Necip Fazıl, bu milletin tarihi, vicdanı ve dinî şuuru olur. O, “Biz sussak mezarımız konuşacak!” der. Bugün yaşananlara baktığımızda devir hâlâ onun fikriyatını ihtar eder. Yani onun eskimediği ve tazeliğini koruduğu söylenebilir.
Necip Fazıl, 1904 yılında İstanbul Çemberlitaş’ta bir konakta doğar.[1] Çocukluğu emekli Ağır Ceza Reisi ve Abdülhamid Han devri ricalinden olan büyük babası Mehmed Hilmi Efendi’nin ilgi ve terbiyesi altında geçer. Dört-beş yaşında su gibi okuyup yazmaya başlar. Onun anlatımına göre altı-yedi yaşlarında bile yakıcı bir hayalin her şeyin ötesine sürüklediği farklı bir yaratılış ve dokuz-on yaşındaki çocukta metafizik düşünceler… Değişik mekteplerde ilk eğitim macerası. Birinci Dünya Harbi ile yeryüzü allak bullak ve kendisi on iki yaşında iken büyük babasının vefatı.
Heybeliada Numune Mektebi’ni bitirdikten sonra Birinci Dünya Harbi’nin sonlarına doğru Bahriye Mektebi’ne girer. Çocukluğunun son basamaklarından delikanlılığın ilk basamaklarını geçirdiği Bahriye Mektebi’ndeki beş yılı (12-17 yaşları arası) ona göre “hayatının en güzel beş senesi olup şahsiyetinin temel duyguları orada pişer”. Dış yüzden olsa da tasavvufa ilgisi orada edebiyat hocası vesilesi ile olur. Orada okul maceraları da zengindir. Yine onun anlatımına göre “madde içi hayatta parende üstüne parende atarken, madde ötesi hayatın daima ruhunda kanayan bir yara hâlinde hep “BİR ve BİRİNİ” arama etrafında helezonlar çizen bir hayat. Şiire orada 12 yaşında başlar. Vesilesi ise anneciğinin hastane odasında ona, “Senin şair olmanı ne kadar isterdim!” deyişi. Atlarken, zıplarken dahi onu bırakmayan amma gurur da olmayan, “başarmak için yaratıldım” duygusu. Çilesi, dönem dönem olan Necip Fazıl’ın ilk çilesi de orada başlar. Öyle ki tabii zevklerinden, bütün insan ve eşya münasebetlerini idare eden emniyet duygusundan kuşku duymaya başlar. Bir sabah kalkar da “Dil ve idrak zeminini yerinde bulamazsam!” diye kuşkulara düşer. Beynini sokan akrep düşünceler onda başlamıştır.
İlk şiirleri Yakup Kadri’nin yönetimindeki Yeni Mecmua’da çıkar, henüz 17 yaşındadır. 1921 yılında Darülfünun imtihanını kazanarak felsefe bölümünde öğrenim görür. O daha üniversiteye girmeden bu yaşına kadar kendisiyle fazla ilgilenmeyen ve annesinden de ayrılan babası 33-34 yaşlarında vefat eder. Darülfünun’da öğrenci iken Sorbon Üniversitesi’ne felsefe bölümüne gider. Ancak Paris’te öğrenimini tamamlamadan geri gelir. Büyük şehirlerin boğucu havası içinde “fildişi kule” denilen hodbinlik hisarına çekilir...
“Genç şair” olarak şöhreti yakalamış, Örümcek Ağı (1925) ve Kaldırımlar (1928) şiir kitapları yayınlanmış, ancak mutlak hakikate memur şiir anlayışına henüz varamamıştır... Banka memuriyeti yılları, Anadolu’ya gidip gelişler, “İstanbul’da daralıp Anadolu’ya açılmak, sonra Anadolu’da patlayıp İstanbul’da ferahlamak” şeklinde cereyan eder. Ancak hiçbiri çözüm değil, “daralmak ve parlamak esas” ... Kendinden kaçmak ve içindeki sabit fikirleri uyutmak için düştüğü kumar iptilası ve daldığı bohem hayatı onu uzun müddet bırakmaz.
