(Kâzım Albayrak’ın, 24 Mayıs 2024 tarihinde Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğrencileriyle kitap-kafede başlayıp camide devam eden sohbetin tam metnini yayınlıyoruz.)

Değerli gönüldaşlar!

Necip Fazıl’ın vefatının 41, Salih Mirzabeyoğlu’nun 6. sene-i devriyesinde onları rahmetle anarak sözlerime başlıyorum. Önce usul davasının ehemmiyetinden, daha sonra ilim, akademik akıl, irfan, hikmet, ideoloji/ dünya görüşü, sanat ve aksiyondan ve bunların birbiriyle ilişkilerinden kısaca bahsedeceğim.

Usul Davasının Tanımı, Tasnifi ve Ehemmiyeti 

Usul mevzuu çok önemli. Öyle ki ilimlerin üstünde yer alıyor. Usulde öncelikle dikkat edilecek noktalar, bütüncül yaklaşım olması, anlayışlarımızı tecdid ve ihyanın da bir usulünün bulunmasıdır. 

Usulde de küll-cüz (tümel-tikel) ayırımı olduğuna dikkat çekerek şöyle tasnif edebiliriz: 1) Usulüddin. Dinin temel hükümleri, paradigma, tümeller manasındadır. Nasıl bir İslâm anlayışına sahibiz meselesidir. Buna, temel düşünce sistematiği de diyebiliriz. Ehl-i Sünnet, selefi, reformist, Mutezile vs. mevzular burada görülür. Sistematik ve küllî bakış olup hem esas hem usuldür. 2) Furuuddin. Usulüddinin altında bulunur. Furuuddin, dinin tâlî konuları, tikeller demektir. 3) Usulü’l-fıkıh. Nasları anlama usulüdür. Fıkıh Usulü, Hadis Usulü, Tefsir Usulü gibi bölümleri vardır. Belli naslarda yoğunlaşırlar. Hanefîler usul-i fıkhı, nasları anlama usulü olarak anladıkları için tefsir usulü, hadis usulü ismiyle ayrıca kitap yazmamışlardır. Onların usul kitaplarında bütün ilimlerin usulü, yani usulün temelleri bulunmaktadır. 

Usul bahsine dikkat çekerken “İslâmî ilimlerdeki usul” ile “İslâm’ı anlamada usul” mevzuunun farklı olduğunu ve yukarıda yaptığımız ayırımla da (bütüncül bakış) bunun görüldüğünü hatırlatalım. Burada kısaca ifade edelim ki günümüzün İslâmî ilimler eğitiminin parçacı anlayışıyla bütünlük yakalanamaz. Bu mevzuu ileride tafsil edeceğiz.

Usul bütün ilimlerin üstündedir. Fikirde usul ise ilimde usulden önce gelir ve daha önemlidir. Çünkü ilmi de belirleyen, düşüncelerdir, tefekkür ve hikmettir. Bu açıdan mütefekkirin rolü âlimden daha önemli olmaktadır. İmam Gazâlî müceddit/yenileyici rolünü, Nizamiye medresesinde bir âlim olarak değil, oradan dışarıya çıkarak, belli bir çile dönemi yaşadıktan sonra bir mütefekkir bir hakîm olarak yapmıştır. 

Usul ilminin temelde hikmet mevzuu olarak sezgi ve sanata taalluk eden bir yönünün olduğunu ve daha sonra kural ve kaidelere bürünerek ilim hâline geldiğini ifade edelim. Demek ki usul ve ilmin temeli ahlâk olup akıldan önce gelen dini hassasiyet ve ilim haysiyeti demektir. Aradaki fark şudur: İlim akla, ilim haysiyeti ise kalbe hitap eder. İlim haysiyeti ahlâk davası demektir. Usul davası aynı zamanda ahlâk davasıdır.

Tefekkür boyutu zayıf olan ve sadece metinlere ve kaynaklara gömülü olan ilim adamı usul davasında herhangi bir katkı sunamaz. O, memur gibi aynı işi tekrarlayıp durur. Dinî ilimleri canlandıramayacağı gibi paradigmaya yönelik herhangi bir eleştiri de getiremez. Sistem ve usul getirmeye en yakın kişi ise paradigmayı da sorgulayan hikmet sahibi (hakîm) ve mütefekkirlerdir. Formel mânada âlim olmasına gerek yok, usul ve hikmet seviyesi yeterlidir. Eğer sanat ile bu desteklenirse dil ve üslubu kuvvetli olur, hatta bu husus çok önemlidir. Kişilerin hislerine hitap etmeyi ve dinî hayatı canlı tutmayı hedefleyen için sanat yönü gereklidir. Zira dava iman davasıdır, kalbe hitap etmeyi ve bunun için estetik planı başa almayı icap ettirir. Kısaca ideal olan “sanat ruhuna mâlik fikir adamı”dır.

