Haberciyi artık intihar ilgilendirmiyor, nasıl intihar ettiği ilgilendiriyor. Cinayet ilgilendirmiyor ama nasıl işlendiği ilgilendiriyor. Adeta hadisenin korkunçluğu yerini magazine bırakıyor.

Son zamanlarda medyanın ölçüsüz bir şekilde şiddet içerikli görüntüleri ve trajik hadiseleri abarta abarta toplumun gözüne sokması malum. Bunun üzerine yazılan yüzlerce tez, araştırma ve haberler de içeriğin boyutunu çarpıcı şekilde gösterir mahiyette. Medya şiddeti dediğimiz olgu, televizyon, bilgisayar, telefon ve çeşitli medya araçlarıyla bir görüntünün haddi aşan biçimiyle izleyicilere gösterilmesi.

Yapılan araştırmalara göre bu tür medyaya maruz kalmanın, fertlerin agresif ve şiddet içeren davranışlar sergileme olasılığını artırdığını gösteriyor. Örneğin, çocukluk döneminde şiddet içerikli medyaya maruz kalmak, ileriki devrelerde fizikî saldırılara sebebiyet veriyor. Yani medya şiddeti empoze etmesi ve bilgi akışını şiddet yoluyla aktarması toplumda mevcut agresif durumları ve düşünceleri öne çıkarıyor, fizyolojik uyarıları harekete geçiriyor ve ekranlardan pompalanan şiddet içerikli davranışlar sosyal davranışlara aksediyor, taklit ediliyor yahut bu yönde bir eğilim yaşanıyor. Adeta toplum, medya aracılığıyla şiddete karşı duyarsızlaşırken, şiddete meyyal bir psikolojik duruma düşüyor.

Elbette durum bununla da sınırlı değil. Bir de medyanın şiddeti, trajedi adı altında kitlelere empoze etmesi daha vahim sonuçlara sebebiyet veriyor. Bunu bir filmle misallendirelim.

Billy Wilder'ın yönettiği 1951 yapımı "Büyük Karnaval", gazetecilik ahlakını, toplumun trajedilere olan zaafının kullanılarak medya manipülasyonuna maruz kalışını gözler önüne seren bir film.

Kariyerinde düşüşe geçmiş, açgözlü bir gazeteci olan Chuck Tatum’un hikâyesinin işlendiği filmde Tatum, küçük bir kasabada mahsur kalmışken yerel bir maden çökmesi haberiyle karşılaşır ve bu olayı kariyerini tekrar canlandırmak için fırsat olarak görür. Hadise, maden ocağında mahsur kalan bir adam etrafında gelişir. Tatum, kurtarma çalışmalarını yavaşlatarak hikâyeyi ulusal bir medya sirkine dönüştürür.

Filmde adeta medyanın şiddeti, trajediyi ve acıyı sömüren yüzü sert bir şekilde ortaya serilir. Amerikan toplumunun trajediye karşı duyduğu şehvet, filmde de tüm ayrıntılarıyla işlenir. O zamanlar tepki alan fakat bu zamanlar neredeyse günümüz habercilerinin içine düştüğü bu bataklık ve toplumumuzda sömürülen acıya karşı takınılan dengesizce tavır 70 senede trajediler karşısında insan ruhunun bozuluşunu da gösteriyor.

Tolstoy, Şekspir'in oyunlarını ahlak dışı bulur. Çünkü Şekspir iyiyi de kötüyü de ballandıra ballandıra anlatır. Adeta kötünün örneği kötü gibi durmaz. Bu sebepten Tolstoy ancak iyiliğin bu şekilde yapılabileceğini söyler. Kötülüğün örneği ise tesir etmez, meşruiyet kazandırır. Alev Alatlı da “trajedilerden ibret alınmaz” der. “Bilakis şerri aklayan, onu meşrulaştıran bir tarafı var. Bakınız Holokost ve onun dölü İsrail” der. Yıllarca Holokost edebiyatı ile sadece vurgun yapılmamış, bilakis Holokost bir silaha evrilmiş ve Yahudi eliyle millete sıkılmıştır. Büyük bir trajedi olarak şuurlara empoze edilen yalan, adeta gerçeğe dönüşmüştür.

Mesela Elif Şafak, “Mahrem” isimli romanında pedofili karakterini ele almış ve gelen eleştirilere de cevap olarak, “Ben edebiyatçı olarak kurbanın yanında yer alıyorum, onun gözünden anlatıyorum.” demişti. Ömer Seyfettin'in bir hikayesinde Yunanlının Türk’e tecavüz etmesini en ince ayrıntısına varana kadar anlatması gibi. Kötülük adeta bir haz haline getiriliyor ve akla gelmesinden bile utanılacak mevzular, yazıya dökülüyor, dile getiriliyor. Kötülük adeta sıradanlaştırılıyor, basitleştiriliyor, korkunçluğu alınıyor ve tüm posa insanın saf ruhuna, kalbine boca ediliyor.