Nihayet bir akşam üzeri vapurda karşılaştığı bir yolcu ona şiirinin ve fikrinin üstünde ruhunu doyuracak olan ismi verir. Esseyyid Abdülhakim Arvâsî Hazretlerine varır ve ona kapılanır. 1934-1943 seneleri Necip Fazıl’ın mürşidi ile fizikî ve ruhî beraberlik yılları olup onun vefatından sonra da ruhî beraberlikleri sürer. Necip Fazıl onunla ilk karşılaşmasında ona çarpan duyguyu “müthiş bir vakar ve heybet” olarak vasfeder. Şeyhinin her an en büyük bir huzurda oluşunun edep hâli de onu cezbeder. Daha sonraki sohbetlerinde kafasındaki çetin bilmecelerin çözümlerine erer! “Üstün haberci” diye vasfettiği Efendi Hazretlerinden aldığı ilk fikir ise şu olmuştur: “Bu iş kitapla olmaz. Akılla da varılmaz... Hiç yemeğin lezzeti çatal bıçakla aranıp bulunabilir mi?”
Beylerbeyi’nde annesiyle yaşayan Necip Fazıl, dokuz yıl boyunca fasılalarla Eyüp Gümüşsuyu’nda Kaşgârî dergahında irşad edicisi ile temaslarını sürdürür. Ancak birden olmak bitmek yok, tedrîcîlik prensibi gereği yavaş yavaş ve sıra sıra ile oluş prensibi geçerlidir. Bulmak yetmez, ermek gerek! Üstelik nefs belası devamda. “Üstün haberci”yi bulduktan sonraki bu gidiş-gelişler arasında Çile şiirini yazar; öyle ki oradaki “Sanki burnum, değdi burnuna (yok)un, / Kustum, öz ağzımdan kafatasımı” mısralarını teşbihten öte aynen yaşar. Herkesin rahatlık içinde sahiplendiği hazırlop dünya yıkılıp gider, nasıl bir dünya kurulacağının sancısı başlar. İmam Gazâlî’ye medrese kürsüsünü bıraktıran şüphe ve arayışa benzettiği bir hâl, kanlı fikir çileleri baş gösterir. “Bu nasıl bir dünya hikâyesi zor; / Mekânı bir satıh, zamanı vehim.” şeklinde “iğneli fıçı”dan mısralar buna işaret. Öyle ki “Benden bedahet hissi kaldırılmış idi.” der. İşte böyle fikir ıstırabı çeken için İslâm tasavvufuna ait bir kitaptan okuduğu “Bir irşad ediciye varmadan olmaz!” satırları derdine hitap etmişti. Ötelere açılan ve topyekûn kâinatın hesabını veren “Büyük Kapı”yı aramış ve bulmuştu. Necip Fazıl’ın bir mürşide kapılanması, “Bir şeyhim olsun, bir cemaatim olsun, manevî huzur da bulayım.” kabilinden olmayıp, kâinatı elekten geçirmek isteyen bir cins kafanın hafakanları ve arayışları sonucu vardığı noktadır.
Bu yolda tövbenin tedrîcî olduğu, içine gelen hatar/vesveselerle mücadele etmenin ve yana yana pişmenin gerektiği öğretilen yeni mürid Necip Fazıl’a derhal namaza başlaması ve evlenmesi de ihtar edilir.
Necip Fazıl’ın hayat hikâyesiyle ilgili şu temel ayırımı hatırlatalım. Necip Fazıl otobiyografi eseri olan O ve Ben’de hayatını Esseyid Abdülhakim Arvâsî Hazretleriyle tanışmasını kastederek ikiye ayırır: “Tanışmadan Önce (1904-1934)”, “Tanıştıktan sonra (1935-1983)”. Necip Fazıl’ın hayatını yazarken bu tasnif her zaman nazar-ı dikkate alınmalıdır.
1936’da sanat ağırlıklı ve 17 sayı çıkan Ağaç dergisini yayınlar. Değişik üniversitelerde hocalık yapar. 1941’de Neslihan Hanım’la evlenir. Altı çocuğu olur. Çocuklarının isimleri de enteresan. Erkek çocukları, Allah Resulü ve büyük sahâbîlerin isimlerini ifade ediyor: Mehmet, Ömer, Osman, Ali. Erkek çocukların sonuncusu olan Ali, küçük yaşta öldüğü için pek bilinmez, hatta peşinden aynı isimde bir çocuk daha doğar, fakat aynı kaderi paylaşır. Kız çocukları ise Hz. Peygamberin hanımı ve kızının isimlerini ifade ediyor: Ayşe ve Zeynep.
Kurtarıcısını bulduktan sonra da süren metafizik buhranı üzerine ona mürşidi tarafından, “Sık sık gelin, sohbet sizi açar, inşallah ferah bulursunuz!” denir. Öyle ki Efendi Hazretleri, o döndükten sonra sık sık ağırlık geçirirmiş. O ve Ben eserinde geçen şu sözler Efendi Hazretlerine ait: “Cemiyetteki ruh hastalıkları iman eksikliğinden doğuyor...” “Kur’ân şifadır, fakat şifa, suyun geldiği boruya tâbi... Pis borudan şifa gelmez.” “İlim cehli izale eder, ahmaklığı değil.”