İslâmî ilimlerden kopuk bir usul olamayacağı için usul getiren mütefekkirin arka planında din ilimlerinin meselelerini bilmesi de şarttır. Ancak mâlumatfuruş yani bilgi hamalı mânasında değil. Bu noktada Zaim Üniversitesinde 15.05.2024 tarihinde yapılan ve Aylık Baran dergisinin Haziran 2024 sayısında yayınlanan “Necip Fazıl’ın Eserlerinde İslâmî İlimler” mevzulu paneli zikredelim. Bu panelde Necip Fazıl’ın eserlerinde fıkıh, kelâm, hadis ve sîret mevzuları, akademik olarak incelenmiştir. Necip Fazıl’ın başta İman ve İslâm Atlası olmak üzere, Doğru Yolun Sapık Kolları, Çöle İnen Nur gibi eserlerindeki İslâmî ilimler anlatılmıştır. Şu husus yanlış anlaşılmasın, Necip Fazıl din âlimi değil, din düşünürüdür. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi hikmet temelli tefekkür ilme yön vericidir ve fikirde usulü kurmak ilimde usulden ehemdir. Usul hadlere riayettir ve edeptir. Din ise edep üzerine kuruludur. Bu noktada da BD-İBDA’nın üzerindeki tuğra isim Esseyyit Abdülhakim Arvâsî’yi ve usulüddin davası olarak rolünü idrak etmemiz, bizim doğruluk ve usul şartımız olarak ehemmiyetlidir. 

Hülâsa olarak, usul yönümüzü geliştirmemiz lâzım, metodik düşünmeliyiz. Birçok bilgi, klasik İslâm metinlerinde ve ansiklopedilerde mevcut, ancak metodik bilgiler önemli. “Bilmeyi bilicilik” diye de tanımlayacağım irfan seviyesi ve bunun verdiği usul olmayınca bulduğumuz veya baktığımız bilgiyi doğru anlayıp, doğru kullanamayız. Günümüzde nice kişilerin Kur’an, sünnet ve ulemanın sözlerinden kendi sapkın anlayışını çıkarması gibi durumlara düşmemek için usul davası en başta gelir. Zâhir ve bâtın âlimi seyyid Abdülhakim Arvâsî Hazretlerinin, “İlim insanın cehlini alır, ahmaklık bâki kalır.” (1) sözünü de bu minvalde hatırlatalım.

İlim ve İrfan

Mâruf manasıyla ilim, bilme demektir. İlim, ilahî ve beşerî bilgi yanında bilim için de kullanılan bir terimdir. İrfan (marifet) ise tecrübe ile elde edilen yani içselleştirilmiş bilgidir. Demek ki ilim ile irfan aynı manada değildir. Nitekim marifetin karşıtı inkâr, ilmin karşıtı ise cehl olarak gösterilir. İlim kelimesi, ilimler tarihi boyunca, “belli bir alana ait sistemli bilgi birikimi ifade eden disiplin” (2) manasında kullanılmıştır. 

İlim akılla yapılır, irfan ise akıl ve kalp birlikte yapılır Marifet, tecrübeye taalluk eden özel yanı olsa da kalbi devreye soktuğu için varoluş ve varlığın hakikati için gereklidir. Demek ki ilim ve irfan farklı kavramlar olup ârif âlimden üstündür. Zaten hakikî ilmin gayesi irfandır. Mârifet yerine ilim kelimesi kullanılacaksa, ilm-i ledün denir. İlimsiz mârifet muhal, mârifetsiz ilim vebaldir. İrfan ve mârifet aynı köktendir. Mârifetin daha çok zevk ile öğrenilen çeşidine irfan denir. 

