“Ramazan Müjdesi” Horoz Borcu-XIX
Sokrates ve Horoz Borcu -I-
Sokrates’in (M.Ö 469- 400) kim olduğu, nasıl yaşayıp öldüğü az çok biliniyor. Bütün ömrü Atina’da geçmiş olan Sokrates’in babası Sophosniskos adlı bir taş (heykel) ustası, annesi ise Phainarete adında bir ebe idi. İrsî veya değil, saçları erkenden dökülmüş, yüzü yuvarlak, burnu ise irice olan Sokrates’in kaba bir görüntü verdiği, filozoftan çok hamala benzediği tasvir edilir. Gelişigüzel giyindiği, pejmürde bir hayat yaşadığı, kendi evinden çok başkalarının evinde yiyip içtiği, karısına ve çocuklarına hiç vakit ayırmadığı, bütün zamanını çevresini saran gençlerle geçirdiği ve onlara sabahtan akşama kadar laf ebeliği yaptığı rivayet edilir.(1)
Betrand Russell: “Sokrates tarihçi için zor bir konudur… Zamanını tartışmalarla geçiren, gençlere felsefe öğreten, ama sofistler gibi para almayan orta halli bir Atina yurttaşı olduğu kesindir. Yargılandığı ve ölüme mahkûm edildiği ve İÖ 399’da yaklaşık yetmiş yaşında idam edildiği kesindir.”(2)
Karısı Ksantippe’ye göre Sokrates, işe yaramaz tembelin biriydi. Bir keresinde, kapısının önünde gençlerle sohbet ederken, karısının yukarıdan kafasına bir kova suyu boca edip, “orada gevezelik edeceğine, evin ihtiyaçlarını temin et!” dediği rivayet edilir. Ama karısı ne derse desin, o da birçokları gibi Sokrates’e tutkundu ve kocası yetmişinde zehir içirilip öldürüldüğünde, ardı sıra en çok acı çekenler arasındaydı.
Sokrates’in bir savaşta arkadaşı Alkibiades’in hayatını kurtaracak kadar gözü pek biri olduğu, her çeşit insanla ahbabça, dobra dobra konuştuğu, her düşündüğünü herkese açıkça söylediği, devlet politikalarını ise tenkid etmekten geri durmadığı bilinen bir gerçektir. Konuşmalarındaki tek amaç, herkesin doğru bildiğini sandığı şeylerden onları şüphe ettirmek ve onların düşünmesini sağlamaktır. En çok kullandığı iki dövizden biri, “Benim tek bildiğim, bir şey bilmediğimi bilmektir”, diğeri ise “Kendini tanı!” (Gnothi Seauton) şeklindeki sözlerdir… Gel gör ki, Eflâtun olmasa, Sokrates üstüne bildiklerimiz aşağı yukarı bunlardan ibaret olacaktı. Hoş Eflâtun da bize hayatına dair fazla bir şey öğretmiyor; ama diyalogların her satırında Sokrates hazır ve nazırdır. Diyalogların ve sonrasında Devlet’in yazılmasında asıl sebeb, hiç şüphesiz ki, Sokrates’in ölümüdür, daha doğrusu haksız yere öldürülmesidir.(3)
Not: Sokrates’in ölümünden veya öldürülmesinden çok kısa bir zaman sonra Eflatun, “yaşanmaya değer hayat”a dair devlet ve sistem mevzuunu bütün haşmetiyle meydan yerine, gündeme taşımıştır. Horoz borcu mevzuunun ana temasını da işte bu duruş veya teşebbüs oluşturmaktadır. Devletin nasılı ve niçinine dair söylenen sözler, verilen mücadeleler veya sistematik bir şekilde örgüleştirilen duygu ve düşünceler horoz borcu mevzuunun ana temasına işaret ediyor olması bakımından, yazı boyunca dikkatlerden kaçırılmaması gerekir. Yine horoz borcu mevzuunun zirve noktasını temsil ediyor olması bakımından da, ara ara İslâma Muhatap Anlayışın dünya görüşünü örgüleştiren Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sisteminin müşahhas zemini olan Başyücelik Devleti ile ilgili söyleneceklere ayrıca dikkat edilmesini salık veririz.
