Asıl mesele, dünyanın nereye gittiğini anlamaya çalışmak. Kendimizi nerede konumlandıracağız? Ona göre bir yerde duralım. Üstad ne diyor? "Büyük Doğu emperyaldir." Yani dünya hakimiyetine oynar ve yayılmacıdır.

(Tarihçi-yazar İbrahim Tatlı’nın 19 Ekim 2024 tarihinde Büyük Doğu Akıncıları Derneği’nde yapmış olduğu konferansın tam metni…)

Bugünkü mevzumuz: "Dünya nereye gidiyor?" Klişe bir şey söylemeye çalışmayacağım. Misal, "Batı dünyası çöküyor, İslam yükseliyor" ya da "acayip şeyler olacak" gibi komplo teorilerine girmeyeceğim. Bu tür şeylerle ilgilenmiyoruz.

Peki, dünyanın nereye gittiğini neden merak ediyoruz? Kendimize bir mevzi belirlemek, nerede duracağımızı, ne yapacağımızı veya ne yapmayacağımızı tayin edebilmek için. Yoksa sadece meraktan, “Savaş mı çıkacak, dünya mı karışıyor?” gibi bir saikle bu mevzuları konuşmuyoruz.

Bugün dünya karışık. Bunu anlamamak mümkün değil. Ancak mesele, bu karmaşada kim nerede, ne yapıyor, amacı ne, bunları kestirebilmek. Bu konuda birçok tahkikatım var, ancak kesin kanaat belirtecek kadar her şeyi bildiğimi iddia edersem büyük konuşmuş olurum. Çünkü meseleler giderek daha karmaşık hale geliyor.

Birinci Dünya Savaşı ile yeni bir dünya düzeni kuruldu. Önce oradan başlayalım; tarihçi olduğum için biraz geçmişe bakmak zorundayım. Ancak tarihçi olmaktan öte, halimizi anlamak için biraz geçmişe gitmek gerektiğinin hepimiz farkındayızdır.

Birinci Dünya Savaşı'ndan önce dünya şöyle bir yerdi: İnsanların dine inandığı, ülkeleri kralların idare ettiği, kadınların erkeklere, gençlerin yaşlılara saygı gösterdiği bir düzen vardı. Klasik bir dünya düzeniydi ve bu dünya belli erdemlere sahipti, batıl inançlara sahip toplumlarda bile belli ahlakın olduğu bir dünyaydı. Bu ahlak, peygamberlerden gelen değerlerden miras kalmıştı. Tahrif edilmiş dinlere mensup olsalar bile insanlar İslam’dan apardıkları belli esasları koruyordu. En başta inanma vardı, yani iman.

20. yüzyıl ile, özellikle Birinci Dünya Savaşı'nın bitiminden sonra, daha başka batıl fikirlere sahip olan Batı dünyası —Amerika, Fransa ve perde arkasında asıl güç olarak İngiltere— farklı bir düzen getirdi. Bu düzen, demokrasinin, pozitivizmin, akılcılığın, materyalizmin, özel mülkiyetin ve bireyselciliğin hâkim olduğu fakat imanın olmadığı bir dünyaydı. Ferdiyetçilik yerine bireyselcilik dedim, çünkü bu yeni felsefede insanlar artık fert değil birer rakamdan ibaret oldukları için birey oluyordu. Bu sistemle birlikte eski dünyanın son kralları —Rus Çarlığı, Osmanlı İmparatorluğu ve Avusturya İmparatorluğu— haritadan silindi. Yerlerine, seküler ve laik, başında kral, sultan olmayan, insanların güya rey hakkına sahip olduğu, fakat gerçekte perde arkasında tiranlar tarafından yönetildiği idareler geldi. Buna da demokrasi adı verildi. İkinci Dünya Savaşı sırasında bu düzeni tehdit eden iki devlet vardı: Almanya ve Japonya. Ancak bu devletler ezildi ve ardından insanları hiçbir şeye inanmayan bir homongolos sürüsüne dönüştürmeye başladılar. Bu dönemde İsrail de kuruldu. Siyonist Yahudiler, dinsiz Yahudiler, Masonlar ve İngilizler, aynı hedeflere yönelen bir ittifak kurdukları için İkinci Dünya Savaşı’ndan galip çıktılar ve istediklerini yaptılar.

Ancak 1970’li yıllarda insanları başka bir dinsizlik düzeniyle yönetmeye yönelik yeni bir şey icat ettiler. Çünkü 70’li yıllara gelindiğinde Siyonizm etkisini kaybetmeye başlamıştı. 1973 Yom Kippur Savaşı, güya Arapların İsrail’e yenildiği bir savaş olarak anlatılır. Ancak kayıplara bakıldığında, Araplar ve İsrail’in verdiği kayıplar hemen hemen eşitti. Nüfus oranına vurulduğunda ise İsrail’in kayıpları çok daha büyük görünüyordu. Küçük bir devlet olan İsrail, birkaç milyonluk nüfusa sahipken Araplar o dönemde yaklaşık 150 milyonluk bir nüfusa sahipti. Esed’in ihaneti olmasaydı Arap orduları neredeyse İsrail’i alt edeceklerdi. Süveyş Kanalı’nı geçerek Mısır ordusu Sina Yarımadası’na ilerlemiş ve İsrail askerlerini geri püskürtmeye başlamıştı. Ancak sonrasında İsrail, anlaşma yoluyla bu savaşı durdurdu. Bu süreçte İsrail’in amacı, Fırat ve Nil arasında yayılmaktı. Ancak ilk defa sınırlarını korumayı kabul ederek bir anlaşmayı kendileri kabul ettiler ve Sina Yarımadası’nı geri verdiler. Burası, 1967 Savaşı sırasında ele geçirilmişti.

Bu dönemde ise neo-liberalizm, Çin ve Amerika arasında yapılan bir ticaret anlaşmasıyla, Çin’i kapitalist dünyaya entegre etme girişimi başladı. Araştırmacı yazar Abdullah Kiracı bana söylemişti: Büyük Doğu dergisinin kapağında Üstad Necip Fazıl, “Yeni bir dünya kuruluyor, farkında mısınız?” yazmış. Şimdi bu sözü yeniden değerlendirmek gerekiyor. Çünkü başka bir dünya kuruluyor, kimse de fark etmiyor! Demek ki fark etmemiz gereken bir şey var. Bu süreçte 20. yüzyılın başında ortaya çıkan belli bir diskur ya da paradigma ortadan kaldırılarak yerine yenisi getirilmeye çalışıldı. Peki, bu süreç nereye varacak? 50 sene sonrasına baktığımızda Çin gibi dev bir güç ortaya çıktı, değil mi? Bu durumun başlangıcı ise 70’lerin başındaki o ticaret anlaşmasına dayanıyor. Ondan önce gariban bir Çin vardı. O ticaret anlaşmasından sonra bütün Yahudi sermayedarlar Çin’e gittiler ve Çin nüfusunu iş gücü olarak kullandılar. Çin de bu durumdan faydalanarak kendini güçlendirdi. Çin'e yatırım yapan Yahudiler ise daha büyük paralar kazandılar vs. Sonuç olarak, 50 yıl sonra karşımızda bambaşka bir Çin var. Bunun yanında, Yahudi sermayedarların Çin'de uyguladığı bir dijital hakimiyet ve dijital faşizmin laboratuvar çalışması diyebileceğimiz bir durum ortaya çıktı. Çin'i adeta bir laboratuvar gibi kullandılar ve bu süreçten oldukça sıra dışı bir şey çıktı.

Şimdi geldiğimiz noktada, Siyonist Yahudiler ile küreselci Yahudiler olarak iki ayrı grup oluştu. Küreselci Yahudiler, klasik Siyonist Yahudilerin amaçlarına sahip değiller. Bu küreselciler, "Zaten dijital faşizm sayesinde bütün insanları yönetiyoruz, Fırat'la Nil arasını ne yapayım?" diyorlar. Üstelik bu küreselciler Yahudi dinine de inanmazlar. Hani bizim Aleviler gibi, adam ateisttir ama "Aleviyim" der ve Alevilik üzerinden bir kimlik inşa eder. Alevilik davulu çalar. Aleviliğe inanmamıştır ama Alevilik onun kimliğidir. Bu Yahudilerin de kimliği Yahudilik, ama Netanyahu ya da Siyonist Yahudiler gibi aynı görüşlere sahip değiller. Onların istedikleri tamamen farklı bir şey.

Bugünlerde bu ayrışma iyice belirgin hale geldi. Bir tarafta Evanjelik Hristiyanlar var; Amerika’da ve İngiltere’de belli bir kesim bu gruba dahil. Bunlar Siyonizm, Armagedon Savaşı, Akiva günü, Mesih’in çıkışı gibi şeylere inanıyorlar. Maddi olarak güçlüler, orduları, devletleri ve diğer imkanları var. Diğer tarafta ise artık böyle şeylere gerek olmadığını savunanlar var. Bu grup, "Tarihin sonunu getirdik, insanları nesnelerin interneti gibi teknolojilerle yönetebiliriz. Böylece herkesi fert fert uzaktan yönetilir hale getirelim. Bu bizim için daha iyi" diyorlar. Bunlar da çok güçlü.