Sadece ilmin bize yol gösteremeyeceği ve buna mutlaka kalbin iştiraki gerektiği hususunu, İmam Gazâlî’den şöyle misallendirebiliriz. O, Nizamiye Medreselerinde en büyük ilim kürsüsünde iken işgal ettiği makamları terk ederek, kalbin yoluna girmiş, ilim ve irfanı şahsiyetinde ve eserlerinde bütünleştirmiş ve ondan sonra “İmam Gazâlî” olmuştur. Aynı zamanda kelâm ile tasavvufu ve bu minvalde fıkıh ile tasavvufu da mezcetmiştir. İmam Gazâlî, “Baktım ki ilimler formel hâle geldi. Herkes retorik peşinde. Ben dinin ruhunu ele aldım ve dinî ilimlere canlılık kazandırmak istedim.” diyor. Onun getirdiği yenileyici sistem, İhyâu ulûmi’d-dîn eserinde görülür. Keza ikinci bin yılın yenileyicisi olan İmâm-ı Rabbânî, şeriat ve tarikatı, medrese ve tekkeyi birleştirmiş olan müceddit, merkezi âlim ve mütefekkirdir. Bu noktaya dikkat edelim ve bilhassa günümüzde “ilim için ilim” anlayışı ve akademik kariyeri gayeleştirme tehlikesine dikkat çekelim. 

Bir parantez açalım ve gayri İslâmî ilim olamayacağını ve bütün ilimlerin Allah’ın âyet ve hikmetleri olduğunu belirtelim. Bundan dolayı bizde doğrudan şer’î meselelerle ilgili olmayan yani ibadet, muamelât ve ukubât dışındaki mevzularla ilgili çalışmalara ilm-i ledün denmekte ve Salih Mirzabeyoğlu, bu meseleyi “Hurmaları aşılayınız… Zira sizler dünyanın işlerini benden daha iyi bilirsiniz.” (3) hadisine dayandırmakta ve böylece şer’î ilimler dışındaki fen ve sosyal bilimleri de İslâm’ın hasrına almaktadır. Zaten geçmişte medreselerde ayırım olmadan bütün ilimler okutuluyordu. Aslında bu önemli bir usul ve diyalektiktir ki çağımızda ilimlerin dağınıklığına karşı meseleleri bütünleyici, din ve dünya ayırımı yapan sekülerizmi de temelden reddedici bir tavırdır. Hikemiyâtın düzenleyici rolünü burada hatırlamakta fayda var. Mirzabeyoğlu’nun tavrında, “Kâinatı Tevhid Akîdesi merkezinde nisbetlendirebilme” (4) usulü de görülmektedir. Ne kadar kıymetli ve kritik bir usul! Küfrü kendi hasrına alan ve onu sıçrama tahtası kılan üstün bir usul olarak, usulüddin alanına girmektedir.

Hikmet 

Hikmet, varlığın hakikatine vâkıf olmak, güzel ve isabetli işler yapmak mânasınadır. Hikmet, eşyanın hakikatini bilme olup dini doğru olarak anlamak, maksada uygun yaşamak olarak da ifade edilmiştir. Bu ise “ideolocya ve aksiyon” demektir. Bunların birbirinden ayrılmazlığı demektir. Allah’ın Kur’an’da “Ey iman edenler!” hitabından sonra istediği amel-i salih demektir. Formel ilimler arasında kaybolmanın, bunları amaç edinmenin yanlış bir yol olduğunu bu açıdan da idrak etmeliyiz. Yaşamak deyince kalbin devreye girdiğini, imanın ise aklın değil, iradenin işi olduğunu da ilâve edelim. İşin aslında Müslüman başka türlü olamaz ki! 

Kur’an’ın ilk davet dili hikmet dilidir. Kur’an “muttakiler” için diyor, ilim ehli için demiyor. “Hikmet müminin yitiğidir, nerede bulursa onu alır” (5) ile “Şiirin bazısı vardır ki hikmettir” (6) hadislerini de bu minvalde zikredelim. 

İrfanın daha rafine haline ise hikmet denir. Demek ki hikmet; ilim, amel, irfan (mârifet) kademesiyle oluyor. Bir başka deyişle hikmet, daha derinlikli oluş demektir. Bütün bunların muhasebesi şeklinde gerçekleşiyor.