Sokrates’in ölümü ve son sözleri?.. Bizim bu yazı dizisinde üzerinde durduğumuz esas mevzu, Sokrates’in ölümü esnasında söylediği sözün mahiyeti hakkındadır. Aşağıda bu sözün ortaya çıkışı veya söyleniş şekli, Sokrates’in Savunması (Apolocya) ve Eflâtun’un Phadion isimli eseri üzerinden mevzu edilecektir. Bu sözün günümüzde anlam kazandığı tek noktanın Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi olduğu temel iddiamızdır. Bu iddiamıza temel teşkil eden/edecek olan nokta ise, “dünyanın beklediği fikir kahramanı”nın “Ebu Süleyman: Horoz” nesebi ile olan doğrudan ilişkisi ve bunun da, “rüyâ uykuda Allah’ın fısıldadıklarıdır” hakikati çerçevesinde, diğer bir ifadeyle de rüyâ âleminden haber verildiği üzere, “İstikbâl İslâmındır” mânâsının sûret bulduğu “Hurus: Horoz: 866: Hüsrev: Hükümdar, şah” terkibi çerçevesinde, “Salih Mirzabeyoğlu hükümdardır!” terkibi hükmüne delalet ediyor olmasıdır. Bütün bir Batı Felsefesi tarihinin Sokrates’in horoz borcu sözü üzerine bina edildiğini, bunun da nihaî noktasının yine “akl-ı selim” sahibi mânâsına “Salih Mirzabeyoğlu Hükümdardır!” terkibî hükmü çerçevesinde son bulduğu temel iddiamızdır.
Sokrates’in peşinde olduğu yegâne şey, hiç şüphesiz ki, bizzat “horoz” keyfiyetine malik olmaktı. Sokrates’in eski Yunan’da isminin duyulmaya başlaması, Peleponnes savaşlarına denk gelir. İlkin doğa felsefesine yönelen Sokrat -ki Anaksagoras’ın talebesi Arkhelaos’un derslerine katılmıştır-, daha sonra insanî problemlere ilgisiz olduğu gerekçesiyle doğa felsefesinden uzaklaşır. Ahmet Cevizci’nin ifadesiyle, “doğa filozoflarında aradığı, sadece beşeri dünya için değil fakat doğal dünya için de geçerli olacak ereksel açıklamayı bulamamıştı.”(4) Cevizci’nin “horoz” mânâsını mündemiç “ereksel” vurgusuna dikkat!.. Erek: Gerçekleştirilmek üzere tasarlanan, ardından koşulan, ulaşılmak, erişilmek istenilen şey… Demek ki Sokrates, her şeyden evvel “yeni insan yeni nizam” arayışı içinde olan bir filozoftu. Kendisine biçtiği misyon, yine “horoz” keyfiyetini haiz, “Atinalıları uyandırıp, hayatın anlamı ve kendileri için gerçekten iyi olan üzerine düşünmeye sevk etmek”(5) şeklinde özetlenebilir. “İnsanlara, ruhlarına özen göstermeleri gerektiğini”, onların “adalet, erdem ve bilgelik” gibi konularda ihmalkâr davranmamaları gerektiğini ihtar eden Sokrates, çoktandır dönemin muktedirlerini rahatsız etmeye başlamıştı bile. Muktedirlik alanlarına tecavüz edildiğini düşünenler, çok kısa bir zaman sonra, “gençleri baştan çıkarmak ve kentin tanrılarına inanmayıp yeni tanrılar icad etmek” suçlamasıyla Sokrates’i mahkeme(leri)nin karşısına çıkardılar.