Küreselci düzenin sahipleri insanlara ne sunacaklar? Tavuk çiftliğindeki tavuklara verilen yem ve su gibi, insanlara da paydaş kapitalizm adı altında sadece ihtiyaçlarını karşılayacak kadarını verecekler. Bunun yeterli olacağını düşünüyorlar.

Neo-liberalizmle birlikte 70’lerden beri insanların içi boşaltılıyor ve bu süreç hala devam ediyor. İnsanlar artık bir şeylere inanmak yerine sadece hazlarının peşinde koşan, bencilleşmiş, yalnız yaşamayı tercih eden, yabanileşmiş bir hayvan türü haline geliyor. Yani bu düzene uygun hale getiriliyor. Eskiden insanlar bir dine, bir millete veya bir cemaate mensupken, artık bir takımın taraftarı olmak en güçlü dinî duygu haline geldi. Günümüzde bir takımın ya da basit, ibtidaî bir şeyin taraftarı olmak, bazı insanlar için her şeyden daha önemli hale geliyor; bunun için her şeyi yapıyor, öyle ki ailesi bile geride kalıyor. LGBT, cinsiyetsizlik, kürtaj, ailesizlik, dinsizlik, mülksüzlük, gen teknolojisi, yapay et, iklim sahtekârlıkları, her türlü kozmopolitizm, Neo-liberalizmden dijital faşizme uzayan bu projenin unsurlarındandır.  İnsanlar çocuk sahibi olmak istemezken köpeğini seviyor mesela. İnsanların kendi fıtratı bozuluyor ve bu bozulmayla başka bir insan türü ortaya çıkıyor. Cinsiyetsiz, sevgisiz, imansız bir insan tipi...

Devlet, böyle bir insan tipine "Hadi, seferberlik ilan ettik, vatanınız için savaşın," dediğinde ne karşılık beklenebilir? Geçenlerde kredi kartı harcaması yüz binin üstünde olanlardan yıllık 750 lira gibi bir vergi alınacağı söylendi, herkes kaçtı. Aslında kimse için bir yük değil. Ama neden kaçıyorlar? Çünkü insanlar o kadar inanmaktan ve bir şeye bağlı olmaktan uzaklaşmış ki, "Bana ne!" diyor. En basitinden senin sınırlarını koruyan bir devletin bu vergiyi almaya hakkı var. Tabii zenginlerden daha çok alsın, orası ayrı fakat inanmaktan kopmuş, insanlar kendi bencil zevklerine ve hazlarına odaklanmış olan bu insanlar paraları olsa da beş kuruşunu vermez. Tabii devlet de tepkiyi görünce bu düzenlemeyi hemen geri çekti. Halbuki Rusya örneğinden ders alınması gerekiyordu. Rusya seferberlik ilan etti. Elinde en iyi silahlar var, güya çok güçlü bir ordu ama savaşa gönderecek asker bulamadı. Ufacık Ukrayna’yı çiğneyemedi. Niye? Erkekler ülkeden kaçtı, nereye gidebiliyorlarsa oraya gittiler. Hatta hapishanelerdeki mahkumları çıkarıp asker yapmaya çalıştılar. Düşünebiliyor musunuz, koca bir devlet bu hale düşüyor. Polonya gibi 30 milyonluk bir ülke bile bu durumu gördüğünde gözüne kestiriyor. Amerika da bunu görüyor. Peki bundan ders çıkarması gerekenler kimler? Mesela Türkiye? Maalesef Türkiye bu dersleri almamış gibi görünüyor. Yıllık 750 lira gibi basit bir vergi koyacağını duyurdu, millet hemen tepki gösterdi. Bu ne demek? Senin halkın, tabiri caizse, altından kayıp gitmiş.

SANAT DÜNYASI MASONLARIN KONTROLÜNDE

Bu arada internet ve sosyal medya gibi propaganda araçları zaten bu kişilerin elinde. Sanat dünyası dediğimiz alan Masonların kontrolünde ve bu küreselci Yahudi dediğimiz kesim Masonlarla iş birliği içinde. Bu insanlar hiçbir dine inanmıyor ve kendilerine "Lucifer'in çocuklarıyız" diyorlar. Bu, fantezi ya da birilerinin uydurduğu bir komplo teorisi değil; gerçekten şeytana tapıyorlar. Bu ciddi bir mesele. Gerçekten bu insanlar, kendi ayinlerinde şeytanla bir yakınlık kurmaya çalışan kişiler. Yaptıkları abuk sabuk Satanist ayinler, bizim korku filmlerinden görüp fantastik bir gözle baktığımız şeyler değil; onlar için bir anlam ve değer taşıyan şeyler. Nasıl ki bir insan tesbih çektiğinde veya Allah'ı zikrettiğinde kalbine feyz geliyorsa, bu kişiler de yaptıkları pis şeylerle şeytandan ilham alıyor, iğvalar alıyor ve onunla bir nevi yardımlaşıyorlar. Bunu gerçekten belli bir şuurla yapıyorlar. Ellerinde ise çok büyük bir güç ve para var. Sanat dünyası da onların elinde. Hollywood yetmedi, şimdi Netflix gibi platformlarla her yere girdiler. Mesela Sherlock Holmes’u artık bir zenci oynuyor. "Ne var canım, niye zenci olmasın?" gibi düşünebilirsiniz. Ama burada mesele, alışılmış algıyı ve gerçekliği bozup sulandırmaları. Bu şekilde, her şeyin kabul edilebildiği, hiçbir şeyin gerçek ve sağlam bir temele, mesnede dayanmadığı, her şeyin izafi olduğu bir dünyaya doğru insanları sürüklüyorlar. Bu durumda insan ne yapacak, ne olacak? Savrulup gidecek, bir yere tutunamayacak.

Ben çocukluğumda TRT’de Zeki Müren’in bir filmini hatırlıyorum. Rahmetli babam Zeki Müren’le dalga geçti ve Zekiye Müren dedi. O zamanlar bunu anlayacak yaşta değildim. Ciddi ciddi Zeki Müren’in kadınla erkek arasında bir cins olduğunu düşünmüştüm. Gerçekten böyle sanıyordum. Daha sonra büyüyüp neyin ne olduğunu anlayınca öyle olmadığını fark ettim. Ama düşünün, böyle bir şeyin gerçek olduğu iddiasıyla yetiştirilen çocuklar ve gençler, zamanla bunu normal kabul edecekler. Zaten insan inanarak başlar. Biz anne babamıza inanıyoruz; inanmasak dünyayla bir irtibat kurmamız mümkün olmaz. İngilizlerin çocuklarını büyütürken, bebekliklerini anne baba desin diye yönlendirmek yerine Eski Ahit’ten isimler ezberletmeye çalıştıkları söylenir. Örneğin, "Aaron," "Moşe" gibi. Bu isimler, peygamberlere verdikleri İbranice isimlerdir. Böyle yetişen bir çocuk başka türlü olur mu? Bu ne kadar güzel bir terbiye! Çocuk "Aaron," "Moşe," "Jesus" diyor ve bu şekilde büyüyor. Daha en baştan dünyaya Protestanlık penceresinden bakmaya başlıyor; idraki böyle şekilleniyor.

Şimdi insanlar, özellikle şu Z kuşağı dediğimiz nesil, internetle beraber her türlü bombardımanın içinde yetişip büyüdü. Daha 19 yaşında, aslında hâlâ çocuk yaşta olan biri, iki polisin arasından kendini kurtarmaya çalışıyor. Birinin belinden tabancasını kapıyor, düşüyor, kalkıyor ve polisi öldürüyor. Bunu yaparken olayın nereye varacağını bile fark etmiyor. Tam anlamıyla çılgınca bir durum. Sonrasında başka bir genç gidiyor, bir kızı kesiyor, öldürüyor. Kız ona "Canımı acıtmadan kes" diyor, sonra kızın kesik kafasını surdan aşağı fırlatıyor, ardından kendini sura asıyor! Bu sadece basit bir çılgınlık ya da Satanizm değil. Bunun ötesinde, gerçekliğin tamamen bozulmasıyla açıklanabilecek bir şey. İnsanların artık gerçeklik duygusu, bizim algıladığımız şeyle birçok insanın algıladığı şey aynı değil. Böyle bir duruma geldik. Bazen yabancı biriyle konuşurken, onunla iletişim kuramadığınızı fark ediyorsunuz. Bu onun "angutluğundan" değil; o artık senin gibi görmüyor, senin gibi algılamıyor. Eğer aynı şeye bakarken benim gerçeklik algım seninkiyle uyuşmuyorsa, aynı şeyi göremeyiz. Zaten bu durumda bir araya gelmemiz de mümkün olmaz. Toplumların da böyle büyük yığınlar halinde başkalaştığını ve birbirinden koptuğunu düşünün. Devletler böyle bir durumda toplumu idare edemez. Bir gün ansızın bir devletin çöküverdiğini görebiliriz. Çünkü altında millet kalmamış ve devlet onlarla hiçbir şekilde anlaşamıyor. Sanki karşınızda bir otistik varmış gibi, iletişim tamamen kopmuş.