Hikemiyat, kelime olarak hikmetler ve düşüncelerle ilgili demektir. Salih Mirzabeyoğlu, bu alanda ilk sayılabilen Hikemiyat isimli eserinde kavram olarak hikemiyatı, “İbda diyalektiğinin devşirdiği hikmetler örgüsü” olarak niteler. Onun temel eseri olan İbda Diyalektiği’nin başlığı da “İbda düşünce sistematiği” manasına gelir. Salih Mirzabeyoğlu, ilim ve hikmetin tanımı ile hikemiyatın rolünü özlü bir şekilde şöyle ifade eder: “İlim, içten ve dıştan kavrayıştır; içe dair olursa, ona ‘hikmet’ adı verilir. Topluma göre hükümetin rolü ne ise ilimler arasında da hikemiyatın rolü odur.” (7)

Akademik Akıl ile İslâmî İlimler Olur mu?

Hâlâ yürürlükte olan laik-demokratik rejimde, dinî ilimlerin sosyal ilimler içinde ve inanç esaslarının dahi tartışılabilir bir mahiyette görülmesi önemli bir handikaptır. Batı’nın ilim anlayışının tesiriyle akıl putlaştırılmış, akla uymadı diye mucizeler inkâr edilmiş, ilim, mâlumat yığını hâline gelmiştir. Formel ilim içinde kaybolan ilahiyatlarda da herhangi bir metni alıp tahlil etmek tek amaç olmuş, ilmin gayesi olan irfan ve hikmetten gittikçe uzaklaşılmıştır. Bu ise ilimde metinler arasında kalmaya ve terkip unutulup tahlili esas almaya ve bir müddet sonra da akademik körlüğe yol açmıştır. Bütün bunlar bir gaye uğrunda yapılacak İslâmî ilimler tedrisatının zevk ve heyecanından uzaklaşılması neticesine varmıştır.

Çağımızın ilim anlayışı, yani Batı’nın bilgi teorisi bütün ilimleri formel hâle getirdi. İlimlerdeki branşlaşma da bunu teşvik etti. Dinî eğitim de buna uydu veya uyduruldu. Ve ilmin, hikmet-irfan demek olan kalp ile bağlantısı tamamen koptu.

Öte yandan “ilim için ilim” zihniyetinin, ilmin gayesini kaybetmesine ve kendini gayeleştirmesine yol açacağını belirtelim. Bu ise ilmin formel hâle gelmesi, içtimaî gayesini yitirmesi manasına gelir. İslâm ise cemiyet dinidir ve kalbin yoludur. İslâm’da bilgi, iman için vardır. Bilgi, meta, unvan ve etiket değil, hakikate vasıta olandır. İslâm’da makbul olan mârifetullah-Allah’ı tanıma bilgisidir. Tüm bilgiler de bu kök hakikate çıkar zaten. Bu meyanda, Prof. Dr. Tahsin Görgün Hocanın, “İslâm Modernizm ve Batılılaşma” eserinde dinî ilimlerin Batı tesirine açık olduğuna, ilahiyatlar dahil bizim sistemimizi etkileyen Dekartçı-Kartezyen ilim anlayışına ve bu anlayışta hikmet-irfan boyutuna yer olmadığına dikkat çektiğini hatırlatmak isterim. (8)

İrfan dışlandığı için ilim öğrenmek de metin analizi, ibare tahlilinden ibaret bir noktaya geldiğini ifade etmiştik. Halbuki meselemiz de bu değildir. İbare tahlili yapan birçok üniversite ve hoca var zaten. Bunlar yapılsın, yapılmalıdır da. Ancak bunlar bizim gaye problemimizi çözemeyeceği gibi çağımızda İslâmî ilimleri yürütecek hikmet ve tefekkürün motor gücünü veremez. Necip Fazıl’ın temel eseri olan İdeolocya Örgüsü’nü okuyanlar, bir ideolojik bütünlüğe sahip olduğu ve çağının içtimaî ve siyasî meselelerine bakış kazandırdığı gibi (İslâmî ilimler bunu veremez) dinî hükümlerin gayeleri demek olan hikmet-i teşrî veya makasıdu’s-şerîa’yı da verdiğini görür. Bu meseleler nedense “ilim camiası” denilen kesimlerce önemsenmiyor. 

Dinin güzellik, nezaket ve zarafet temelinde olduğuna, formel ilimlerle meşgul olanların, sanat tavrından uzak durup bunu subjektif diye reddetmesinin yanlış olduğuna da işaret edelim. İşin temelinde şu var ki varoluş ferden yaşanan bir hakikattir. İslâm’ın emrettiği mümin olma, ferdî ve ahlâkî bir oluştur Kendi varoluşumun idrakine katkısı olmayacaksa ilim çabası niye? Sadece iş ve meslek için mi? Dinî ilimlerin gayesi bu değil ki! İmanın da keşfi ve ferdî oluşunun sanat tavrıyla örtüştüğünü ve her ikisinin (iman ve sanat) kalben ve zevken idrak demek olduğunu da ilâve edelim. Üstad Necip Fazıl’ın, “Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış” özlü sözü aynı zamanda ilmin gayesini de fısıldıyor.