Aslında Atina’nın muktedirleri Sokrates’i öldürmekten ziyade, onun aman dilemesini ve işlemeyen ve çökmeye mahkûm düzenlerini kabullenmesini bekliyorlardı. Ama Sokrates hiç de öyle yapmadı. Ünlü savunmasında (Apolocya), “gençleri baştan çıkarmak ve kentin tanrılarına inanmayıp yeni tanrılar icad etmek” bir yana, “insanlara, Tanrının mesajı uyarınca, önce bilgisizliklerini, sonra da ilkeli yaşamaları, ruhlarına gerekli özeni göstermeleri gerektiğini göstermek amacıyla felsefe yaptığını dile getiriyordu.”(6) Yani kelle koltukta hakikat yolcuğunda yürümekte ısrar ediyordu.
Kısacası Sokrates, “moral ve entelektüel olarak intihar etmek” demek olan teslimiyetçi bir politik duruşu değil, sahici bir entelektüel duruşu tercih ederek, “kendisine sadık kalmak”, “hayatını tekzib etmemek” ve “kendisini ve hayatını bir bütün olarak olumlamak” adına zamane muktedirlerinden af dilemedi ve kendisine sunulan baldıran zehrini kana kana içti! Sokrates’in en çok korktuğu ve üzerinde durduğu mevzu, haklı yere mahkûm edilmek ve ölümü gerçekten hak etmekti. Haksız yere mahkûm edilmesinin ve yine haksız bir şekilde ölüm cezasına çarptırılmasının Sokrates için pek de önemi yoktu. Nitekim yoldan giderken, yakınlarından bir gencin hıçkıra hıçkıra ağladığını görünce, ona, “Niçin ağlıyorsun?” diye sual ediyor ve aldığı, “Haksız yere ölüme götürüldüğün için…” cevab karşısında verdiği cevap, nasıl bir ruh hâli yaşadığını bütün haşmetiyle ortaya koyuyordu: “Demek, haklı yere ölüme götürülseydim, gülecektin?”
Kaçmak da dâhil, ölüm cezasından kurtulmak için her türlü imkâna sahib olmasına rağmen Sokrates, tam bir ruh dinginliği içinde ölümü bekledi ve M.Ö. 399’da hayata gözlerini kapadı.
“Düşünce tarihinde politika felsefesinin kurucusu olarak kabul edilen Sokrates’in felsefesi büyük ölçüde onun demokrasiye yönelik eleştirileriyle, en iyi yönetim biçiminin ne olduğuna dair fikirlerinden oluşur. Bu görüşlerin gerisinde, elbette onun genel olarak devletin, özel olarak da Yunan kent devletinin doğası ve işlevleriyle ilgili fikirleri bulunmaktaydı.” Sokrates’in sahib olduğu fikre göre, “polis veya kent-devletinin varlık nedeni, sadece yurttaşlarının hayatlarını güvence altına almak değil fakat esas onların mutluluğa erişebilmelerini mümkün kılmak, ahlaken iyi bir hayat sürmelerini sağlamak ve yurttaşlarına iyi bir hayat temin etmek” şeklinde özetlenebilir. Sokrates’e göre “bir eğitim kurumu olan polis, yani devlet, yurttaşlarını gerçek mutluluğa eriştirmekle kalmayıp, onları ruhlarına özen gösteren iyi insanlar haline getirmekle mükelleftir.” Devlete düşen en büyük görev işte tam da budur. Sokrates’e göre devletin görevi, “yurttaşlarını özellikle manevî yönden geliştirmek, onları kendi iyi telakkisine göre erdemli varlıklar haline getirmektir.”(7)
Evet; Sokrates’in gerçekleştirmek isteyip de gerçekleştiremediği şey tam da buydu ve bunun bir muktedirlik sorunu olduğunu düşündüğündendir ki talebesi olan Eflâtun’a bir “horoz borcu” olduğunu, bunun mutlaka ödenmesi gerektiğini ihtar edip onu bir miras olarak bırakmıştır. Eflâtun’un bütün yaptıklarına ve dahi yapmak istediklerine bir göz atıldığında görülecektir ki Eflâtun, bütün ömrünü bu “horoz borcu”nu ödemeye adamıştır. Felsefe tarihinin tanıdığı ilk ve en büyük sistemin, içtimaî sistem veya devlet ve toplum düzeninin kuruculuğu unvanını elinde bulunduran Eflâtun, bütün bu kazanımlarını “horoz borcu”nu ödemek çabasına borçludur.(8)
Sokrates’in “horoz borcu” ifadesi tam da bu noktada anlam kazanmaktadır. Sokrates, asıl yapmak istediklerini yapamayınca, daha doğrusu içinde yaşadığı siyasî erk buna mâni olunca, mirasını devralacak bir gence, yani Eflâtun’a bunu bir borç olarak bırakmıştır.