Sanat çevrelerinde “Bir mısraı bir millete şeref verecek şair.” diye eller üstünde tutulurken, Müslümanlığı bayraklaştırdıktan sonra aynı çevreler tarafından, “Sanatına kıyan geri adam.” diye yaftalanır. Necip Fazıl ise o güne kadar bütün eserini kendi tabiriyle “bir buçuk kitapçıktan” ibaret görürken, “Kalemime fetih ve inkişâf onunla geldi.” dediği o büyük veliden aldığı feyzle yüz cilde varan eserler ortaya koyduğunu belirtir.
1942 yılında Efendi Hazretleri’nden aldığı nurla yepyeni bir gençlik yoğurmaya karar verir ve 1943-1978 yılları arasında Büyük Doğu dergileri 15 dönem ve toplam 512 sayı olmak üzere 35 sene çıkar. Türlü zorluklara ve kapatmalara rağmen üç kere günlük gazete olarak da yayınlanır. 1944 yılında Büyük Doğu ilk defa Vekiller Heyeti kararıyla kapatılır. Kapatma sebebi ise matbuata Başvekil Şükrü Saraçoğlu tarafından yollanan, “Allah ve ahlâktan bahsetmek yasaktır!” şeklindeki tamim ve bunun üzerine Büyük Doğu dergisinde yayınlanan, “Allah’a itaat etmeyene itaat edilmez.” hadisidir.
Necip Fazıl’ın Efendi Hazretlerinin vefatının arkasından, ilkinden tam on yıl sonra yaşadığı ikinci mânevî buhranı ise 1944 yılındadır. “İmanıma musallat olacaksa canımı al!” duası bu devrededir. Onun mânevî buhranları devre devre ve altı büyük buhran şeklinde tecelli etmiştir.
Üstad’ın, “Asıl ruh hayatımı, ruhumun kafa kâğıdını resimlendirmek isterdim.”[2] tesbiti çerçevesinde, biyografide araya girip şöyle bir usul hatırlatılmalıdır. Bir kişinin hayatı, onun mâna ve maksadına göre değerlendirilmeli; mesela çiftçi çiftçi gibi sanatçı sanatçı gibi yorumlanmalıdır. Necip Fazıl alelâde bir insan olmadığı için onun mâlum hayatının kıvrımlarına da o gözle bakmak icap etmektedir. Dolayısıyla onun çileleri sıradan bir insanın nefsî dertleri gibi değerlendirilemez. Onun hapishanedeki sıkıntıları da adlî bir suçtan içeride yatan gibi algılanamaz. Onun “ben” demesi de “benlik” olarak ifade edilemez.
1946 tarihli Büyük Doğu dergisinin kapağında, “Başımıza kulak istiyoruz!” manşeti yer alır. Ancak sağırlığıyla bilinen Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün üzerine alınması yüzünden dergi kapatılır ve Necip Fazıl’a dava açılır. 1947’de ise Borazan adlı haftalık mizah gazetesini yayınlar ve buradaki CHP eleştirileri yüzünden bir yıl mahkeme koridorlarında dolaşmak zorunda bırakılır. Hükümet baskı, tehdit, şantaj ve para teklifiyle Necip Fazıl’ın Demokrat Parti aleyhinde yazı yazmasını sağlamaya çalışır, ancak muvaffak olamaz. Kişileri davalarına göre değerlendirmek gerektiğinden Necip Fazıl’ın çıkardığı Borazan dergisini de isminden kinaye, Sahib-i Zaman’ın kalk borusu olarak yorumlayabiliriz.
1952’de dönme gazeteci Ahmet Emin Yalman’a düzenlenen Malatya suikasti vesilesiyle hapse konuluşu... Bir yıl kadar hapiste kalır… Sayısız hapislerinden biri...
1960 İhtilâlinde Toptaşı Cezaevi’nde hapis nöbetindedir... Bir buçuk yıl bir hapis dönemi… Oluş çilesi ve imtihanlar devamda... İllet, kıllet, zillet eksik olmuyor müminin hayatında... Onun, “Baba katiliyle baban bir safta! / Bir de, geri adam, boynunda yafta...” mısralarında olduğu gibi... Necip Fazıl en zor anlarında, “Allah hiçbir nefse takatinden fazlasını yüklemez!” (Bakara Sûresi, 2/286) âyetinin onun için kurtarıcı olduğunu ifade eder...