Bu küreselciler dediğimiz, dijital faşizmin peşinde koşan kişiler, insanları bu hale getirmeye çalışıyor. Üstelik birçok yerde ciddi şekilde başarılı oldular. Özellikle gençlerde ciddi bir gerçeklik bozulması yaşandı. Gerçeklik gidince ne kalır? İnsanlar çocukluğunda dünyayı nasıl idrak ettiyse, gerçekliği de öyle başlar.  Biz müminiz, Allah’a şükürler olsun. Muhammed Raşit Hazretleri, “Fransa’da doğsaydık Hristiyan olurduk, Allah’a şükür ki Müslüman bir anne babadan dünyaya geldik” demiş. Bu, insanın kendi idrakıyla ilgili bir şey değil; Allah tarafından nasip edilen bir lütuftur.

Küreselciler, Çin’i bir laboratuvar gibi kullanarak belli projeleri denediler. 50’li ve 60’lı yıllarda, Mao döneminde "Kültür Devrimi" adı altında büyük bir yıkım yaşandı. İnsanlara çok ağır travmalar yaşatıldı, milyonlarca insan öldürüldü. Eski Çin’e ait ne varsa, kültürel unsurlar dahil, hepsi imha edildi. İnsanlar çırılçıplak bırakıldı. Ardından yeni bir ideoloji pompalanmaya başlandı. Ancak bu süreçte insanlar adeta bir kâbus yaşadı. 70’li yıllarda ticaret anlaşmalarıyla birlikte yabancı sermayenin gelişiyle, Yahudi sermayesi ve iş gücü derken, 21. yüzyıla gelindiğinde Çin yavaş yavaş kapitalist bir topluma dönüşmeye başladı. İnsanların karnı doymaya başladı mesela Çin'de. Ama beraberinde her yere kameralar yerleştirip her şeyi denetleyen bir sistem oturttular. Çin'de birisi hakkında arama kararı çıktığında 10 dakika içerisinde yakalanıyor. Hiçbir şekilde kaçamıyor. Nasıl bir takip sistemi olduğunu bilmiyorum. Tayyip Erdoğan bir keresinde "Hırsızlar kaçamayacak, bir sistem getireceğiz" gibi bir şey dedi. Allah korusun, eğer bizde de böyle bir şey yapılırsa iki hırsız yakalanacak diye herkes mimlenir bu memlekette. Ayrıca sen bunu ne adına yapacaksın? O da başka bir tartışma.

SADDAM ÇIKTI VE MÜSLÜMANLARA İMANLARINI HATIRLATTI

Bu adamlar, Çin'deki bu sistemi yavaş yavaş dünyaya taşımak istiyorlar. Laboratuvarda bu düzen tuttu, şimdi bunu internet vasıtasıyla kitlelere yayıyorlar. İnsanlar artık fert fert, kendi başlarına ucu bucağı belli olmayan bir dünyanın içinde yaşıyor. Ama bu proje 90'lara dayanıyor. Saddam Hüseyin diye bir adam çıktı ve bu projeyi önce bozdu. O dönemde "tarihin sonu" diye bir söylem vardı. Kapitalizm ve liberalizmin artık dünyada hâkim olacağı, başka bir düzenin kalmayacağı söyleniyordu. Saddam çıktı ve Müslümanlara imanlarını hatırlattı. Saddam çıkmasaydı, belki on yıl içinde Amerika, "güzel güzel" bizi uyutmuş olacaktı. Tatlı tatlı haşlanıp gidecektik. Kurbağayı canlı haşlayınca eti lezzetli olurmuş, ama hayvan kaynar suya atıldığında zıpladığı için soğuk suyun içine bırakılıp hafif ateşte hayvan da farkına varmadan haşlanırmış. Biz de öyle gidiyorduk. Afganistan’da cihat varken, Sovyetlere karşı Amerika mücahitleri destekliyordu. Sovyet rejimini yıkmak istiyordu, yoksa Müslümanları sevdiğinden değil. O zaman Amerika, henüz Müslümanlara doğrudan zarar vermiş bir ülke değildi. Saddam çıkmasaydı, 90’ların üstüne 20 yıl daha geçtiğinde, "Bu düzen böyle gitmez" diyecek insanları çok az bulacaktık. Hamas gibi birkaç adam da köşeye sıkıştırıp kafirler tarafından avlanmış olacaktı.

irak-saddam-huseyin

Saddam bu oyunu bozduğunda, Kumandan, "Saddam, dünya arabasının bir tekerini söktü," demişti. İnsanlar bunu anlamadı. "Ne tekeri, neyi söktü?" diye düşündüler. Ama bir arabanın tekeri söküldüğünde, araba ileri gidemez; sadece kendi etrafında döner. Saddam, bu yürüyen düzeni kesinlikle durdurmuş oldu.

Öte yandan İbda Mimarı’nın Usame bin Ladin hadisesiyle ilgili söylediği bir söz var: "İçi doldurulmadıktan sonra, yapılan güzel şeyler de bir süre sonra heba olur gider." Saddam Hüseyin’in yaptığı da, Usame bin Ladin ve diğer kahramanların yaptıkları gibi, zamanla unutulmaya başladı. Dünyada Şamil Basayev, Cahar Dudayev, Ahmet Yasin gibi kahramanlar birer birer şehit oldu. Peşlerinden artık kimse gelmez hale geldi ve bu hengâmede İsrail, Araplarla bir İbrani anlaşması yaparak İslam aleminigüzel güzel uyutmayı planlıyordu. Gazze’deki Müslümanlar ise Mısır polisi tarafından dövülüp götürülecek veya Müslümanlar kendi aralarında savaşacak, İsrail ise savaşmayacaktı. Ancak Hamas, tam zamanında bir karşı taarruz yaparak bu oyunu bozdu. Bu olay, Saddam’ın zuhuru gibi çok önemli bir hadisedir, tarihî bir dönüm noktasıdır.

Bu süreçte, küreselcilerle Siyonistler arasındaki çatlak daha da derinleşti. Örneğin, İsrail’deki seküler Yahudiler, Netanyahu’yu istemiyor. “Yeter artık,” diyorlar, savaşmak istemiyorlar. Batı’da da insanlar, “Netanyahu çekil artık,” diyor. Hatta Batı’daki bazı gösterilere küresel sermaye destek veriyor. Amerika’daki Siyonistler Filistin yanlısı gösteriler için “Soros destekliyor,” dedi. Doğru diyor. Tabii bu gösterilerin devam etmesi gerektiğini savunuyoruz; bunlara “Sorosçu” diyerek karşı çıkmıyoruz. Bizim de bundan kazancımız var.

Buradaki mesele şu: Küreselciler, artık “Siyonizm bu işi götüremiyor, savaşlar yüzünden insanlar tekrar Müslümanlıklarını ve imanlarını hatırlıyor” diyor. “Biz bunları deforme etmeye, pelteleştirmeye çalışıyoruz ama sen oyunu bozuyorsun” gözüyle bakıyorlar. Şu anda iki taraf arasında ciddi bir çekişme var. Ancak Netanyahu hem siyasi hem de askeri olarak güçlü bir lider. Yaman bir gavur! Her türlü tantanaya rağmen bildiğini okudu ve savaşı sürdürdü. İsrail halkının yarısı savaşa karşı çıkıp, “Netanyahu gitsin, istifa etsin,” dediği halde o baskıya göğüs gerdi. Batı’dan gelen baskılara da direndi. Amerika’yı da peşinden sürükledi, çünkü küreselci ya da Siyonist fark etmeksizin hiçbiri İsrail’in Müslümanlar tarafından yenilmesini kabul etmez. Netanyahu da bunu bildiği için onları arkasından sürükledi.

Buradan tekrar adamların projesine dönelim. Amaçları, LGBT, cinsiyetsizlik, ailesizlik, milliyetsiz, imansız bir ırk, kimliklerden sıyrılmış, fert fert bencilleşmiş, başkalaşmış bir insan türü yaratmak! Zeminin buna müsait olduğu bir hengamede buna karşı olanlar da kendi güçleriyle ellerinden geleni yapıyorlar. Bu hengâmede doların hakimiyeti sona erebilir. Çünkü küreselciler artık doların rezerv para olarak kalmasını istemiyorlar. Yerine dijital bir para getirmek istiyorlar. Zaten doların kendisi de karşılığı olmadan basılan bir nevi kripto para. Çin, petrol ticaretini Yuan ile yapmaya başladı. Bu savaş vesilesiyle Rusya da bu işin içinde ve BRICS gibi oluşumlar bunun bir parçası. Normalde Amerika'nın ambargosu nedeniyle Rusya'nın batması gerekiyordu. Ancak tam tersine, Rusya zenginleşti. Savaşı iyi götüremiyor olabilir ama ekonomik olarak eskisinden daha iyi durumda şu an. Rusya, sanki el altından bir taraftan yıpranarak savaşmaya devam ederken, diğer taraftan bu savaş vesilesiyle hem besleniyor hem de dolara karşı yeni bir para birimi veya başka alternatif paraların ortaya çıkması için zemini hazırlıyor. Adamlar zaten çok kutuplu bir dünya istiyorlar. Perde arkasında da Amerika'nın sahneden biraz çekilip, İngiltere'nin daha fazla ön plana çıkmasını istiyorlar. Böyle bir durum söz konusu.