Bugün toplumun genel manzarasına baktığımızda; birbirini kesen, biçen, hiç düşünmeden anında kurşunlar yağdıran, intihar eden, hırsızlık yapan, cinnet geçiren insanların çoğaldığını görüyoruz. Ve bu korkunçluk artarak devam ederken, yaşanan hadiseler de birbirine neredeyse tıpatıp benziyor. Biri Marmaray'ın önüne kendini atıyorsa, aynı durakta ve aynı yerde benzer bir hadisenin yaşanması bir haftayı bulmuyor. Bir taksici vuruluyorsa aynı hadise başka bir şehirde aynı şekilde vuku buluyor. Fakat bütün bunlar bir yana, bir de Büyük Karnaval'daki Tatum gibi bu hadiseler sündürülüyor, gerdiriliyor, trajik hale getiriliyor, adeta büyük bir hazla, büyük bir şehvetle medyaya servis ediliyor. Birinin soğukkanlılıkla başka birini vurduğu görüntüler medya eliyle servis edilince, aynı hadise birçok yerde benzer şekillerde ortaya çıkıyor. Mesela “Ben İbrahim Yılmaz, Instagram’da 14 milyon takipçim var” diyerek etrafta milleti rahatsız eden ve dolandırıcılıktan içeri alınan iş adamı, katıldığı bir programda hayali şirket kurarak nasıl para kazandığını anlatmış ve bu sahtekarlığına büyük alkış almıştı. Kitleler önünde bir sahtekarlık, medya şiddeti eliyle normal gösterilmiş, alkışlarla yapılan dolandırıcılık topluma benimsetilmeye çalışılmıştı.

Hadisenin korkunçluğu yerini magazine bırakıyor

Haberciyi artık intihar ilgilendirmiyor, nasıl intihar ettiği ilgilendiriyor. Cinayet ilgilendirmiyor ama nasıl işlendiği ilgilendiriyor. Adeta hadisenin korkunçluğu yerini magazine bırakıyor. Artık kimse kişinin niçin intihar ettiğini, niçin cinnet geçirdiğini veya niçin kurşun yağdırdığını düşünmez oluyor. Nasıl ettiğini ve bu hadiselerden sonra neler olduğuyla ilgileniyor. Toplumun şuuru da bu yöne çekiliyor.

Haberci yaydığı görüntü ve haberle tirajına tiraj katarken yetkililer de adeta bu hazza ayak uydururcasına, hadisenin korkunçluğunu görmezden gelircesine meselenin magazin tarafıyla ilgilenmeye başlıyor. Önce suçlunun bir güzel yakalanması için açıklama yapılıyor, sonra kolluk kuvvetlerinin etrafa dağılışını gösteren editler paylaşılıyor, daha sonra videolar ve haberciler eşliğinde katil yakalanıyor ve cezaevine tıkılıyor. Ardından katilin yakalandığına dair bir açıklama yapılıyor. Kısacası suç görmezden gelinirken, suçlu ulusal bir medya sirkine dönüştürülüyor. Kimse suçun mahiyetiyle, sebebiyle, neden çıktığıyla ilgilenmiyor, hatta bu suçu ortadan kaldırmaya yönelik herhangi bir çalışma yapılmıyor. Medya şiddeti eliyle suçlu adeta kendisine biçilen bu “ilgi manyaklığı” sebebiyle göğsünü gere gere koridorlardan cezaevine giriş yapıyor.

Trajedi adı altında sıradanlaşan cinayet

Ağlatı anlamına gelen ve kökeni Yunanca “tragōidia” kelimesine dayanan trajedi, insandaki acı, keder, zaaf, hata ve kötülük gibi unsurlardan müteşekkildir ve Batı toplumu bu kelimeye yükledikleri tüm unsurlar üzerinden kendi günahlarını arındırmayı umar. Yani Hristiyanlıkta olan günah çıkarma bu trajedide yüklüdür. Bir nevi kötülüğün itirafıdır.

İslâm ahlakında ise trajediye yer yoktur. Trajediye karşı tevekkül vardır. Bunu da öğütler, öğretir, kıssadan hisse vererek aktarır. Bu minvalde güzelliği, huzuru meydana çıkarır. Günahı örter. Kötülüğü yaymaz, onu yayarak sıradanlaştırmaz. Abdülhamid Han'ın intihar haberlerini yasaklamasını da bu çerçeveden okuyunuz!

Bugün genel çerçeveye baktığımızda topluma sürekli enjekte edilen trajik vakalar fayda değil bilakis zarar getiriyor. Acıdan beslenen ve acının başına akbabalar gibi çöreklenen medya, korkunç hadiseleri meşrulaştırmaktan öteye gitmiyor, bilakis teşvik ediyor.

Nasıl ki, dijital platformlarda yalan ve yanıltıcı haberlerin yayılmasını önlemek için 2022 yılında çıkarılan Dezenformasyon Yasası (ki bu da bir işe yaramadı, yaramıyor) gibi suça teşviki engelleyen bir yasa çıkarılmalı. Teşvik edilir gibi sunulan gayri ahlaki işlerden cinayete varana kadar meydana gelen tüm problemler, bu yasa eliyle dizayn edilmeli.

Aylık Baran Dergisi 34. Sayı, Aralık 2024