İlişkilerimizin sağlıklı, sürdürülebilir ve tutarlı olabilmesi için Mevlânâ Celâleddin Rumi Hazretlerinin Mesnevisi bize yol gösteren önemli kılavuzlardan bir tanesi... Mevlâna Hazretleri insanlığın DNA'sındaki şifreleri çözüp, kendini iyi doğru ve güzel yönde nasıl değiştirebileceğini gösteriyor ve bu durum bugün bilim tarafından da ispatlanıyor. 90'lı yılların ortalarından sonra beyinde duygularla ilgili alanlar keşfediliyor ve duygular bilimin menziline giriyor. Bu keşiften sonra Mesnevinin kişinin duygusal dünyası için ne kadar büyük bir öneme sahip olduğu birçok uzman tarafından da anlatılıyor. Mesnevi hikayeler, içsel duygusal dünyamızın ve dışsal sosyal dünyamızın tutarlı bir bütünlük içinde olması açısından sağlam bir referans... Bu noktada sosyal ilişkilerimiz açısından büyük katkı sağlayan Mesnevi hikayelerden biri...
Bir gün Peygamber Efendimizle karşılaşan Ebu Cehil, “Beni Haşim soyundan senden daha çirkin yüzlü biri yoktur” dedi.
Peygamber Efendimiz:
“Söylediğin doğrudur” cevabını verdi.
Biraz sonra Hz. Ebubekir geldi ve “Yüzün güneş gibi parlıyor. Senin yüzünden daha güzel ve göz kamaştırıcı bir yüz görmedim ya Resulallah” dedi.
Peygamberimiz ona da “Doğru söyledin” karşılığını verdi.
Orada bulunanlar, “Ey Allah’ın peygamberi, birbirine zıt şeylerin ikisine de ‘Doğru’ dedin, bunun sebebi nedir?” diye sordular.
Peygamber Efendimiz:
“Ben, Allah’ın cilaladığı bir aynayım. Bana bakan kendini görür” buyurdu.
Esirgeyen ve bağışlayan Yüce Yaradan, Mukaddes Kitabımızda her şeyi bir ölçü ile yarattığını ve bizim bu ölçüde sınırı aşmamız gerektiğini bildiriyor. Başta kâinatın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Peygamber Efendimiz (s.a.v) olmak üzere bize doğru yolu gösteren bütün Büyüklerimizden dinimizin ölçümlüye ne denli büyük önem verdiğini öğrenebiliriz. Bu açıdan bakılınca “Ayna hikâyesi” ile bize verilmek istenen mesajın bir yılana sarılmak, akrep ruhlu bir insanı kucaklamak olmadığı aşikâr. Ya da ayna olan o kişinin izzet-i ruhumuza, varoluşumuza, özümüze, fıtratımıza, benliğimize ters davranışlarına müsaade etmemiz anlamına gelmediği de çok belli. Göz göre göre o kişiye tutunmayacağız elbette. Peki o zaman hikâyede verilen bu mesajı nasıl okumak gerekiyor? Karşımızdaki kişinin bize aynalık etmesi bağlamında ilişki sınırımızı nasıl belirleyeceğiz ne kadarını alacağız ne kadarını reddedeceğiz?
Büyük Doğu‐İbda fikriyatının sağladığı önemli kazançlarından biri de kendimize, etrafımızdaki her şeye, hadiselere ve fikirlere doğru soruları sorabilecek kadar kendini yetiştirebilme becerisi kazandırması... Geçmişe baktığımız zaman, eşya ve hadiselere doğru sorular soran insanların iz bıraktıklarını görüyoruz. Günümüzde de bu durumun örneklerine tanık olabiliyoruz. Geçmişten ve şimdiden yola çıkarak, hayâl edebileceğimiz gelecek dünyasında da muhtemelen doğru sorular sorabilen ve doğru seçimler yapabilen insanlar etkin olacak. Bu çıkarımı yapabilmek çok da zor değil sanki. Konuyu fazla dağıtmadan hikâyeye doğru soru ve cevaplarla yaklaşmaya çalışalım.
İlk başta bu hikâyeye şunu göz önünde bulundurarak bakabilmek daha uygun olur. “Mesafe”... Kendimiz için ve etrafımızdaki herkes için hayatımıza mutlaka yerleştirmemiz gereken önemli bir mevzu olduğunu, psikoloji alanındaki bütün uzmanlar söylüyor. Kendimiz dahil bir kişiye haddinden fazla yaklaşırsak kuvvetle muhtemel ki göremeyiz çünkü şaşı bakarız. O sebeple net olarak görebilmemiz için önce kendi hakikatimize sonra da ilişki içinde olduğumuz insanlara belirli bir mesafeden bakmayı bilmek gerekiyor gibi. Ne başkalarının hayatımıza olduğu gibi girmesine izin vermenin, ne de başkalarının hayatına çok fazla yaklaşmanın doğru olmadığını göz önünde bulundurmak sınırımızı belirleyebilir.
