Bize rehber ve ışık olan Üstad Necip Fazıl’ın mücadelesi ve eserlerinde Kemalizm eleştirisi açıktır. O, Milli Mücadele ile maddede kazanılan zaferin yeni kurulan rejim ile mânada satıldığını ve ihanet edildiğini söyler.

Mâlum olduğu üzere Necip Fazıl, Büyük Doğu dergileriyle paradigmayı sorgulamış, Kemalist devrimleri reddetmiş, sadece reddetmekle kalmamış Kemalizm’in kaynağı Batı tefekkürünü de kritik ederek Büyük Doğu İdeolocyası’nı ortaya koymuştur. O, fikir ve sanat adamı olması yanında aksiyon adamıydı. Öyle ki fikir, sanat ve aksiyonu şahsında birleştirmişti.

Bize rehber ve ışık olan Üstad Necip Fazıl’ın mücadelesi ve eserlerinde Kemalizm eleştirisi açıktır. O, Milli Mücadele ile maddede kazanılan zaferin yeni kurulan rejim ile mânada satıldığını ve ihanet edildiğini söyler. O, 1943’lerden itibaren Büyük Doğu dergisiyle isyan bayrağını açar. Bu bayrak 1975 ve 1979’da Gölge ve Akıncı Güç dergileriyle gençlik tarafından yürütülmüş ve Üstad’ın 1983’te vefatından sonra İBDA ismiyle sürdürülmek üzere yine Salih Mirzabeyoğlu tarafından devralınmıştır.  Hâlen İBDA ve Mirzabeyoğlu’na bağlı gençlik tarafından aynı istikamette sürdürülmektedir. Mevzuumuzla doğrudan alâkalı olarak Necip Fazıl’ın 1977’de Beyrut’ta Arapça ve 2019 senesinde de ülkemizde Türkçe basılan Put Adam isimli eserini hatırlatmalıyız. Put Adam eserinin yedinci bölümü “Çankaya: Cinayet, Utanç ve Rezilliğin Merkezi” ismini taşımaktadır. Söz konusu eserde miadını doldurmuş Kemalizm’in, kendi kalem erbabı isimlerden (Şevket Süreyya Aydemir ve Falih Rıfkı Atay) röntgeni çıkarılmış, her yönüyle tahlil (kritik) edilmiştir.

Kemalizm’in bu ülkeye Batıcılık (batırıcılık) belâsını resmen sokmasından bu yana en büyük meselemiz ne siyasî, ne iktisadî, ne şu, ne budur. En büyük mesele idraklerin iğdiş edilmesidir.[1] Ülkemizdeki fikrî ve siyasî tartışmaların seviyesi veya seviyesizliği de bunu göstermektedir. Kemalizm’e bir din gibi inanan, Mustafa Kemal’i peygamber gibi tartışılmaz gören, “Ülkeyi kurtardı!” tekerlemesi ile onu putlaştıran, Batı’yı da tanımaz Batıcı bir güruh yanında, Fetullah’ın “ılımlı İslâm”ı ile de soslanmış hem Müslüman hem laik gibi bir zümre de belirdi. CHP küfür yobazı ile tam hesaplaşamamanın neticesi böyle muvazaacı ve hibrit (karışık) bir nesil peydahlandı. AK Parti de bilerek veya bilmeyerek bu nesle vücut verdi ve böylece düşmanın, CHP’nin ekmeğine de yağ sürdü. Şunu belirtelim ki Kemalizm ile Müslümanlığı evlendirmeye kalkışmak, İslâm ailesine bir ihanet ve sapıkça bir ilişki olarak kabul edilmelidir. Bir nevi “üçüncü cinsiyet” gibi bir sapkınlık…