Üstad Necip Fazıl, 1977 senesinde din eğitimi camiasına verdiği bir hitâbesinde söze, “İnsanoğlunun tek gaye ve tek ihtiyacı din öğrenimi ve öğretimi” diyerek başlar. Bu öğrenim ve öğretim mükellefiyeti içinde olan ve onu ayrı bir meslek olarak temsil edenlerin ezberleme, tekerleme çerçevesinde kalmaması, onu vecd ve aşk temeline oturtmasını söyler ve şu kıymetli usul ve tavsiyelerde bulunur: “Vecdsiz ilim ve ilimsiz vecdden Allah’a sığınınız! Bilhassa hakikat avcılığı demek olan ilmin, donuk ve dondurucu akla bitişik, yanık ve yakıcı kalbine mâlik olun!... Tapusu kimin üzerine çıkarılırsa çıkarılsın, İmâm-ı Âzam’ın evi demek olan tahsil çatınızın cephe duvarına şu düsturu yazın: “İmâm-ı Âzam’ın aklıyla birarada kalbine giden yol üzerindeyiz!” (9)

Geniş manasındaki fıkıh kelimesinin fehm, anlayış manasına geldiğini ve bunun da “İslâm’a muhatap anlayış” davasıyla ilişkisine dikkat çekmeliyiz. İmâm-ı Âzam’ın, “kişinin leh ve aleyhindekileri bilmesi” şeklindeki meşhur fıkıh tanımında, furu-ı fıkıh ilmi değil, ahlâk davası başta olup mârifetullah kastediliyor. Ancak günümüz ilahiyatçıları bu tanımı almak istemiyorlar. Allah Resulü’nün Abdullah b. Abbas’a “Ya Rabbi, onu dinde anlayışlı kıl.” (10) duasında geçen fıkıh kelimesi de furû bahisleri inceleyen fıkıhçı değil, dinde ince anlayışlı, hikmet ve ferasetli olma manasındadır. İmam Gazâlî’nin de  ilim, fıkıh ve hikmet tanımlarının kendi çağında manalarının değişmesini eleştirdiğini hatırlatmak isterim. Ona göre fıkıh ilmi, icar, selem, talak, lian bahislerini bilmek değil, fıkhın fehm-anlayış mânasında görüldüğü üzere anlayış, idrak, hikmet ve ahlâk sahibi olmaktır. (11)

Fıkıh kelimesinin üç anlamından ve gittikçe daralmaya uğramasından bahsedebiliriz. Bu üç daralmayı şöyle hülâsa edebiliriz. Birincisi: İmâm-ı Âzam’ın yukarıda geçen tanımı olup bu tanımın içinde fıkıh-ahlâk-kelâm hepsi var. Yukarıdaki hadiste geçen fıkıh kelimesiyle ifade edilen”dinde anlayış sahibi olma” manası bu tanımda mündemiçtir. İkincisi: İbadet, muamelât, ukûbât alanına hasrolmuş olup hicrî II. asırdan sonra gerçekleşti. Üçüncüsü: 18. asırdan sonra olup İslâm hukuku diye daha da daraldı.

Büyük Doğu-İbda Dünya Görüşünün Usul ve Hikmet Vasfı 

Küllî anlayış sahibi mütefekkir Necip Fazıl’ın geleneğe bağlı, ancak onu çağımızda yürütücü yeni bir dil ve diyalektik olarak yeni bir usul belirttiğini, bu usul ile sapkın kollar yanında ham yobaz kaba softa, sahte sofi ve nefsanî tefsirci gibi sınıfları tahlil edip damgaladığı, ayrıca dine dışarıdan saldıran materyalist telakkileri sistem çapında kritik ettiği ve bütün bunların bir usul icap ettiğini ve bunun da İslâm’a muhatap anlayış davası olarak usulüddin’e tekabül ettiğini belirtelim. Usulsüz bütün bunların olamayacağı âşikardır. Demek ki Büyük Doğu-İbda sistematiğini idrak ederek meselelere yanaşmak bizi düşünce planında sağlam tuttuğu gibi duruş ve faaliyetlerimizi de istikrara kavuşturur. Zira sistem olmadan yapılan faaliyetler verimsiz olur. Bir başka deyişle, proje veya tasavvur demek olan “tatbik fikri” olmadan tatbike dair yapılan faaliyetler bir mana ifade etmez. 

