Seyyid ve Şeriflerle ilgili işlere bakan yetkiliye nakîbüleşraf denir. Bu ümmetin Allah’ın Sevgilisi’ne vefasını gösteren bir kurumdur.
Allah Resûlü gibi onun ailesi ve akrabası da zekât ve sadaka alamadığı için Asr-ı Saadet’te onlara ganimetten bir pay ayrılırdı. Hz. Ömer, feyden (gayri müslim tebaadan alınan vergi) pay alacak Seyyid ve Şeriflerin isimlerini tescil etmiş idi. Emevîler devrinde bu husus biraz yavaşlasa da Abbasîler devrinde ehl-i beytin kayıtlarını tutmak için merkezde “nakîbü’l-ensâb” adlı bir görevli belirlendi. Her bölgede “nakib” ismiyle bir vazifeli ise ona bağlandı. Genellikle Seyyid ve Şerif soyundan biri bu vazifeyi deruhte eder idi. Hz. Abbas soyundan gelenlere “Abbasîler”, Hz. Ali soyundan gelenlere ise “Tâlibîler”dendi. Nakibin görevi hac emirliği, kadılık, hatiplik ve vezirlikle birleştirildiği de olurdu. Ayrıca resmî karşılama törenlerinde protokolde yer alırlardı.
Nakiblerin görevleri Allah Resûlünün soyuna mensup kişilerin kayıtlarını tutmak, evliliklerinde denklik kuralına uymalarını sağlamak, haklarını korumak ve onların başkalarının haklarına riayet etmesini sağlamak, fey ve ganimetlerden kendilerine düşen payları dağıtmak ve suç işleyenlerin cezalarını belirlemek idi. Daha sonra nakibüleşraflık müessesesinin ilgi alanında bir daralma oldu. Sadece Seyyid ve Şeriflerle ilgilenilmeye başlandı.
Anadolu Selçuklularında da Seyyid ve Şeriflerin kayıtlarının tutulduğunu biliyoruz. Böylece nesep kargaşası önlenmiş, gelirlerinin temini ve ticarî faaliyette bulunanlara vergi muafiyeti sağlanmıştır. Kayıtlarda bu işleri takip eden görevlilerin varlığına dair bilgiler de mevcuttur.
Osmanlılarda nakibüleşraflık müessesesi üzerinde duralım.
İslâm devleti olan Osmanlılar tabiî olarak bu müesseseyi sürdürmüşler ve kurumlaşmasını sağlamışlardır. Yıldırım Beyazıd döneminde Seyyid ve Şeriflerle ilgilenmek üzere hicrî 802 Ramazan’ında (Mayıs 1400) bir makam ihdas edildiği ve bu makama ilk olarak Bağdat eşrafından, Bursa’da İshâkiyye (Kâzerûniyye) zaviyesi postnişini Seyyid Muhammed Nattâ’ Hüseynî’nin getirildiği bilinmektedir. Vefatı üzerine yerine büyük oğlu Zeynelâbidin geçti.
Bu makamın kurumlaşma süreci ise II. Beyazıd’ın miladî 1494’de bu göreve hocası Seyyid Abdullah’ın oğlu Seyyid Mahmud’u maaşlı olarak tayin etmesiyle gerçekleşti. Bu tarihe kadar görevliler devletten düzenli bir ücret almaz ve “nâzır” unvanıyla anılırlardı. Ancak Seyyid Mahmud’dan itibaren nakibüleşraf unvanı kullanılmaya başlandı. (1)
Devlet-i Aliyye’de zamanla hiyerarşide önemli bir yer edinen nakibüleşraf, genellikle sâdât (din büyükleri) arasından ve ilmiye sınıfından seçilirdi. Aralarında daha önce kadı, kazasker veya şeyhülislâm olanlar bulunduğu gibi iki görevi aynı anda yürütenler de vardı. XVII. yüzyılın ortalarına kadar ömür boyu görev yaparlardı, sonra azil veya feragatler başladı. Nakîbüleşraf İstanbul’da ikamet eder, diğer şehirlerde de sâdât arasından seçilen nakibüleşraf kaymakamları bulunurdu. Nakîbüleşraf kaymakamlığı önemli bir nüfuz ve maddî gelir kaynağı idi. Dolayısıyla bunlar nüfuzlu ailelerden seçilirdi.
Genellikle görevlerini kendi ikametgahlarında yerine getirirlerdi. Ancak II. Abdülhamid döneminde (1876-1909) Yıldız Sarayı semtinde onlara ayrı bir mekân tahsis edilmişti. Nakîbüleşraftan sonraki en yetkili kişiye “alemdar”, diğer memurlara da “çavuş” denirdi. Alemdarın en önemli görevi sancak-ı şerifi taşımak olduğu için bu unvanı almıştı. Konaklarında, suç işleyen sâdâtı hapsedecekleri özel yerleri bulunurdu. Hükümetle yazışmalarını doğrudan sadrazamla yaparlardı.
