran sitesini takip ettiğini ifade etti. Şunu da belirteyim ki bir İBDA’cı ile konuşmak çok farklı oluyor. Zira aynı dünya görüşüne sahip olmak hadiseleri değerlendirirken bir istikamet ve nisbet noktası demek olup çok hızlı yol alabiliyorsun. Diğerlerinde genelde bir dünya görüşü de olmadığından amaç aynı da olsa farklı sonuçlar çıkıyor, ortak hareket noktası zor temin ediliyor. Buradaki gençlere Baran’ın sitesinin telefon uygulaması olduğundan bahsediyorum. Bir kısmı telefonuna indirip siteyi inceliyor. Aldığım geri dönüşler, sitedeki haber-yorum ve makalelerde kendi hissiyatını buldukları şeklinde oluyor.

19Arkadaşlıklar

Maarif Yurtlarının üst düzey bir yöneticisi ile sohbetimizde Necip Fazıl’ın öncü ve kurucu rolü anlaşılmadan İslâmcı hareketin sağlıklı yürütülemeyeceği, onun sadece şair olarak görülmesinin yanlışlığı ve bu sebeplerden dolayı Müslümanların modernizmin altında ezildiği, ümit ve aksiyonun birlikte yürütülmesi gibi mevzulara temas ettim. Bir zamanlar Necip Fazıl ve kısmen de Salih Mirzabeyoğlu okumuş olmasından dolayı bu tesbitlerime katılmış olmasına rağmen fikir nisbetini sürdürememiş ve ıslahatçı değil, inkılâpçı şuur kazanamamış olduğundan dolayı Dücane Cündioğlu’nun laiklikle İslâm’ı sentezlemeye kalkan mihraksız felsefî aklı ve İsmet Özel’in aksiyondan uzak boş isyan şiirleriyle kafası karışmış vaziyette. Gençler bu açıdan daha iyi, en azından saf ve ideal yönleri var.

KÜLTÜREL İLETİŞİM DİLİ

20Kültürel

Yunus Emre Enstitüsü Ürdün Müdürü Dr. Ensar Fırat, 29 Temmuz Pazartesi akşamı yemekhanenin bahçesinde “Kültürel Etkileşim ve Öteki Algısı” isimli bir sohbet verdi. Ensar Bey, üniversiteyi Ürdün’de okumuş, Anadolu Ajansında görev yaptıktan sonra Fas’ta Yunus Emre Enstitüsü’nü yönetmiş, sonra aynı vazife için Ürdün’e gelmiş biri. Ötekileştirme tavrının Batı’dan geldiğini belirterek bilhassa Müslüman ülkeler arasında ötekileştirme olamayacağını, dinin altında yer alan kültür ve coğrafî farklılıkları ise tanımamız gerektiğini söyleyerek yaşadıklarından misaller vererek izah etti. Ürdünlülerin her Arap ülkesinde olmayan bir misafirperverliğe sahip olduğunu, öyle ki misafiri evlerine ayakkabılarını çıkartmadan aldığını, bizim bunu biraz da önyargı ile “temizlikten anlamıyorlar!” diye küçümsediğimizi, halbuki misafire saygılarından bunu yapıp daha sonra evlerini temizlediklerini, bâdiyede (çöl) çadırda ayakkabılarıyla halı üzerine bastıklarını, orada sıcak iklim ve kuru havadan dolayı çamur olmadığını, sulak bölge ve çamuru bol olan bizim bunu temizlik ihlâli olarak yanlış anladığımızı söyledi. B ir Arap’ın bizi hemen evine davet edebileceğini, ancak onu zor durumda bırakmamak için bu daveti hemen kabul etmeyip durumu hakkında bilgi öğrenip ziyareti haberli yapmamız gerektiğini söyledi. Ensar Bey, Âdem kelimesinin esmer tenli insan, başka bir rivayete göre ise ıslah eden, güven ve selâmette olan mânasına geldiğini, Yunus Emre’den sık sık kullandığımız, “gelin tanış olalım!” sözünün Kur’an’dan alınma olduğunu, Allah’ın “halifesi” olan insanın farklılıkları da temsil etme yeteneğinin bulunduğunu ifade etti. Âdem kelimesinin yüzey, toprak ve yerle ilişkili mânasındaki “edeme” kelimesinden geldiğini ve toprağın esmer renginden hareketle düşünürsek söylenenler daha iyi anlaşılır. Ayrıca Ensar Bey, ötekileştireceksek Allah’ın hukuku temelinde gayri müslimlere yer gösterileceğini, tarihten ve günümüzden misallerle anlatır.