Öte yandan, hikâyede görünen mesaj gibi hayatımızdaki insanın bize apaçık ayna olduğu bir durumda olabiliyor. Görünen o ki şunu diyebiliriz. “O koca boşuna senin kocan değil... Boşuna o kadınla evlenmemişsin... O çocuk boşuna senin çocuğun değil... Boşuna o ailede doğmamışsın... O patron boşuna senin patronun değil...” Bu insanlar bize müspet ya da menfi bir şeyler öğretmek için hayatımızda. Belki duygusal dünyamız o insanlardan bir ders çıkaracak ve manevra yeteneğini geliştirecek. Belki bir sonraki imtihana hazırlayacak bizi. Belki de olumlu ya da olumsuz başka bir sebep... O yüzden orayı zorlamaya devam etmek doğru olur gibi görünüyor. Bir farkındalık alanı oluşturup duygusal dünyamıza yerleştirirsek, muhtemelen başka bir yerde başka bir şekilde derecesi küçük de olsa o insanın aslında bir karakter özelliğimize ayna olduğunu görebiliyoruz. Orada kinetik enerjiye dönüşmemiş bir potansiyel enerji olduğunu fark ediyoruz. Eyleme geçmeden önce ona göre adım atabiliriz. Ama tutup da “Bu kişi benim hayatımda olduğuna göre ben böyle bir insanım, Demek ki ben böyleyim” deyip kendi kendimizi dövmemiz gerektiği de kastedilmiyor sanki.
Bir başka dikkat edilmesi gereken nokta da şu... Araştırmalara göre; zihnimiz daha çok göreceli olarak çalışıyor. Bunun nedeni; beyin yapımızda ayna nöronları adı verilen hücre topluluğunun bulunuyor olması... Bu sebeple bir referans kaynağı olduğunda kendimizi daha iyi tanıyabilir ve daha iyi ifade edebiliriz. Özellikle küçük yaşlarımızda kendimizi etrafımızdakilere kıyasla tanıyabiliyoruz. “Annem böyle ben böyleyim babam böyle ben böyleyim kardeşim böyle ben böyleyim” gibi... Zamanla bu durum tehlikeli bir alışkanlık haline gelebiliyor. Hayatı da bu şekilde zannedebiliyoruz. Kendi hayatımızı diğer hayatlarla kıyas edebiliyoruz. Mesela bir şeyler yaşıyoruz, başka insanlar da aynı isimde bir şeyler yaşıyor. Kariyer gibi, iş gibi, öğrenim durumu gibi... “Onun işi şöyle benim ki böyle... Demek ki benimki olmuyor” diye hemen etiketleyebiliyoruz. Oysa ki aynı şartlar içinde iki iş bile olsa, iki insanın iş hayatının aynı olamayacağı bilinebilir bir şey... belki de sadece o şartların gerektirdiği sonuçları yaşıyoruz ama beynimizin duygusal kısmı bunu böyle anlamıyor. Sosyal medya bizi bu şekilde zehirliyor sanki. Bakıyoruz orada herkes en iyi, en mutlu, en güzel fotoğraflarını paylaşıyor, beynimizin bilinçli kısmı belki de bunu biliyor ama duygusal kısmı diyor ki; “Ben de bundan istiyorum...” Aşikâr ki bilincimizin bir şeyi bilmesi yeterli değil. Günümüzde yapay zekaya birtakım kurallar öğretilebiliyor, belli işler yaptırılabiliyor, algoritmalar ezberletilebiliyor. Fakat ondan ahlaki bir değer, bir davranış beklemiyoruz. Onun davranışlarını yargılayacak bir ceza yasası hazırlamıyoruz. Çünkü o bir vicdani zekaya sahip değil. Demek ki yapay zekâ sadece beynimizin bilinçli kısmı gibi çalışabiliyor. Yine beyin araştırmalarına göre; beynimizin katmanları var. Bilinçli katmanı günlük hayatımızdaki sığ işlere yarıyor. Burada algoritmaların da yapabileceği basit işler var, kurallar var ve sadece sözlerle çalışıyor. Yani son derece iptidai bir bölüm... Aynı zamanda burası bizi biz yapan bir katman, diğer canlılarda böyle bir katman bulunmuyor, çünkü bilincimiz sayesinde seçimler yapabiliyoruz. Bu bölümde bir çocuğun kahkahası yok, bir dost sohbeti yok, bir büyükten dinleyeceğimiz tecrübenin derinliği yok, bir sanatın görkemi yok. Yalnızca komutlar var ve bu komutlara uymamanın dayanılmaz cezası var. Yaşanabilir bir hayat için işimize yarayan güzellikler, beynin diğer katmanlarında işleniyor. Bu şekilde bakıldığı zaman bilinçli katmanda yaşamak tabiri caizse insanın cehennemi gibi bir şey... O yüzden bilince haddinden fazla yüklenip, kendimize bu azabı etmeye gerek yok sanki. Görünüşe göre; buradaki orkestra çok büyük... Biraz müzikten faydalanmanın yollarını araştırmamız gerekiyor. Kontrolümüzde olan bilinci, beynin derin katmanlarına erişim için kullanmak muhtemelen daha yararlı olur. Bugün kısır siyasi tartışmalar yerine, biraz estetik, biraz latife, biraz letâfet, azıcık durmak, biraz yaratıcı faaliyetlerle ilgilenmek hayatı anlamlı ve dolu dolu yaşamamızı sağlayabilir gibi. Bu hikâyeye de beynimizin bilinçli kısmıyla değil, insana has derin katmanlarıyla bakabilirsek daha yerinde olacaktır sanki.
Aylık Baran Dergisi 34. Sayı, Aralık 2024