İBDA Mimarı: “Denebilir ki, Eflâtun bütün ömrünü, Sokrates’i öldürmeyecek, tersine onu ve onun gibileri baş tâcı edecek bir toplumun, bir devletin nasıl kurulabileceğini düşünmekle geçirmiştir.”(9)
Sokrates’ten önce Thales, Herakleitus, Parmenides, Zenon, Pitagoras, Empedokles gibi büyük filozoflar yetişmişti ama bunların çoğu doğa filozoflarıydı yani nesnelerin doğal yapısını (physis), maddelerin ve ölçülebilen dünyanın bileşenlerini ve yasalarını araştırmışlardı. Sokrates’e göre bunlar hoş ve güzel şeylerdi, ama filozoflar için bütün bu ağaçlardan, taşlardan hatta yıldızlardan çok daha değerli bir konu vardı: AKIL!
Bugün bütün bir Batı felsefesi tarihi işte bu aklın mahiyetinin ne olduğu etrafında şekillenmiştir. Yazının ana temasını oluşturan en önemli kavramların birinin akıl kavramı olduğunu da hatırlatalım. Sokrates’in bağrından çıkan akıl önce Eflatun, daha sonra da Aristoteles’de belli bir kıvama erdikten sonra, eski Roma ve akabinde Ortaçağ Avrupa’sında şekilden şekle sokuluyor ve en nihayet Descartes’in elinde müşahhas bir zemine kavuşturuluyor. Descartes’in ülkesi ve laikliğin merkezi olan ve aynı zamanda kendisine sembol olarak horozu yakıştıran Fransa, “Beşer zekâsının sekreteri” unvanına layık görülüyor. Bu unvan bugün “İstikbal İslamındır” mânâsının müjdecisi olan Büyük Doğu- İBDA ruh ve fikir sistemi üzerinden “Beşer zekâsının sekreteri İBDA”nın tasarrufu altındadır. Yeri geldikçe bu mevzua değinilecektir.
Dipnotlar
1-Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muzdaribler –Düşünce Tarihine Bakış-, İBDA Yayınları, İstanbul, 1998, sh.267.
2-Betrand Russell, Batı Felsefesi Tarihi, Alfa Yayınları, cild: 1, İstanbul, 2012, sh. 165.
3-Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muzdaribler –Düşünce Tarihine Bakış-, İBDA Yayınları, İstanbul, 1998, sh.269-270.
4-Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, say yayınları, 5. baskı, İstanbul, 2015, sh. 64.
5-Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, say yayınları, 5. baskı, İstanbul, 2015, sh. 65.
6-Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, say yayınları, 5. baskı, İstanbul, 2015, sh. 65.
7-Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, say yayınları, 5. baskı, İstanbul, 2015, sh. 65.
8-Ahmet Cevizci, Felsefe Tarihi, say yayınları, 5. baskı, İstanbul, 2015, sh. 65.
9-Salih Mirzabeyoğlu, Büyük Muzdaribler –Düşünce Tarihine Bakış-, İBDA Yayınları, İstanbul, 1998, sh.322.
Baran Dergisi 573. Sayı