Necip Fazıl için durmak yok, hatta bunu davaya ihanet olarak görür. Anadolu’yu tutuşturan ve sayıları 300’ü bulan konferanslar atağına 1963’te başlar ve 1972 başlarında Almanya’ya kadar sıçrar ve büyük bir gençlik kitlesi yoğurur. Gördüğü rüyaların konferanslarda bizzat tecelli edişi, Allah’ın Sevgilisi’nin müjdesine kavuşması... 1967-1977 yılları arasında MTTB’nin organize ettiği konferanslar ile mukaddesatçı gençliği oluşturur ve onlara iman ve aksiyon şuuru verir.
1968’de baş eseri İdeolocya Örgüsü son şeklini alır. Vahidüddin Han kitabı yayınlanır. Abdülhamid Han eseri, Fikir Tiyatrosu tarafından sahnelenir. TBMM’de İsmet İnönü gündem dışı söz alarak Büyük Doğu aleyhinde kürsüden konuşur.
1972 ilkbaharı üçüncü çile devresidir; hapishane çileleriyle beraber altıncısı, metafizik oluş çileleri bunlar... Efendisinin vefatından sonra tasarrufu ve onu pişirmesi olarak gördüğü, ilahî ceza ve sonu lütuflar... Bu “kapıya köpek”, bu “gemiye paspas” olmaktan daha büyük rütbe tanımayışı ve “ölmeden önce ölme” sırrına ermek için çabalayışı. Necip Fazıl, “Bendedir, duymadığı dertlerle kalabalık” mısraındaki gibi işlenmedik günahın vebalini yüklenen cemiyetçi bir mütefekkirdir.
1976-1980 yılları arasında dergi-kitap formatında 13 sayı Rapor’lar yayınlanır.
1980 yılında Kültür Bakanlığı tarafından Necip Fazıl’a Sultanü’ş-şuara töreni düzenlenir, “Büyük Kültür Armağanı” verilir.
“Vahidüddin-Vatan Haini Değil! Büyük Vatan Dostu” adlı 1968 yılında yayınlanan eseri tekrar toplatılır ve mahkemeye verilir. 1982 yılında, iki sene hüküm giyer ve hastalığı nedeniyle infazı ertelenir. Bu infaz cezası üzerinde iken 25 Mayıs 1983 tarihinde vefat eder. Yetişmesinde büyük emeği olan mukaddesatçı gençlik, sıkıyönetim engellemelerine rağmen defaatle kurulan asker barikatlarını aşarak cenazeyi Fatih’ten Eyüp girişine kadar omuzlarda taşır. Üstad’ın cenazesi ancak Demirkapı’da cenaze aracına konulup emniyet kordonu altında Eyüp Sultan’da Kaşgârî dergâhı yolu üzerindeki kabrine defnolunur.
Necip Fazıl, bu milletin tarihi, vicdanı ve dinî şuuru olur. O, “Biz sussak mezarımız konuşacak!” der. Bugün yaşananlara baktığımızda devir hâlâ onun fikriyatını ihtar eder. Yani onun eskimediği ve tazeliğini koruduğu söylenebilir.
[*] Necip Fazıl’ın üç adet otobiyografi eseri olup bunlar O ve Ben, Bâbıâli ve Kafa Kâğıdı’dır. Bu bahiste daha ziyade O ve Ben eserinden istifade edilmiştir.
[1]- Üstad’ın doğum tarihi hakkındaki tartışmaları başlatan M. Orhan Okay olup bu iddialar temelsizdir. Büyük Doğu Yayınları sorumlusu Suat Ak, mevzuu iki sayfayı bulan dipnotla şöyle izah eder: Orhan Okay’ın itibar ettiği hicrî kayıtların o dönemde âdeten tutulduğunu, bunlara fazla güvenilemeyeceğini ve Rûmî takvimin esas alınması gerektiğini ifade eder, Üstad’ın Milâdî ve Rûmî olarak doğum tarihlerinin tuttuğunu söyler. Rûmî 1320 tarihinin Milâdî takvime göre karşılığı ise kat’î olarak 1904’tür. Zaten Üstad da doğum tarihi konusunda net konuşmuştur. Onun O ve Ben kitabında bir çerçeve içinde belirttiği doğum tarihi ilmî bir katiyet altında: Rûmî 1320-26 Mayıs 1904’tür. (Bkz. Suat Ak, Necip Fazıl ve Büyük Doğu, Büyüyen Ay Yayınları, İstanbul, 2016, s. 309-310.)
[2] Necip Fazıl Kısakürek, Kafa Kâğıdı, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 2009, s.20.