Fert ve cemiyetin inşaında gerekli fikirler manzumesi olan ideoloji, usul davası olup esasen bütüncül anlayış için bu husus gerekmektedir. Demek ki sadece hikmet aktarmak veya hikmetleri toplamak değil, bütünlük içinde ve çağın meselelerine çözümler sunmaktır mühim olan. 

Büyük Doğu-İbda dünya görüşünde, ilim-irfan, akıl-kalp, fert-toplum, otorite-özgürlük, iman-aksiyon gibi temel meseleler, bir bütünlük içinde hallolur. Bu dünya görüşünde İslâmî ilimlerin çağımızdaki fonksiyonu, Ehl-i Sünnet çizgiye de tâbi olarak yerini bulur. Ehl-i sünnete dayanmayan hiçbir ideolojinin sahihlik/doğruluk şartını yerine getiremeyeceği ve ülkemizde hayat hakkı olamayacağını da ilâve edelim.

İslâm’ın inanç esaslarıyla ilgilendiği için kelâm ilmine usulü’d-din ismi de verilmektedir. İslâmî bir dünya görüşünün aynı zamanda inanç esaslarını karşıt fikirlere karşı savunması ve yürütmesi düşünülürse kelâmdaki usulü’d-din kavramıyla bizim bahsettiğimiz fikirdeki usul davasının anlam yakınlaşması içinde olduğu söylenebilir. Mesela liberalizm veya sosyalizm gibi ideolojileri benimseyenlerin itikadı da tehlikeye düşer ve bu tehlikeye karşı bizi koruyacak olan İslâmî temelde bir dünya görüşüdür. Eğer bu mevzulara kelâm ilmi dahil olursa, kelâm ile felsefenin alanları birbirine girmekte, kelâm ilminin felsefî bahislere çok girmesinin onun niteliğini ve alanını kaybetmesine yol açmakta olup bundan çıkış yolu olarak da Salih Mirzabeyoğlu’nun öncü bir mütefekkir olarak Hikemiyat alanını teklif etmektedir. Bu aynı zamanda İslâmî tefekkür derinliği demek olup bunun usulünü de Hikemiyat isimli eseriyle çerçevelemektedir. Böylece felsefeleşmeden ve onların usulüne düşmeden onlara cevap verme ve aklın tefekkür hakkını da sonuna kadar kullanma yolu açılmaktadır. Bu yol her zaman vardı, ancak çağımızda getirilen yeni usul ve sistematiğe işaret etmek istedim. Böylece usulde olabilecek yeniliklere de dikkat çekmek istedim. Dinin nasla sabit esasları çağlar boyu değişmez, ancak onu yürüten usul ve diyalektik çağına göre değişebilir. Burada usulü metot manasında aldığımı belirtmeliyim. BD-İBDA’nın İslâm’a (Kur’an, Sünnet, İcma, Kıyas) nisbetle usul olmasına mukabil, ona muhatap olan bizler için ise esas olduğunu da hatırlatalım.

Şeriatten zerre taviz vermeden onu eşya ve hadiselere hâkim kılmanın dünya görüşü olan Büyük Doğu İdeolocyası, onun mimarı tarafından usul yönü ağırlıkta olarak şöyle tanımlanır: “Büyük Doğu, İslâmiyet’in emir subaylığı…Büyük Doğu, İslâm içinde ne yeni bir mezhep, ne de yeni bir içtihat kapısı... Sadece Sünnet ve Cemaat Ehli tâbirinin ifadelendirdiği mutlak ve pazarlıksız çerçeve içinde, olanca saffet ve asliyetiyle İslâmiyet’e yol açma geçidi; ve çoktanberi kaybedilmiş bulunan bu saffet ve asliyeti  Yirmibirinci Asrın eşiğinde eşya ve hadiselere tatbik etme işi… Galiba işlerin de en değerli ve pahalısı…”(12)