Kral Charles, son muhafazakâr hükümeti yıktı ve yerine İşçi Partisi'ni getirdi. Programı da kendisi yazmış. Bu programda LGBT, kürtaj, göçmenlerin kabul edilmesi gibi küreselci Yahudilerin istedikleri tüm projeler yer alıyor. Kral Charles şu anda bu projeleri açıkça destekliyor. Ancak bu programı Trump istemiyor. Buradan şöyle bir tablo ortaya çıkıyor: İki tarafın istekleri çatışıyor, ama her iki taraf da güçlü. Ortada ise iki tarafı da sürükleyebilen bir figür var: Netanyahu. İşin nereye gideceği henüz belli değil.

TÜRKİYE, EKONOMİ ALANINDA İNGİLTERE İLE İTTİFAK HALİNDE

Peki, Türkiye bu durumda ne yapıyor? Türkiye, ekonomi alanında son birkaç yıldır İngiltere ile ittifakını açıkça kurmuş durumda. Mehmet Şimşek de geldi ve faiz karşıtı politikalar rafa kaldırıldı, daha doğrusu iptal edildi. İngiltere, hem Ortadoğu’da hem de Orta Asya’da Türkiye’nin daha güçlü olmasını istiyor. Çünkü karşıda Çin var. Çin’in bugünkü duruma gelmesinde İngiltere’nin etkisi büyük. İngiltere, Amerika’dan bağımsız olarak yeni bir yatırım alanı olarak Çin’i destekliyordu. Zaten emtia borsası Londra’da. Bugün dünyanın en güçlü devleti ve ekonomisi İngiltere’dir, başkası değil. İngiltere bir imparatorluk. Şeyh Nazım Kıbrısî Hazretleri, “Bütün devletler yıkılsa bile İngiltere yıkılmaz; çünkü başında kral var,” demişti. Doğru bir tespit. Zaten Avustralya ve Kanada hâlâ İngiltere’nin toprağı sayılıyor. Ayrıca nüfus da sadece İngiltere ile sınırlı değil, dış toprakları da var. İngiltere, dünyanın kritik noktalarını kontrol altında tutuyor, yani suyun başını tutmuş durumda. İngiliz Krallığı ile Yahudiler ve Masonlar arasında 1700’lerde bir ittifak kurulduğunu da biliyoruz. Bu ittifaktan sonra Masonlar İngiltere’ye yerleşti ve Hollanda ile bir savaş oldu. Hollanda’yı yenen İngiltere, Hollanda’nın tüm sömürgelerinin üzerine çöktü ve bu şekilde büyüdü. O günden bugüne hep böyle devam ediyor. İngilizlerin kapitalizmi, yatırımcı kapitalizmdir. Onlar Fransızlar gibi borç verip faiz alarak ya da İspanyollar gibi biriktirdiği paranın üstüne oturup yaşamak istemiyor. Sürekli yatırım yapıp yeni alanları semerelendirip hem parasını çoğaltıyor hem de hâkim olduğu yerlere iyice yerleşerek kök salıyor. Ortadoğu’da, Hindistan’da ve İran’da en eski derin devlet her zaman İngilizlerin derin devletidir. Amerikalıların, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra vekil bir rolü oldu ama İngilizlerin etkisi her zaman daha fazla ve daha ağır bastı. Anlaşılan Türkiye'de de durum böyleymiş.

TÜRKİYE DIŞARIDA İYİ, İÇERİDE KÖTÜ

Şimdi İngiltere’nin birdenbire gelip Türkiye ile bu ittifakı kurması beni şaşırtmıştı. Nasıl oldu bu, birdenbire? İngilizler Çin’i kuvvetlendirirken, karşısında nüfusu olmayan zavallı bir Rusya var. Ama yürüyüp Orta Asya’yı alabilir. Ancak Orta Asya’yı kim yönetebilir? Türkiye. İngilizler Türkiye’ye hem Ortadoğu’da hem de Orta Asya’da sözü geçecek bir rol veriyor. Mesela Türk Devletler Topluluğu diye bir şey kuruluyor. Bu yapı, şu an biraz üfürükten gibi görünebilir ama istikbali var. Türkiye’nin dış siyaseti Afrika’ya ve Asya’ya doğru sürekli açılan bir çizgide ilerliyor. Bu, oldukça ciddi bir dış siyaset. Öyle rastgele değil; çok mantıklı bir ilerleme ve genişleme söz konusu. İçeride işler çok kötü gidiyor ama dışarıda işler çok iyi. Acayip bir tezat var. Fakat dışarıdan bakıldığında Türkiye, kurduğu ittifaklarla sanki Çin gibi yayılan bir devletmiş gibi manzara arz ediyor. Gerçekten de öyle. Bunun perde arkasında ise bu genişlemenin önünü açan İngilizler. Fransızların Afrika’daki sömürgelerinde birtakım hareketlenmeler olduğunda, aslında orada İngilizlerin parmağı var. Ama Fransızlar, “Türkiye karıştırıyor,” dedi. Herkes şaşırdı: “Türkiye Nijer’de ne yapıyor, Burkina Faso’da ne olabilir ki?” diye düşündü. Ancak aslında oradaki karışıklığı çıkaran Türkiye değil, İngiltere. Fransızların altını boşaltıp, orada kendi adına rol oynasın diye önünü açtıkları ülke Türkiye. Türkiye de bu fırsatı kullanarak her yere gidiyor: Elçilikler açıyor, yatırımlar yapıyor, Afrika’ya, Orta Asya’ya ve başka bölgelere yayılıyor. Tabii bu mantıklı yayılma içeride ipler koparsa elimizde patlayabilir, Allah korusun. Bu, işin başka bir boyutu. Ancak şu an gerçek anlamda bir yayılma söz konusu. Türkiye burada Çin’e karşı bir sigorta görevi görüyor. İngiltere, bir tarafa kuvvet verirken, onu dengeleyecek başka bir müttefiki de buluyor. Bu, Kurtuluş Savaşı zamanında da gördüğümüz bir denge politikası aslında. Türkiye ve Yunanistan savaşmıştı; İngilizler açısından bu savaşta hangisi ayakta kalırsa kalsın, bir itirazları yoktu. Sonrasını biliyoruz.

Çin’in Kuşak Yol Projesi var, bildiğiniz gibi. Bu proje, Çin’den çıkıp Avrupa’ya kadar uzanan, Rusya’dan, İran’dan ve Türkiye’den geçen bir demiryolu hattı şeklinde. Buna "Demir İpek Yolu" da deniyor. Bu projeden en çok kim kazançlı çıkıyor? Tabii ki Çin. Peki, İngilizler bunu görmüyor mu? Elbette görüyor. Fakat bu süreçte, Basra’dan Türkiye’ye doğru bir başka proje planlamaya başladılar. Bu plan, İran’ın işine gelmedi, Çin’in de işine gelmiyor. Ama İngilizler bunu yapıyor. Bütün yollar yine Türkiye’ye çıkıyor. Buradan da gelse, oradan da gelse sonuçta Türkiye bir şekilde kazanmış olacak. İngilizlerin amacı, Çin’in eline her şeyin kalmamasını sağlamak. Yani Amerika bu noktada "ahmak bir fil" gibi davranıyor, ama İngilizler asla ahmak değil. Büyüttüğü güce karşı başka bir rakip güç koyup dengeyi sağlıyor, onların arasında çıkacak meselelerde de karar öercii olarak kendini üstte tutuyor. Amerika’yı ise herkes güttü. İngilizler, Yahudiler, Çin güttü. Şimdi de İran’ın nasıl güttüğünü görüyoruz. Mesela İran şu anda çok kazançlı çıkmaya çalıştığı bir politika yürütüyor. Yıkılmamak için Amerika ile anlaşmaya çalışıyor ve bu süreçte kendi adına İsrail ile pazarlık yaptırmayı hedefliyor. Belki de çok korkunç bir taviz vererek, Amerika ile anlaşma yapıp bize karşı bir ittifak kuruyor olabilir.

Bütün bu hesaplar bir tarafa bırakıldığında, az çok genel tabloyu çizdiğimi düşünüyorum: Kim ne yapıyor, ne planlıyor gibi. Peki, bu hesaplar tutar mı ya da hangisi tutar bilemiyorum. Ama şu hengâmede, Hamas’ın taarruzuna karşı Netanyahu’nun çıkışıyla işler daha da karıştı. Peki, Netanyahu bu süreçte nerede duracak? İşte bu da bir başka soru. Türkiye, birden paniğe kapıldı: Esed’le anlaşma, Kürtlerle el sıkışma gibi konular gündeme geldi. Neden? Çünkü "bugün Lübnan derken yarın Esed’i de çiğneyip bir anda bizim sınırımıza kadar gelebilir" diye korktular. Eğer Fırat’a kadar gelirse, orada zaten Kürtler – daha doğrusu YPG dediğimiz yapı – İsrail ile dostane bir "Kürdistan-İsrail anlaşması" yapabilir. Zaten orada bir Kürdistan’ın kurulmasını isteyen İsrail, başkası değil. Bunu İbda Mimarı da zamanında söylemişti.