Günümüzden bir misal olarak, Ürdün Üniversitesinde okul arkadaşının isminin Ömer olduğunu ve mezun olurken onun Hristiyan olduğunu öğrendiğinde, isminin sebebini sorduğunu, cevaben, bunun iki sebebi olduğu, birincisinin babasının Hz. Ömer’i çok sevdiği, ikincisinin ise Ömer isimli sevdiği bir Müslüman arkadaşının bulunduğunu söylediğini nakleder.

Sohbetin sonunda sorular bölümünde ise Arap âleminin birlik olmamasını, ırkçılık ve bencillik olarak izah eder ve şöyle bir misal verir: “Mesela Fas, büyük Fas rüyası görerek Yeni Sahra bölgesinin ayrılmasına karşı gelir. Cezayir Fas’ı çekemez ve Yeni Sahra’yı destekler. Tunus ve Libya coğrafî olarak bir devlet olması gerekirken ayrı olur. Aslında hepsi Cezayir mıntıkasıdır. Bu ülkeler, başta Tunus olmak üzere Mısır, Suud, Suriye dahil hepsi, Filistin davasına yalnız kendilerinin sahip çıktığı şeklinde bir benlik sahibidir. Bu da birleşmenin önünde engeldir.”

Arap ve Türk ırkçılığı mevzu üzerinde duran ve “Türkiye’de Suriyeli mülteci düşmanlığı yapılarak İslâm birliği davası güdülemez.” diyen Ensar Bey, Sezai Karakoç’un mealen, “Halep ve Şam bizimdir demek için Ankara ve Konya Suriyelilerindir demek gerekir.” sözünü de nakleder. Mevzuya katkı için ben de Salih Mirzabeyoğlu’nun son konferansında söylediği, “Bendeki sen ve sendeki ben hakkında bir fikir sahibi olun!” sözünü naklettim. Ensar Bey, “Bu harika bir tesbit. Bakışımız bu olmalı!” diye duygularını ifade eder.

Yine sohbet sonucunda Ensar Bey bana, Türkiye’yi ziyaret eden Faslı düşünür Tâhâ Abdurrahman’ın, Necip Fazıl’dan rastladığı alıntıların ilgisini çektiğini, ancak onun kitaplarını okumak istediğini, Necip Fazıl’ın Arapçaya tercüme edilen eserleri olup olmadığını sorduğunu söyledi. Daha önce kendisine Necip Fazıl’ın Arapçaya tercüme edilen eserlerinden bahsettiğim için şimdi bunu detaylandırmamı istedi. İstanbul’dan dergiden yardım istedim. Arkadaşlar da hemen yerine getirdiler. Üstad’ın Arapçaya tercüme edilen 4 eserin künyesini ve nerede bulunabileceğini söylediler. Bununla birlikte ben, birkaç gün sonra Amman’ın meşhur çarşısı Vasatülbeled’e gidip daha önce adresini öğrendiğim yerden Üstad’ın er-Recülü’s-sanem-Mustafa Kemal Atatürk kitabından dört tane aldım, birini Ensar Bey’e hediye ettim. Bu kitabın ve Necip Fazıl’ın yakın tarihle ilgili tesbitlerinin ehemmiyeti hakkında şunları da söylemek istiyorum. Dostu ve düşmanı tanımak için yakın tarihi ve Osmanlının yıkılışını iyi bilmek gerekir. Hesaplaşmanın miladı orada ve aradan 100 sene geçse bile aynı hesaplaşma sürecindeyiz, yani aynı meselelerle muhatabız. İleriye doğru emin adımlar atmak istiyorsak bunların bilinmesi şart. Günümüzde aktörler değişse bile bugün yaşadığımız sıkıntıların kaynağı orada. Bir milletin tarihiyle yüzleşmeden ileriye bakması, fetih ve oluş gerçekleştirmesi ise mümkün değildir.  Türkiye’ye dönünce de Tâhâ Abdurrahman’a Üstad’ın Arapçaya çevrilen üç eseriyle (O ve Ben, Put Adam ve Abdülhamid Han) Mirzabeyoğlu’nun Başyücelik Devleti eserinin Arapçasını posta yoluyla yolladık. İnşallah yerine ulaşır ve hayırlara vesile olur.