Büyük Doğu’nun çağımızdaki öncü rolünü ise Sezai Karakoç şöyle ifade eder: “Eğer Büyük Doğu sağ hareketin merkezinde düzenleyici rolünü yapmamış olsaydı, şimdi siz ne korkunç bir inanç ve iddia kargaşalığının, anarşinin içinde kalmış olacaktınız, bir düşününüz.” (13)

Demek ki bize hikmet temelli bir dünya görüşü/ideoloji gerekmektedir ki ilimleri gayesine oturtsun, onları sınıflandırsın ve çağımızda en çok ihtiyacımız olan hikmet-i teşrî’yi (dinî hükümlerin gayeleri) en başa alsın. Şunu belirtelim ki ilimleri sınıflandırmak bir ideoloji işidir. Zira ilimler kendi kendilerini sınıflandıramaz. İlimler hiyerarşisi (meratıp) mevzu, varlık mertebeleri anlayışıyla da yakından alâkalıdır. Çünkü kâinat tasavvuruna göre ilimler tasnif edilir. Bu da dünya görüşü demektir. Sağlam bir fikir örgüsü (ideoloji) olmadan tedris edilecek İslâmî ilimlerin kuru bilgi tekrarı olacağına ve o ilimleri hikmet, usul ve diyalektik olarak yürütemeyeceğine dikkat çekmek isteriz. Modern eğitimin inkâr ettiği, ancak ehemmiyetli olan bu husus birçok kafa karışıklığını gidereceği gibi verimsizliğin ve parçalanmışlığın da önüne geçer.

İşte Necip Fazıl ilmi de yönlendiren tefekkür ve hikmet noktasında meseleye sahip çıkarak, mütefekkir vasfıyla İslâma muhatap anlayışı yenilerken, İslâmî ilimlere de rehber olmaktadır. “Arapça biliyor muydu, eserleri akademik kriterlere uygun mudur?” diye sormak hikmet ve ideoloji meselesini anlamamak demektir.

Sonuç

Ne olmalı, nasıl olmalı? Önce düşünce dünyamızı sağlam kurmalı, bu hususta Büyük Doğu-İbda’nın İslâma muhatap anlayış diline sahip olmalıyız. Sonra aksiyon alanımızı bulmalı ve her faaliyetimizi çağımızda Doğru Yol/Kurtuluş yolunun bir alemi olan bu düşünce sistematiğine nisbetle yapmalıyız. Güncel bir misal vermek istiyorum. Filistin ve Gazze meselesinde bizim üniversitelerimiz, buna ilahiyatlar dahil, ABD üniversiteleri kadar ses getirememesine ne diyeceğiz? Yahudi’yi protesto için gösteri yapmak, İslâmî ilimlere zıt değil ki!

Akademik kariyer ve istikbal kaygısı altında ezilmemeli, Allah’ın gayretlilere vereceğine itimat etmeliyiz. Gerektiğinde soğan-ekmeğe razı olmalı, ancak omurgasız ve ilkesiz olmamalıyız! İç oluş olarak, usulümüz bu olmalı!..

Kaynaklar

1. Necip Fazıl Kısakürek, O ve Ben, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 2017, s. 211.

2. İlhan Kutluer, “İlim”, DİA, İstanbul, 2000, cilt 22, s. 109.

3. Müslim, Fedâil, 141. 

4. Salih Mirzabeyoğlu, Necip Fazıl’la Başbaşa, İbda Yayınları, İstanbul, 2019, s. 320.

5. Tirmizî, İlim, 19. 

6. Buhârî, Edep, (hadis no: 6145). 

7. Salih Mirzabeyoğlu, Damlaya Damlaya, İbda Yayınları, İstanbul, 1997, s. 122. 

8. Tahsin Görgün, İslâm Modernizm ve Batılılaşma, Tire Kitap Yayınları, İstanbul, 2021, s. 176-207.

9. Necip Fazıl Kısakürek, Hitâbeler, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 2015, s. 259; a.mlf, Rapor 3/4, Büyük Doğu Yayınları, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 2009, s. 57. 

10. Buhârî, Vudû, 10; Müslim, Fedâilu’s-sahâbe, 138. 

11. İmam Gazâlî, İhyâu ulûmi’d-dîn, trc. Ahmed Serdaroğlu, Bedir Yayınevi, 1975, s. 60 ve 84. 

12. Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 2017, s. 12. 

13. Sezai Karakoç, Sütün, Diriliş Yayınları, İstanbul, 2019, s. 127-128.

Aylık Baran Dergisi 28. Sayı, Haziran 2024