Ayrıca İbda Mimarı ta 1992 yılında şeriat çatısı altında bir federasyondan bahsettiğinde, kimse bunu anlamamıştı. Şimdi ise "Apo, örgütü tasfiye etsin" deniyor. Ama bu öyle hemen bir düğmeye basarak olacak bir iş mi? Yıllardır Amerika ve diğer ülkeler, bu yapıya yatırım yapmış. Sen de bu adamlarla yıllarca kavga etmişsin. Üstelik sen kavga ederken, Amerika, onların arkasında bir devlet kurdurmaya çalışıyor. Onlar da "Sizin arkanızda NATO var, siz de NATO’dasınız, sizin arkanızda da Amerika yok mu?" diye soruyor. Sonuçta, esasen batıl bir düzenin içindesin ve başkasını da batıllıkla suçlayamıyorsun. Sen bu zincirden kurtulmaya çalışıyorsun ama yıllarca bu paradigma ile hareket etmişsin ve arada büyük bir kan davası ve düşmanlık oluşmuş. Bu problemi iki günde, "Hadi bakalım, anlaşalım, şu şu şartları kabul edelim" diyerek çözemezsin.

İBDA MİMARI, ÜNİTER DEVLET VE LAİKLİK YERİNE MÜSLÜMAN BİR İMPARATORLUK TEKLİF ETTİ

Kumandan’ın bir sözünü aktarayım, bunu Abdullah Kiracı’dan duymuştum. Kumandan, "Bu ittihatçılar Bolu’dan doğusu elden gitse, batısını biz kurtardık derler," demişti. Ne yazık ki, bugünkü devletin vaziyeti de bu. Çözüm olarak ortaya koymaya çalıştıkları şey ise çok ibtidaî bir hareket. İnşallah devamı daha mantıklı bir şekilde gelir. Çünkü sonuçta “Şartlar, Türkiye’yi tarihi misyonunu ifa etmeye zorluyor.” derken Kumandan, üniter devlet ve laiklik yerine Müslüman bir imparatorluk teklif etti. Osmanlı da bir İslam imparatorluğu idi. Çünkü gerek diğer Müslümanlarla bir araya gelebilmek ve onlara önderlik edebilmek, gerekse kendi ülkendeki ve dışarıdaki Kürtlerle bir araya gelebilmek ancak böyle bir yapıyla mümkün. Bu olmadığı sürece, Wilson İlkeleri’ne atıf yapıp Cumhuriyetin kuruluşundaki bu ilkeleri övünç kaynağı olarak gösterirken, aslında o ilkelerin Kürtlere de bir fırsat tanıdığını unutamazsın. Eğer her millet kendi kaderini tayin edecekse, Kürtler de "Ben niye senin çatın altında olayım ki?" dediğinde yapacak bir şeyin kalmıyor.

salih mirzabeyoğlu-7

Şu an işler oldukça sıkışmış bir hâlde. Netanyahu, bilerek ya da bilmeyerek Hamas’ın oyunu bozmasına katkıda bulunuyor. Hamas’ın bu hamlesi, İsrail’in planlarını bozmuş durumda. Evet, Netanyahu zulüm icra ediyor; şu kadar Müslüman şehit oldu, ezildi, fakat bir taraftan da düşünün ki çatışmaların başında Netanyahu yerini bırakıp başka biri gelseydi ve hemen ateşkes yaparak Hamas’la anlaşmaya kalksaydı, ne olurdu? Film başa dönerdi. Bu da ayrı bir gerçek.

Yaptığım bir benzetme var: Müslümanların durumu, burunlarına halka takılmış bir öküz gibi. Hayvan, burnunun acısıyla nereye çekersen oraya gider; kurtulmak için burnunu koparmaktan başka şansı yoktur. Müslümanların da bedel ödemeden kurtulma şansı yok gibi. Tabii ki savaşı temenni edecek değiliz. Peygamber Efendimiz (sav) savaşı temenni etmeyin, düşmanla karşılaştığınızda da sabredin diye buyurmuş. Biz de düşmanla karşılaşmayı istemeyiz ve böyle bir durumda Allah’tan yardım dileriz. Ama şu gerçek ki, düşman kuvvetini toplamış ve güçlü bir şekilde geldiğinde Sünnetullah gereği kuvvetli olan zayıf olanı yener. Adamların elinde türlü maddi kuvvet var. Hamas, eğer bir anlaşma durumuna girseydi, büyük ihtimalle El Fetih ve FKÖ’nün devreye girmesiyle içeride kendi milletiyle ya da arkadaşlarıyla bir çatışmayla karşı karşıya kalabilirdi. Böyle bir durumda da İsrail, oyunun bir yerinden sıyrılır ve eski vaziyete dönerdi. Allahtan Netanyahu varmış. Tabii ki bu bir temenni değil, ama Netanyahu savaşı bildiği şekilde sürdürüyor. Büyük ihtimalle, kendi kafasına göre Hizbullah’ı biraz daha etkisiz hale getirmeye çalışıyor. Belki Lübnan’da İsrail yanlısı bir Hristiyan cumhurbaşkanını başa getirip, Lübnan’ı devreden çıkararak, hatta oraya biraz da yerleşerek Suriye’ye doğru yönelmeyi düşünebilir. Ancak Suriye’den şu an Müslümanlar kaçmış durumda. Esed, Ruslar, Şii milisler ve İran Devrim Muhafızları var. İran ise savaşa girmiyor çünkü İsrail’le savaşamayacağını gördüğü için zaten savaşamıyor. Abdullah Çiftçi’nin de sıkça söylediği gibi, İsrail ve İran arasında sahte bir düşmanlıkla kurulmuş bir denge vardı. Bu denge, Araplar üzerinde etkili oldu. Hem Sünni dünyası bölündü, hem de Araplar İran’dan korkup Batı’ya yanaştı. Böylece İsrail’le tam manasıyla çatışma imkânını bulamadılar. Öte yandan, İsrail düşmanlığının liderliğini İran ele geçirmiş oldu. Bu karmaşık durum şimdi ortadan kalkıyor gibi görünüyor.

İRAN MİLLETİNİN HAFIZASINDA PERS İMPARATORLUĞU VAR

Netanyahu’nun neden İran’la ipleri koparıp, İran’ı karşısına alarak ezmek istediğini tam olarak bilmiyorum. Belki ordan bir deli çıkıp nükleer füze atar diye korkuyordur. İyi bildiğim şey, İran milletinin derin hafızasında Pers İmparatorluğu’nun hâlâ var olduğu. Pers İmparatorluğu, Araplar tarafından yıkıldı; ardından Türkler bu coğrafyanın üzerinden geçti. İran bu travmayı hiç unutmadı. Saddam Hüseyin merhum, idam sehpasında "Farsi Mecusilere güvenmeyin" demişti. Mecusilere demişti, Şii’lere değil. Bu söz harcandı. İran milleti tarihte doğru düzgün Müslüman olmuş bir millet değil zaten. Yani az bir kısmı mümin olmuş, çoğunluğu ise ya Mecusi olarak kalmış, ya başka sapık yollara sapmış ya da Şia ve Batınilik gibi anlayışlarla devam etmiş. Hep böyle garip bir durum oluşmuş. Mesela Türklerde iman etmeyenler azınlık, Araplarda da azınlık. Ama İran milleti, İslam aleminin tam ortasında yer almasına rağmen çoğunluk olarak İslam dışında kalmayı başarmış. Zaten birçok sapık fırka ve anlayış Yahudi dehasının ürünüdür, fakat merkezi İran olmuştur.

Iran Yxar Cover

Bir de şu var: Babil sürgününde Yahudiler uzun süre İran’da yaşamışlardı. Onlarla İran arasında ne kadar bir kan bağı ya da ortaklık oluştu, bunu da tam bilmiyoruz. Hatta onları sürgünden çıkarıp memleketlerine iade eden de Pers İmparatoru olmuştu. Tarihi bağ var aralarında. İlhanlılar zamanında, İlhanlı devletinin vezirlerinin Şii olduğunu biliyoruz. Bu Şii vezirler, Memlükler’e karşı Haçlılarla anlaşıp, “Kudüs’ü siz alın, Suriye’yi biz alalım,” diyerek ortaklık kurmuşlardı. Memlüklerle savaştılar. Örneğin, Gazanfer Mahmut Han zamanında bu anlaşmalar gerçekleşti ve İlhanlılar, Memlüklere karşı Şii anlayışlarının gayretiyle savaştılar. Hatta Haçlılarla bu şekilde işbirliği yaptılar. Bu konuda yanlış bir iddia da ortaya atılmıştı. Bazı tarihçiler, güya Memlüklerin Selefî, İlhanlıların da Ehli Sünnet olduğunu ve bu yüzden savaştıklarını iddia ettiler. Bu doğru değil. Burada, bir tarafta Şia İlhanlılar vardı, diğer tarafta Müslümanlar. Şia’nın müttefiki o dönemde Haçlılardı. Allah, Müslümanlara yardım etti ve Memlükler hepsini yendi. Bu savaş sırasında, İlhanlı ordusu yenilince birçok Şii alimin kalbi dayanamadı, geberip gitti.