30 Temmuz Salı günü akşamı Maarif Yurdu yemekhane bahçesinde Dr. Ömer Haydar Osman, 100 kadar Türk öğrenciye, İsrail Oğullarının Sapkınlıkları başlıklı Arapça bir sohbet verdi ve bu isimdeki kitabını tanıttı. Kur’an ayetlerinin tafsili ve tefsiri merkezli bu kitabın tanıtımında, “Beni İsrail’in, “Doğru Yol”u biliniyorken ondan sapmak mânasında yaptığı tahrifatları, onların geçmişte ve günümüzde yaptığı fesatların hiçbir zaman değişmediği ve sorunlu bir kavim olmalarının onların kanına işlediği gibi hususları anlattı. Kur’an’da geçen Yahudilerin dünyayı iki kere ifsada vereceğini bildiren ayetteki ikincisinin 1948 yılında İsrail diye bir devletin kurulması olduğu şeklindeki yorumunu da ekledi. Sohbetin sonunda yapılan yarışmalar neticesinde onun imzalı bir kitabını hediye olarak kazandığımı da belirteyim.

ARAP AİLEYİ ZİYARET

Üç arkadaş ve hocamızla ziyaret ettiğimiz Arap ailenin bize ikramı görülmeye değerdi. Önce kahve ve benzeri içecekler ikram edildi. Daha sonra bir tepsi etli pilavın ortasında yer aldığı bir sofraya oturduk. Bize acımış olmalılar herhalde (mâlum onlarda el ile yemek yeme alışkanlığı var) hepimizin önünde tabaklar vardı, tepsiden istediğimiz kadar aldık. Tabii ev sahibinin ısrarıyla tekrar aldık. Ben etli pilavın yanında soğuk içecek olarak kerkedeyi aldım. Yeşillik, turşu vs. boldu. Sofradan kalktık yine hafif bir içecek ikramı yapıldı. Bir yandan da sohbet devam ediyor. Daha sonra bahçeye geçtik. Bu sefer kuruyemiş ve meyve ikramı oldu. Biz yanaşmıyoruz, ancak ev sahibi meyveleri soyup önümüze koyuyor. Sonra dondurma geldi. Ben sohbeti koyulaştırmak istiyorum, ancak ikramın ardı arkası kesilmiyor. “Tamam yeter” diye isyanlara geçmişken, “künefe var!” dediler. Mâlum künefe Ortadoğu’nun geleneksel tatlısı bir şey dememiz mümkün değil. Zaten gelirken biz de künefe almıştık. Çay veya kahveyle birlikte künefeyi de yedik. Gerçi ben ziyareti organize eden Üstazımız (öğretmen) Bilal Hoca ile bir porsiyonu paylaştım. Böylece akşam namazına geçtik, bahçede cemaatle eda ettik. Çıkarken de ev sahibinin yeni doğacak evladını hatırlayarak, nakdî bir hediye takdim ettim, iyi de oldu.

Ziyaret ettiğimiz Arap aile ile siyasî, kültürel, ahlâkî, ekonomik vs. birçok mevzu konuştuk. Ev sahibimin ismi Habip, arkadaşının ise Âsım. İkisi de İslâmî İlimler okumuş, Habip öğretmen, Âsım ise Türkiye’den ithalat yapıyor. Filistin-Ürdün ilişkilerini soruyorum. Asım, “Türkiye’de güneydoğuda Kürt-Türk ayrımı olduğu gibi Ürdün’de de Filistin-Arap ayrımı var. Bazı Araplar, dışarıya karşı yaptığı gibi kendi ırkına karşı da ırkçılık yapıyor” dedi. Ümmetçi anlayış olmayınca bunun yerine bölgesel ve çıkar anlayışı baş gösteriyor. Öyle ki aynı ırk mensupları arasında da bu oluyor. Ben, Necip Fazıl’ın Arapçaya tercüme edilen dört eserinden (er-Reculü’s-sanem-Put Adam, Hüve ve Ene-O ve Ben, Halku İnsan-Bir Adam Yaratmak ve Abdülhamid Han) bahsettim ve baskısı eski olan er-Recülü’s-sanem’in kime dair olduğunu sordum. “Mustafa Kemal mi?” diye cevap verdi. Türkiye’de İslâmcı-Batıcı kavgasının İslâm âleminin geleceğini belirleyeceğini, Batı ile hesaplaşmanın en ileri boyutta Türkiye’de olduğunu ve bundan dolayı Türkiye’nin İslâm âleminin lideri olacağını, Arap âleminde böyle bir canlılığın olmadığını ifade ettim. Buna tereddütsüzce katıldı ve Tayyip Erdoğan kazandığında Amman’da sokaklara çıkıp gösteri yaptıklarını söyledi. Başka Arap ülkelerine gidip gitmediğimi sormaları üzerine, 1992 senesinde Saddam Hüseyin’in İBDA bağlısı Taraf dergisini daveti üzerine Bağdat’ta yapılan İslâm halk konferansına katıldığımı ve yaptığım konuşmada “İslâm’ın bayrağı, tekrar Türkiye’de yükselecek” tesbitimin coşkulu bir alkış aldığını ifade ettim. Bu hissiyata hemen katıldılar.