Her ne kadar Cumhuriyet’in “yüzüncü yılı” kutlansa da Kemalist rejim şeklen yaşıyor. Hâlen Atatürkçü söylemin kullanılır oluşu ise yeni bir rejim kurulup yeni bir söylem geliştirilmemiş olması ve eski yanlışın sürdürülmek durumunda kalınması dolayısıyladır. Kemalistler on yıllardır iktidara gelemiyor ancak ıslahatçı, kâr iktidar da Kemalizm ile toptan hesaplaşamıyor. Ayrıca Kemalizm (Atatürkçülük) bir ideloji/dünya görüşü olmadığı gibi inanılacak bir özelliği de yoktur. Ancak Batıcı hayat tarzına alışan ve İslam’a yobazca bakan azımsanmayacak bir kesim topyekûn Kemalizm’i cankurtaran simidi olarak görmektedir. Anayasal düzen ve eğitim sistemi de bu geri ve ilkel düşünceyi desteklemektedir. Burada Üstad Necip Fazıl’ın “İslâm inkilâbı” fikir ve aksiyonun önemi daha iyi anlaşılmaktadır. Aksi halde bize millet olarak kurtuluş olamayacağı gibi İslâm âlemine de bir faydamız olmayacaktır.

Küreselleşme çağında biz şunu sormak durumundayız. İran Şiilik, Suudi Arabistan Selefilik ile İslâm alemine açılıyor, biz ne ile açılacağız? Allah Resûlü’ne haşa “çöl bedevisi” diyecek kadar alçalan Kemalizm ile mi? Müslümanın nesebi ve nesli Hazret-i Peygamber’e ve oradan Hazret-i Âdem’e ulaşır. Kemalistlerin atası ise ya belirsizdir yahut Darvin’in evrim teorine konu olan maymuna dayanır. Müslümanın en büyük delili Allah’ın kitabı Kur’an ve O’nun Resulü’nün hadis-sünnetidir. Kemalistlerin kitabı ise Atatürk’ün Nutuk’u ve Darvin’in bilimsel olmayan fosilleridir.

Atatürk’ün kurduğu bu rejim her ne kadar isminde Türkiye Cumhuriyeti ifadesi geçse de bağımsız bir devlet değil, Batı’ya bağlı bir ulus devlet olarak dizayn edilmiştir. Kemalist rejimin gerçekleştirdiği siyasî, hukukî, kültürel devrimler ise Lozan Antlaşması’nda kayıt altına alınmış olup [2] söz konusu devrimler tamamen Batı mukallitliği (bunun neresi millî?) üzerinedir. “Ertuğrul’un ocağı”na incir ağacı diken Kemalist devrimler olmuştur. Kemalizm’in üç temel özelliği vardır. Birincisi İslâm düşmanlığı manasında laiklik, ikincisi Osmanlı düşmanlığı ve üçüncüsü alkol severliktir. Ayrıca siyasi, askeri ve iktisadi olarak da Batı dünyası ile entegre olunmuş, kültürel bozulma yanında kapitalist bir sistem özentisi içinde gelir dağılımında da uçurumlar oluşmuştur. Muhafazakâr iktidarlar bu bozuk düzeni düzeltmekle uğraşmışlar ancak onlar çözümün kökten olduğunu idrak edememişlerdir.

Ülkemizde milli ve bağımsız siyaset ancak, o da kısmen Menderes ile başlamış, Özal, Erbakan ve Tayyip Erdoğan gibi sağcı hükümetler (CHP karşıtı) eliyle sürdürülmüştür. Savunma sanayindeki gelişmeler ve birçok mevzuda bağımsızlık adımları (Ayasofya’nın açılması vs.) Batı ve içimizdeki Batıcılara rağmen muhafazakâr bir iktidar (Tayyip Erdoğan) tarafından yerine getirilmiştir. CHP’ye karşı Tayyip Erdoğan’ı desteklerken millî ve kısmen de dinî hizmet yapmış olan MHP’nin hem Batı’ya karşı olup hem Atatürkçülük yapması ise hem dine yakın olup hem laikliğe sarılması gibi çelişkileri içinde barındırmaktadır. Neticede Üstad’ı MHP’nin de iyi anlaması gerek, tıpkı popülizm ve oy avcılığından başka bir şeye aklı basmayan AK Parti gibi.