Bugün İsrail, Hizbullah’ın üst kadrosunu yok etti. Geriye kalanlar, Araplık gayretiyle veya “biz etek mi giyeceğiz” diyerek savaşabilirler. Köşeye sıkışan bir kedi de savaşır. Bu noktadan sonra savaşsınlar artık. Attıkları füzelerle ciddi bir kapasiteye sahip oldukları anlaşıldı. Demek ki Hizbullah bir yıldır Hamas savaşırken bir şeyler yapabilirmiş. Ancak gözleri kesmediği için mi, yoksa niyetleri olmadığı için mi İsrail’le savaşa girmediler, bilemiyoruz. Netanyahu ise doğrudan savaşı başlattı. Şu anda Amerika, İran hesabına İsrail’le şu pazarlığı yapıyor: “Nükleer tesislere dokunma, petrol bölgelerine dokunma, başka yerleri vur.” İran da bunu bekliyor. “Tamam, bizim belirttiğimiz yerlere dokunma, istediğin yeri vur ve çekil git,” diyorlar. Bu noktaya geldik ve İran, yalnızca Hizbullah’a değil, başka yerlere de korkunç bir satış yapmış olabilir.

İran’ın Suriye’de Esed için ya da Lübnan’da Hizbullah için yapabileceği bir şey kalmamış görünüyor. Artık gözlerini karartıp elindeki bütün roketleri sallayarak “Ne olacaksa olsun” demesi gerekir. Bunu da der mi? Herkes vicdanına sorsun. Yoksa, “Tamam, anlaşalım, istediklerini al, şunlar da bende kalsın,” diyerek pazarlığa mı oturur? Başka bir şansı yok gibi. İran şu anda Amerika ile müzakereler yaparak, kendini İsrail’in elinden kurtarmak için adeta Amerika’yı kullanıyor. Yani “ahmak fil”in sırtına binmiş durumda. İran siyaseti oldukça karmaşık ve ince bir siyaset. Adamlar bu siyaseti İngilizlerden mi öğrendi yoksa tarihin bir döneminde İranlılar mı İngilizlere öğretti, bilmiyorum.

Şah Tahmasb’ın Nahçıvan Seferi hengamesinde ve sonrasında  Kanuni’ye yazdığı mektuplar buna bir örnek. Tahmasb, Kanuni’ye o kadar dalkavukça bir mektup yazmış ki inanılmaz. Süleyman Aleyhisselam’a atıfta bulunarak Kanuni’yi överek başlamış: “Sen bizim zamanımızın Süleyman’ısın.” Kendini ezerek övgüler dizmiş. Ama sonunda bir yerde utanmadan, bir fili ibrişim kuşakla çekersin,” diyerek “seni ben tatlı sözle güdüyorum” demeye getirmiş. Çünkü Kanuni, 150 bin kişilik bir orduyla Azerbaycan’a girmiş ama Şah Tahmasb, ordusunu çıkaramamış. Çünkü Osmanlı’nin top ve tüfek gücüne karşı çıksaydı, ezilecekti. Şah İsmail nasıl rezil olduysa, benzer şekilde Şah Tahmasb da Osmanlı ile savaşa girmesi durumunda kaybedeceğini bilerek dağlara çekilmiş ve savaşmaktan kaçınmıştı. Bir yandan, “Biz savaş istemiyoruz” diyerek durumu idare etmeye çalışmış, diğer yandan Osmanlı çekildikten sonra sürekli bir şekilde durumu idare etmek ve Osmanlı’nın geri gelmesini engellemek için hep böyle durumu kontrol altında tutmaya çalışmıştı.

Şah Tahmasb’ın oğlu ya da torunu, muhtemelen Şah Abbas, Tahmasb’ın yazdığı bu dalkavukça mektuplar nedeniyle onu çok aşağılamış. Ancak devlet bu sayede ayakta kalmış, bu da bir gerçek. Tahmasb, Osmanlı’yı iyi idare etmiş. Eğer karşısında Yavuz olsaydı bu numarayı yemezdi ve sonuna kadar gitmeye çalışırdı. Ancak Kanuni, bu kararlılığı ve iradeyi göstermemiş. Tabii ki böyle bir hırs ve irade olmadığında, düşmanın seni kandırmasına gerek kalmaz. Ama bu hırs sende varsa düşman kolay kolay seni kandıramaz. Sonuçta bu Pers milleti, tarihin en eski milletlerinden biri. Babil üzerine kurulu bir devlet olarak Mezopotamya’ya yerleşmişler. Babil Medeniyeti’nin fitne ve fesat mirasını da taşıyorlar. Şimdi karşımızdalar. Bu durumda, "Biz Müslümanız, İsrail düşmanımız, İran ve Hizbullah da savaşta" gibi romantik bir şekilde bakmamak gerekiyor. İran, yalnızca kendi emperyal davasının peşinde. Farz-ı muhal İran savaşıp İsrail’i haritadan sildi diyelim, dönüp Müslümanlara, “Ebubekir’e küfür et” demeyecek mi? İran’ın ne olduğu belli.

MÜSLÜMAN EMPERYAL OLMAK ZORUNDADIR

Burada asıl mesele, dünyanın nereye gittiğini anlamaya çalışmak. Kendimizi nerede konumlandıracağız? Ona göre bir yerde duralım. Üstad ne diyor? "Büyük Doğu emperyaldir." Yani dünya hakimiyetine oynar ve yayılmacıdır. Müslüman zaten emperyal olmak zorundadır. Çünkü İslam, "Din yalnız Allah’ın oluncaya kadar savaşın" emriyle Müslümanları yükümlü kılmıştır. Müslüman, yeryüzünü İslam adına hakimiyet altına almakla mükelleftir. Eğer bunu kimse yapmazsa, bu farz-ı ayn olur. Birileri bunu yaparsa, diğer Müslümanların üzerinden bu yük kalkar ve farz-ı kifâye haline gelir. Osmanlı döneminde olduğu gibi... Bizim böyle bir memuriyetimiz var. Ama bunu yaparken takım tutar gibi “şu iyi, bu kötü” diyerek bir tarafı seçme durumunda değiliz. Romantik bakmaya da gerek yok. Mesela eskiden "anti-emperyalizm" derdik. Ama şimdi ortada birden fazla emperyalist güç var. Kumandan, Gölge dergisinde Sovyet emperyalizminden ve Amerikan emperyalizminden bahsediyordu. Yarın Hindistan da çıkıp emperyalist bir güç olsa, Hint emperyalizmi diye bir şey konuşacağız. Adamlar zaten Pakistan’a yöneliyorlar. Eğer Pakistan, Ziya-ul-Hak döneminde atom bombası yapmamış olsaydı, belki de Hindistan oraya girerdi.

Herkesin emperyal bir davası varken, biz Müslümanlar ve özellikle İslami bir hareket olarak, İbda davası olarak nerede duracağımızı, kime nasıl bakacağımızı düşünmek zorundayız. Lenin’in Alman Sosyal Demokratlarla dalga geçtiği bir durumu örnek vereyim. Abdullah kiracı bunu bir mevzu vesilesiyle anlatmıştı. Almanlarla Ruslar savaşıyordu. Almanya’daki solcular, “Rusya gerici bir ülke, feodal bir toplum, sanayileşmemiş, aydınlanmamış, moloz bir sürü” diyerek Almanya’nın yanında saf tuttular. "İlerici olan Almanya’nın yanında olalım" dediler. Lenin bunlarla dalga geçti ve tam tersini yaptı. Almanlarla anlaştı, parasını İngilizlerden aldı ve devrimini yaptı. Çünkü Rusya’da asayişin olmadığını, ekonomisinin berbat olduğunu görüyordu. O dönemde Kerenski hükümeti vardı ve bununla da gitmeyeceği açıktı. Fırsatı gördü ve devrim yaptı. Almanlarla anlaştı ve istediği yerleri verdi. Mesela biz de Kars’ı öyle verdik. Kars, 1878’den beri Rusların elindeydi. Brest-Litovsk Anlaşması ile Kars, Türkiye’ye iade edildi. Lenin, elindekini koruyup kalanla devam etti. Alman Sosyal Demokratlar ise "Almanya’nın yanında savaşmalıyız" diyerek öldüler. Şimdi hepsi devrimci güya!

Benzer bir örnek İhvan-ı Müslimîn’in Mısır’daki durumu. 1948 Arap-İsrail savaşında Mısır hükümeti emrinde savaştılar ve sonrasında Mısır hükümeti tarafından ezildiler. 1950’lerde Hür Subaylar, sosyalist bir hareketle krala karşı bir isyan başlattı. İhvan, sosyalizme göz kırptığı için bu subaylarla birlikte hareket etti. Ancak devrim olup kral gidince, iktidar subayların elinde kaldı, yine İhvan ezildi.

SİYASETSİZ BİR HAREKET YAŞAYAMAZ

Esas düşmanı ve tali düşmanları tasnif etmemiz gerekiyor. Kim esas tehlike, kim istikbalde daha tehlikeli olabilir, bunu iyi değerlendirmek gerekiyor. Siyasetsiz bir hareket yaşayamaz. Siyaset, istikamet, strateji demektir. Romantizmle taraf seçmek, stratejik düşünceyi terk etmek demektir. “Ben şunu tutuyorum, şunu destekliyorum” gibi tavırlar, başkalarının peşinden kuyruk ve vagon olmaktan öteye götürmez bizi. Sonuçta lokomotif kendi istediği yere varmaya çalışır ve vardığında biz kendimizi nerde buluruz, bunu düşünmek gerekir.