KAPANIŞ PROGRAMI

21Kapanış

8 Ağustos Perşembe günü, İslâmî İlimler Üniversitesi salonunda kapanış programı düzenlendi. Üniversitenin duvarlarında büyükçe Şâfiî, Hanefî, Mâlikî Fıkhı Fakültesi yazıları dikkatimi çekti. Selefiliğe yol açtığı için Ürdün hükümeti Hanbelî fıkhıyla ilgili bir bölüm açmamış. Programda konuşmalar yapıldı, sertifikalar verildi, öğrenciler Arapça tiyatro sahneledi, bazı öğrenciler dil eğitimi ve hocalar hakkında esprili bir dille konuşmalar yaptı, sürpriz olarak ailelerden gelen videolar seyredildi, toplu fotoğraflar çekildi ve ikramlar yapıldı. İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesinden öğrencilerin eğitimini gözlemek için gelen, bizimle bir toplantı yapan ve bazı gezilere de katılan İlhan Yalım Hoca da bir konuşma yaptı ve program sonunda İZÜ öğrencileriyle toplu fotoğraf çekildi. Rektörün bizi kabul edeceği de bildirildi. Üniversitenin Ürdün’e bir görevli gönderip eğitimi kontrolü güzel bir davranış.

Ürdün Arapça Yaz Kampından döndükten iki hafta sonra, 27 Ağustos 2024 tarihinde rektörle görüşmemizi de hâtıralarıma ekleyeyim. İZÜ rektörü Ahmet Cevat Acar, hepimize dil kampından memnun kalıp kalmadığımızı sordu. Ahmet Cevat Bey, Türkiye’de âdeta dil öğretilmemek için gayret edildiğini, en fasih Arapça ve Londra’daki İngilizcenin öğretilmek istenmesinin buna yol açtığını söyledi. İZÜ’den sadece İslâmî İlimler bölümünden değil, Psikoloji, Tarih, Arapça Öğretmenliği gibi bölümlerden de dil kursuna katılım olmasının iyi olduğunu ifade ile bu tür faaliyetlerin destekleyici ve pekiştirici olduğunu, ancak esas eğitim yerine geçmeyeceğini hatırlattı. Dil eğitimi faaliyetlerinin mimarı rektör yardımcısı İsmail Küçük Hoca ise “Dil olayı, bu iş olmayacak denecek bir şey değil. En büyük sıkıntımız özgüven. Mülteci düşmanlığından etkilenir gibi kendi ırkdaşlarımızla değil, yabancılarla konuşmalı ve dil becerimizi geliştirmeliyiz.” dedi. Ürdün’de Roma eserlerini ziyaretten bahsedilince rektör Bey, “Türk-İslâm eserleriyle ilgilenin. Roma dönemi eserlerini Ortadoğu’yu sahiplenmek için ön plana çıkarıyorlar.” dedi. Ben de, “Ürdün’de Roma eserleri parlatılıyor. Burada 400 yıl hüküm süren Osmanlı eserleri ise ön plana çıkarılmıyor. Müzelerde de bunu görmek mümkün” dedim.

10 Ağustos Cumartesi günü bizim kafile İstanbul’a döndü. Diğer kafile ise bir gün sonra geldi. Dil eğitimi ve gezilerle dolu geçen Ürdün Arapça Yaz Kampı da böylece nihayete erdi.

Aylık Baran Dergisi, 31. sayı, Eylül 2024