Üstad’ın 1977’lerde MHP’ye yaptığı aşı ile sağ cepheyi birleştirme siyaseti günümüzde yürütülerek ülkemiz, 20-25 yıldır istikrarlı bir hükümet görüyor. Ancak Üstad’ın Türk’ün ruh hâline (İslâm’a) düşman olarak ve bir parti değil de “şekâvet ocağı” ve “oligarşi loncası” olarak gördüğü CHP bu merkezde anlaşılmadığından ve hakkında gerekenler yapılmadığından hâlâ aynı noktada bulunuyoruz. İçtimaî ve siyasî hareketlerin bir kuralı vardır, bir gücün karşısında denk güç olacaksın ve üstün durumuna geçtiğinde onun defterini düreceksin. Fırsatını bulduğunda veya karşı taraf hata yaptığında onun defterini dürmüyorsan bileceksin ki üstünlüğü ele geçirdiğinde onun ilk yapacağı şey seni imha etmek olacaktır. Savaşta kuraldır. Yenilen veya düşen düşmanı tam imha etmezsen, ayağa kalktığı an ilk iş seni imha edecektir.

Bu meyanda Üstad’ın davası ve mânasını (Büyük Doğu) anlamadan onun şiirlerini ve sözlerini slogan olarak kullanmak ona vefa olmadığı gibi ülkeye de hizmet değildir. Ülkenin kurtuluşu Kemalist ilkeler ve onun artığı hukuk ve eğitim sisteminden değil, Allah’ın ve Peygamber’in yolu demek olan Büyük Doğu İdeolocyası etrafında kenetlenmekten geçer. Batıcılığın bir diğer adı olan sekülerizm/modernizm bataklığından kurtulmak, hem iktisadî hem siyasî hem ahlâkî bağımsızlığımızı kazanmamız için büyük bir ideoloji şarttır. Dava, Mutlak Fikrin ve Vasıta Sistemin (BD-İBDA) gerekliliği davasıdır. Bunun harici fikir, tercih ve eğilimlerin akıbeti ise hayır değil, şerdir.

Ülkemizdeki kargaşaya, bölünmeye, vıcık ve pespaye ortama karşı başımızı dik ve yüreğimizi pek tutmalıyız! Zira dünyada mazlumlar Türkiye’den çok şey bekliyor. Bizim şimdilik böyle bir çapımız yok gözüküyor. Ancak abdestimizi tutmamız (dik duruş) yetecek ve Allah’ın izniyle âkıbet hayır gelecektir!..


[1] İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu bu meseleyi şöyle misallendirerek ilk defa dikkat çeken kişi olmuştur: “Müslüman geçinen salak, devleti koruyorum derken Kemalizm’i yaşattığını anlamaz, solcu geçinen ahmak da rejim değiştirme iddiasındayken, rejime âlet olduğunu anlamaz…. Büyük Doğu-İbda olarak bildirelim ki bu durum, idrakin iğdiş edilmiş olmasından başka bir şey değildir; mücerret fikir haysiyeti adına belirtilmesi gereken dava, Kemalizm’in asıl buğz edilmesi gereken tarafı, ne İslâm karşıtlığı, ne dış yüz devrimleri, sadece idraki iğdiş etmiş olmasıdır…” (Salih Mirzabeyoğlu, Adımlar, İbda Yayınları, 1997, s. 156-157).