Mesela HTŞ “fırsat bu fırsat” deyip Suriye'yi indirmeyi düşünmüş ya, Türkiye de durdurmaya çalışıyor. Şimdi HTŞ niye bunu düşünüyor? En tehlikelinin zaten Esed olduğunu düşündüğü için. “Yıkalım geçelim, burayı alalım, İsrail gelirse onunla da savaşırız, bu Esed İsrail’e karşı savaşmaz, Esed’in babası da 1973 savaşında Mısır’ı satmıştı, zaten savaşmayacak ve İsrail için bir tehdit bile değil, İsrail'in rahatlıkla ara sıra tokatladığı bir kukla bu. Sonuçta Suriye, İsrail düşmanlığını kullanarak idare ettiği memlekette hakimiyetini devam ettiren bir Nusayri rejim.” Adamlar haksız mı bu düşüncede? Peki, Türkiye niye bunu engelliyor? Veya da doğru mu yapıyor, yanlış mı yapıyor? Türkiye, İsrail’le doğrudan savaşa girmek korkusuyla Esed’i ayakta tutmaya çalışıyor. Sonuçta herkes bir hesap yapıyor ama Müslümanlar genelde hesap yapmayı değil, bir tarafın peşinden gitmeyi tercih ediyor. Bu doğru bir yaklaşım değil.

Gölge dergisine bakarsanız Kumandan’ın, 70’li yıllarda devrim yapmaya çok yaklaştığını görürsünüz. Şartların buna elverişli olduğunu görerek tam zamanında zuhur etmiş. O dönem Erbakan çıkmamış olsaydı, Akıncılar bölünüp MSP çatısı altında pasifleşmeseydi gerçekten devrim olacaktı diyebilirim. Meydanda sadece ülkücüler ve solcular varken, 1975’ten 1978’e kadar geçen kısa süre içinde Akıncılar adıyla çok muazzam bir hareket ortaya çıkmış. Bu Kumandan’ın eseri. İçinde yaşadığımız hadiselerin ve toplumun nabzını yakalayıp, gerekli olan siyaseti yerine getirmenin mükemmel örneği bu. Bu kabiliyetten ve bakıştan mahrum iseniz, ya meccanen harekete geçersiniz ya da "Şimdi sırası değil," dersiniz, ve oturursunuz. Bunu da yapamıyorsanız, iş sadece "şu iyi, bu kötü" diyerek taraf tutmaya döner.

Devlet, kendi siyasetini izlemeye çalışıyor ve biz bunun farkında bile değiliz. Bari bu farkındalık oluşsa, o zaman devlete yönelik bir teklifimiz veya tenkidimiz olabilir. Ya da “Devlet doğru bir yolda, sonunda Müslümanlar için faydalı olacak,” deyip destek verebiliriz. Ama bu yapılmadığında, sadece “İslam gelirse her şey düzelir” gibi basit bir söyleme saplanıyoruz. Peki İslam nasıl gelir? Bunun cevabı bile yok.

Misal, Mehdi’yi boş boş bekleyenler için bizde bir klişe var, “Hazır olmalıyız,” diye. Peki nasıl hazır olunacak? Bu sorunun cevabını da vermek gerekmiyor mu? Dışımızdakilere hazırlığın ne ve nasıl olduğunu somut olarak göstermek gerekmiyor mu? Kimse çıkıp olmak nedir diye sormadığı için tekerlemeye döndürüyoruz işi. İbda Mimarı’nın Damlaya Damlaya s. 169’da “tebliğ edilecek olandan kendi habersiz olanların hali” diye ifade ettiği durum…

Somut bir örnek vermek gerekirse, “Her yerde dernek şubesi açalım,” gibi bir fikir, uygulanabilir ve anlaşılabilir bir şeydir. Jakobenler, Fransa’da kulüpler kurarak örgütlenmiş ve daha sonra ortalık müsaitken meclise darbe yaparak iktidarı ele geçirmişler. Öyle bir organizasyon olmadan sadece müphem fikirlerle hareket edersek, ortaya bir şey çıkmaz. Üstad ve Kumandan’ın fikirde müphem olma yaklaşımı, insanların farklı şeyler icat etmesi içindir. Ancak bu müphemlik, birbirimize ve dışarıya aynı şekilde aktarıldığında, muğlaklık olur ve faaliyetler sonuçsuz kalır.

Dünya şu an büyük bir çatışmaya doğru gidiyor. Büyük ihtimalle savaş çıkacak, belki de Netanyahu bir şekilde durdurulacak ya da öldürülecek. Batılı güçler, “Bu adam her şeyi bozuyor,” diyerek devre dışı bırakabilir onu. İngilizlerin bu gibi şeylerde eli ayağı vardır. Belki bir suikast düzenlenir, ardından “İran yaptı,” denir. Esas soru şu: Bu savaş genişlerse biz ne yapacağız? Genişlemezse ne yapacağız? Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak, -ciddi bir şekilde Müslümanların teşkilatlanması, yapılanması da söz konusu olmadığına göre- kimi ve neyi takip edeceğiz, devleti mi takip edeceğiz? Devlet doğru bir şey mi yapıyor? Yoksa kendi teşkilatlarımızı mı kurmamız lazım?

TÜRKİYE BÜYÜK İHTİMALLE OLAĞANÜSTÜ HALE DOĞRU GİDİYOR

Ben Mehmet Şimşek göreve geldiğinde şöyle düşündüm: Herhalde ipin ucu kaçtı diye Şimşek vesilesiyle ekonomi iyileştirildikten sonra sıkıyönetime gidilebilir. Türkiye büyük ihtimalle olağanüstü hale doğru gidiyor. Süleyman Demirel, “24 Ocak kararları olmasaydı 12 Eylül olmazdı, çünkü ekonomi kötü olunca, askeri müdahale zorlaşıyor” demiş. Şimdi de ekonomi düzeldikten sonra ve belli kararlar alındıktan sonra devlet “Sıkı yönetim ilan ediyoruz.” diyebilir. Ardından “Şeriatçı yobazlar da fazla oldu” veya “Biraz daha İslamî olalım” mı diyecek? Bunları sormak ve devletin niyetini anlamaya çalışmak zorundayız. Ama bunun yerine, seyirci kalıyoruz ve atıp tutuyoruz.

Doğru zamanda doğru yerde olmak diye bir şey var. Makyevelli “Prens” kitabında öyle diyor: “Prens eğer kral olmak istiyorsa bir gücü olmalı. Bir de talihi yar olmalı.” Yani kaderi varsa adamın, kral olur, kaderi yoksa olamaz. Ama şu var ki garip bir sezgi ile kimileri hep doğru zamanda doğru yerde oluyor. Şimdi Çerkez Ethem, Yozgat'ı yağmalayıp Ankara'ya gelmiş. Böyle mezatlarda koyun satıyor sürülerle. Birileri Atatürk'e demiş ki, “Bu böyle geldi, kabadayı oldu, bizim üstümüzde davul çalıyor, bize rajon kesiyor.” Atatürk ise, "Silah onda ama akıl bizde," demiş. Çerkez, ne yaptığının, nereye varmak istediğini bilen bir adam değil ki; ama öteki şuurlu. Onun bir hedefi var, bir yere doğru gidecek.

Şimdi, istikametini çizmiş olan, atacağı adımları, kendisine doğru yaklaşanları ve kendisinden uzaklaşanları zararlı zararsız diye tasnif edip bunları nerede en amaçla kullanacağını, tehlikeden nasıl kaçacağını, yahut onunla nasıl savaşacağını düşünür. Ama eğer öyle bir strateji yoksa, öyle bir şuur yoksa, gelen de çarpar, giden de çarpar. Meccanen büyürse büyür ama büyük ihtimalle yıkılır. Hani "Zor Ölüm" filminde Jeremy Irons Bruce Willis’e, "McClane, senin suçun yanlış zamanda, yanlış yerde olmak," diyor. Peki Tayyip, bugüne kadar bir türlü yıkılmadı, niye? Adam hep doğru zamanda doğru yerde oldu. Şimdi Tayyip'e bu işin sırrını anlat deseler, anlatamaz. Winston Churchill, Stalin için, "Gece ava çıkmış bir yırtıcı hayvanın bakışlarını görüyorum onda," demiş. Yani Stalin Hitler Almanya’da darbe yaptığında tam bir avcı gibi hazırlığa başlamış ve Hitler bir gün buraya saldıracak diye “bir gün buraya gelecek” diye müstakbel savaşı öngörmüş. 30'lu yıllarda, Stalin döneminde Sovyetler Birliği'nde yapılan filmlerde, genellikle Ruslar Almanları dövüyor. Meşhur film “Alexander Nevskiy”. Filmde Alman Töton şövalyeleri Rusya'ya girmeye çalışıyor. Bu tarikatın Baltıklarda Haçlı güçlü bir devleti var. Ruslar çok zavallı durumda. Haçlılar çok güçlü olsa da Ruslar filmde onları tokatlıyor. Sen otuzlu yıllarda bu filmle ne yapıyorsun? Rus halkını Almanlarla savaşa hazırlıyor Stalin. Daha savaş başlamadan sınırdaki tüm gücü çekmiş. Devrime karşı olan herkesi de oraya silahsız olarak göndermiş. Almanya ise "Burayı iki günde alırız," diyor ve iki günde gerçekten alıyor. Ama asıl varmak istediği yere geldiğinde, Stalin orada hazır bekliyor. Şimdi Stalin, Hitler'in 1941'de Rusya'ya saldıracağını gizli kanallardan aldığı istihbaratla öğrenmiyor; kokuyu alıyor. "Bu adam bir gün bize saldıracak," diyor ve bunun farkında.