Bu makamın en önemli rolü Seyyid ve Şeriflerin şecerelerini kaydederek sahtelerinin (müteseyyid) önüne geçmeleridir. Merkezde ve taşrada Seyyid ve Şeriflerin kayıtlı olduğu nakibüleşraf defterleri bulunurdu.
Cülûs ve veladet günlerinde nakibüleşraflar şeyhülislâmlarla birlikte ön sıralarda yer alır ve zaman zaman tören duasını yaparlardı. III. Selim’in cülûsu esnasında ilk biatı dualarla Nakîbüleşraf Derviş Efendi yapmıştı.
Padişahın bizzat sefere katıldığı zamanlarda nakîbüleşraf da bir kısım sâdât ile iştirak eder ve sancak-ı şerifin yanından ayrılmazdı. Diğer seferlerde ise nakibüleşrafı temsilen alemdar katılır ve sancağı taşırdı. Bu durumda nakibüleşraf ordunun uğurlanması ve karşılanması törenlerine katılırdı. (2)
Nakîbüleşraflık bir yönü ile idarî, diğer yönü ile de ilmîye teşkilâtına bağlıdır. İlmiye teşkilatına en ileri imtiyazı tanıyan ve bu açıdan “hukuk devleti” tanımını tam olarak hak eden Devlet-i Aliyye’de buna bağlı olarak daha fazla imtiyaz nakibüleşrafa sağlanmış idi. (3) Bunun sebebi de Hz. Peygambere duyulan derin sevgi ve devletin de O’nun devleti oluşu anlayışı idi. Osmanlı, Devlet-i Aliyye ismini bu yüzden hak ediyor ve yine bu yüzden “Devlet-i Ebed Müddet” diye vasfediliyor idi. Zira kıyamete kadar bâki bir inanışa mensup idi. Osmanlı’nın devlet ideali ve üstün değerleri açısından hâlâ yaşadığını ve bu idealin ebeden daim olacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bütün bunlardan dolayı Devlet-i Aliyye kavramı çok daha mânâlı olmaktadır.
Seyyid ve Şerif olanlar yeşil sarık sarar. Öyle ki başkası yeşil sarık kullanamaz. Muhtesib (fıkhî ve idarî gözcü), yeşil sarıklı birini gördü mü, hemen etrafını çevirir ve “çıkar hüviyetini!” diye sorar idi. Eğer belgeleyemezse hemen yeşil sarık başından çıkarılır ve cezalandırılır idi. (4)
Seyyid ve Şerif herhangi bir suç işlediğinde ve mesela dayak icap ettiğinde, başındaki sarık alınır, öpülür, müsait yere konur. Kişiye cezası verilir ve sonra sarık ona iade edilir idi.
Osmanlı’da nakibüleşraflığın kurumlaşmasından dolayı birçok Seyyid bu diyara yerleşmiştir.
Devlet-i Aliyye’nin Hz. Peygambere sevgisini göstermesi açısından Surre alaylarına da temas edelim. “Hâkimü’l-haremeyn” lakabını reddederek “hâdimü’l-haremeyn” lakabını alan Yavuz’la birlikte Surre alayları resmî nitelik kazanır. İstanbul’dan Surre alaylarıyla yola çıkan kervanlar, Mekke ve Medine ulema ve halkına çeşitli hediyeler ulaştırırdı. Daha sonra Haydarpaşa’dan Medine’ye kadar yapılan tren yolu ile hediyeler gönderildi. Son Surre ise 1918’de olup ancak Şam’a kadar trenle gitmiş, savaş durumunda olmasına rağmen Osmanlı yine yollamış idi.
Sultan Abdülhamid, Medine ahalisinden gelen mektup okunurken hasta yatağından doğrulup dinler ve “Peygamberin komşularından gelen mektubu yatarken dinleyemem.” der idi.
Şair Nâbî, Surre Alayı ile Medine’ye gitmiş. Kervan gece şehre girmemiş, konaklamış idi. Nâbî bakmış, kervancıbaşı ayaklarını Mescid-i Nebî’ye uzatmış yatıyor. Aşağıdaki meşhur beyti söylemiş:
“Sakın terki edebden kû-yı mahbûb-ı Hudâ’dır bu
Nazargâh-ı İlâhî’dir Makam-ı Mustafa’dır bu…”
Devlet-i Aliyye’nin varlık sebebini bu beyit çok güzel hülâsa ediyor…
Kaynaklar:
1-Ş. Tufan Buzpınar, DİA, İstanbul, 2006, Cilt 32, s. 323.
2-Buzpınar, a.g.e., s. 324.
3-Ziya Kazıcı, İslâm Medeniyeti ve Müesseseleri Tarihi, İFAV Yayınları, İstanbul, 2008, s. 267.
4-Kazıcı, a.g.e., s. 269.
Baran Dergisi 733.Sayı