[2] Lozan’da galip Batılı devletlerin isteği üzerine Ankara hükümeti tarafından hukuk reformları taahhüt edilmiş ve böylece maddi bağımsızlık karşılığında hukukî ve manevi esaretin temelleri atılmış oldu. Bu hususu Diyanet İslam Ansiklopedisi’nde Batılılaşma maddesinin hukuk bölümünü yazan Mehmet Âkif Aydın’ın paragrafından verelim: “Cumhuriyet dönemindeki Batılılaşma hareketlerinde devrin idarecilerinin tercihleri kadar Tanzimat döneminde olduğu gibi Batı’nın etki ve baskısı da rol oynamıştır. Osmanlı Devleti 1914 yılında kapitülasyonları tek taraflı bir kararla kaldırdığını ilân etmiş, ancak bu karar Avrupa tarafından kabul edilmemişti. Lozan barış görüşmeleri sırasında kapitülasyonlar ve bunların yabancılara tanıdığı adlî imtiyazların kaldırılması büyük tartışmalara konu olmuştur. Batılı delegeler Türkiye’de bulunan yabancıların davalarının yabancı hâkimlerin de yer aldığı karma mahkemelerde görülmesi konusunda ısrarlı olmuşlar ve konferansın bu sebeple kesilebileceği tehdidinde bulunmuşlardır. Türkiye bu konferansta esasen kendisinin de adlî yapıda yeni düzenlemelere gideceğini, dolayısıyla Batılıların endişe edecekleri bir durumun söz konusu olmadığını ısrarla savunmuş (meselâ bk. Lozan Barış Konferansı: Tutanaklar Belgeler, I/1/2, s. 229), fakat muhtemelen Batılı devletler Türkiye’nin adlî yapıda köklü bir değişikliğe gidebileceğine ihtimal vermediklerinden bu vaadle yetinmek istememişlerdir. Neticede uzun münakaşalardan sonra Amerikan delegesinin teklifi üzerine Türkiye Cumhuriyeti tarafından Batılı hukuk müşavirlerinden faydalanılması ve hazırlanacak kanun komisyonlarında ve adlî yapının düzenlenmesinde bunların istihdam edilmesi karşılığında adlî kapitülasyonların kaldırılması kabul edilmiştir. Türk murahhas heyeti de 24 Temmuz 1923 tarihinde imzaladığı “Yargı Yönetimine İlişkin Bildiri”de Türk hükümetinin uygarlıktaki gelişmenin gerektirdiği bütün reformları yapmaya hazır olduğunu, bu sebeple beş yıldan az olmayan bir süre için Avrupalı hukuk danışmanları almak niyetinde bulunduğunu, bu danışmanların hukuk reformlarını hazırlayacak komisyonlara katılacaklarını ve Türk mahkemelerinin işleyişini izlemekle ve Adalet bakanına gerekli görecekleri bütün raporları göndermekle görevli bulunacaklarını beyan ve taahhüt etmiştir (a.g.e., II/2, s. 105). Nitekim devrin Adliye Vekili Mahmut Esat [Bozkurt] medenî kanunun nasıl kabul edildiğini anlatan makalesinde kapitülasyonları kaldırırken, “Hukuk sistemiyle, kanunlarıyla, mahkemeleriyle yepyeni bir adalet organı yaratmayı da üzerimize almış bulunuyorduk... Lozan Muahedesi’yle yüklendiğimiz işi elden geldiği kadar çabuk başarmak lazımdı” (Bozkurt, s. 8) demektedir. Bütün bunlardan açıkça anlaşılmaktadır ki kapitülasyonların ve bu arada kapitülasyonlarla yabancılara verilen hukukî imtiyazların kaldırılması karşılığında yeni Türk hükümeti hukukî yapıyı tamamen Batı istekleri yönünde düzenleme taahhüdünde bulunmuştur. Bunun sonucu olarak Lozan Muahedesi’nin imzalanmasından kısa bir süre sonra ihzâr-ı kavânîn komisyonlarının görevlerine son verilmiş ve bu komisyonlarca hazırlanan tasarılar dikkate alınmamıştır.” (Mehmet Âkif Aydın, “Batılılaşma (IV. Hukuk)”, DİA, İstanbul, 1992, cilt 5, s. 162-167)

Aylık Baran Dergisi 27. Sayı, Mayıs 2024