Biz Müslümanlar olarak, etrafımızda durumu iyi analiz etmeliyiz. İsrail, Esed, Şii İran ve Rusya ile çevrilmiş durumdayız. Rusya güçlü bir devlet ama nüfusu yetersiz. Seksen milyonluk Rus nüfusu var, geri kalanlar ise Tatar, Çerkez, Çeçen gibi Müslüman halklardan oluşuyor ve Rusya, ordu kurmakta zorlanıyor. Avrupa’da ise Fransızlar ve Almanlar sürekli bir çekişme içinde. Tarih boyunca asla dost olamadılar çünkü ikisi de Charlemagne’ın mirasını sahiplenmek istiyor. İngiltere ise bir köşede bu çatışmaları izliyor. Çin ise niyetlerini gizlemiyor. Böyle bir durumda devletimizin işin içinden nasıl çıkacağı önemli. Örneğin, Tayyip Erdoğan’ın bazı politikalarına kızıyoruz ama belki de elinden gelenin en iyisini yapıyor. İngiltere ile ittifak kurmasına eleştiriler getiriliyor. Ancak kimle ittifak kurulacak? İngiltere siyaseti en iyi yapan ve hâlâ güçlü bir devlet. Devlet, büyük yatırımlar yaparak bir savunma sistemi kurmaya çalışıyor. Devlet deli gibi silah yapıyor. Şimdi o gök kubbe vs. uğraşılıyor. Vergiler gelmeye başladı çünkü oraya para lazım. Tabii ki vergiyi, gitsin Koç’tan alsın diyeceğim ama o başka mevzu. Devlet kubbeyi kuruyor. Niye kuruyor? Belki de "Ya bize nükleer atarlarsa" diye kuruyor. Belki böyle bir korku var devlette. Ve şu an devletin, gerçekten büyük bir savaşın ortasında kalmak gibi bir korkusu, endişesi var. İyi ki de var. Sonuçta, bir yerden tehlike geliyorsa korkmak en sağlıklı duygudur. Selçukluların Moğollar karşısındaki durumuna benzetebiliriz. Moğollar çıkıp geliyor ve hepsini çiğniyor. Tehlike karşısında hazırlık yapmak gerekiyor. Devletin Esed ile anlaşma çabaları, PKK’ya karşı yaptığı manevralar vs. Bundan ne olur bilmiyoruz ama İsrail’le savaşı üç beş yıl daha ileri atıyorlarsa bu da bir kâr. Birileri “Gazze ne olacak” diyebilir. Eğer gücün yeterse yardım edebilirsin, yetmezse dövünmekle bir şey olmaz, güçlenmek ve istikbale hazırlanmak gerekir. Taliban, “Siyaset yoluyla İsrail’i tecrit etmeye çalışmalıyız” dedi. "Müslümanlar İsrail ile savaşa hazır değil," diyerek manzarayı göstermiş. Onlar bile yüksek perdede laf etmiyor Amerika ile savaştıkları halde. Hamas ve Hizbullah, coğrafi konumları sayesinde savaşabiliyor ama diğer Müslüman ülkeler ordularını bile gönderemiyor. Amerika’nın uçak gemilerini bölgeye göndermesi, herkesin bu çatışmadan uzak durması için açık bir mesajdı.

Ayrıca Hamas, dış destek olmasaydı İsrail’i rahatlıkla alt edebilirdi. Şehir savaşları, sahrada ilerlemekten çok daha zordur. Bu sebeple Hamas, ilk taarruzda biraz ilerledikten sonra geri çekilmek zorunda kaldı. Sonuç olarak, İsrail’in yenilmesi, Üstad’ın da dediği gibi, dış desteğinden tecrit edilmesiyle mümkün olabilir. Ancak Amerika gibi bir güç arkasında oldukça, fizikî bir savaş başlatmak çok zor görünüyor. Bu noktada, gerçekçi ve stratejik bir bakış açısıyla hareket etmek şarttır.

AMERİKA, KENDİNİ TEHDİT ALTINDA HİSSEDERSE, DURABİLİR

Kumandan, Filistin meselesinin çözümüne dair, "Ancak gayri nizami savaş olabilir" demişti. Yani düşman ülkelerde sabotaj yapabilirseniz işler değişir. Amerika, kendini gerçekten tehdit altında hissederse, durabilir. Kumandan’ın dediği gibi, “Ve tutuşturduğu yangını uzaktan emniyet içinde seyreden emperyalist dünya ile birlikte görecektir ki, Rusya’yı Rusya’da, Fransa’yı Fransa’da vuran acımasız “terör”, İngiltere’yi İngiltere’de, Amerika’yı Amerika’da vuracaktır.” Bu, doğrudan bir savaş stratejisi olabilir.

11 Eylül saldırılarından sonra Saddam, “Hiç kimse bugüne kadar okyanusu geçip Amerika’yı vurmadı, hep onlar gelip her yeri bombaladılar. Şimdi bu başlarına geldi,” diyerek bir bakıma bunu hak ettiklerini söylemişti. Bu ifade, gayri nizami savaşın anlamını özetliyor. Artık savaş, cephelerde askerlerin karşılıklı topla tüfekle birbirine ateş ettiği klasik bir çatışma değil. İsrail’in kendi askerlerini savaştıramayıp paralı askerler getirdiğini görüyoruz. Ukrayna’da da benzer bir durum var; savaşa katılanların çoğu dışarıdan gelen paralı askerler.

Hakanfidan23

Eskiden iki taraf siperde birbirini bombardıman ederdi, ama şimdi savaşın şekli değişti ve giderek silahların ve asker sayısının azaldığı bir savaş şekline doğru gidiyoruz. Mesela şimdi, drone veya İHA dediğin şeylerle savaşların şekli çok değişti; çünkü teknoloji değişti. Hakan Fidan "Üçüncü Dünya Savaşı olabilir” derken bunun sebepleri arasında yapay zekanın ani yükselişini saymıştı. Birinci Dünya Savaşı için Üstad, "Makine bilmecesi," diyor, değil mi? Ona uygun ruhi müeyyideler uygulanacak. Mesela yapay zeka herkes tarafından kullanılabiliyor şu an. Birilerinin bunu tamamen kontrol altına alıp başkalarına kaptırmama düşüncesi herkeste var şu an. Çünkü artık bir kişi, tek başına bir koltukta oturarak dünyayı alt üst edebilecek güçte.

SAVAŞ, DÜŞMANI AVLAMA İŞİ VE MANEVRA SANATIDIR

Şimdi, senin topun, tüfeğin hiçbir işe yaramıyor artık. Bir yeri işgal etmen gerektiğinde askerinle girmen, oraya bir karakol kurup, yanına iki tane tank, bir topçu bataryası koyman gerekiyor, ancak o zaman işe yarar. Ama oraya gidene kadar başka silahlar devreye giriyor. Mesela, adam bir suikastle veya aynı anda şu kadar cihazı patlatıp 2000-3000 kişiyi vuruyor. Yani bir asker tetik çekmiyor ama savaş bu. Şimdi, "tüfek icat oldu, mertlik bozuldu" diye bir boş laf var, niye mertlik bozulmuş? Savaş dediğin turnuva veya düello değil ki. Savaşta düşmanı vurman önemli, nerden vurduğun değil. Savaş, düşmanı avlama işi, kendini düşmana yakalatmamak, yani manevra sanatıdır. Haliyle, savaşta da düşmanı bir şekilde indirmek gerekiyorsa, o zaman gereğini yapacaksın. Şimdi adamlar bu silahları icat etmiş. Askerini mevziden, hatta evinden bile çıkarmadan, şurada bir düğmeye basıp düşmanı vuruyor, bu kadar. Şimdi Türkiye, böyle silahlar yaptı. Kumandan Amerika’nın ileri teknoloji uçakları vs. yerine çok daha basit silahların yapılabileceğini söylüyordu. Mesela, düşmanın şöyle uçakları var, sen de çok iyi uçak savar yapmışsın, düşmanın uçağı yüz milyon dolar, attığın füze on bin dolar. Vurdun mu uçağı? Vurdun. Bir, iki derken, düşman artık o uçağı tepende uçuramaz.

ARTIK BİR İNKILAP ZARURİ

Türkiye de son dönemde geliştirdiği İHA ve SİHA gibi teknolojilerle, geleneksel savaş yöntemlerinden daha etkili bir strateji izliyor. Fakat Türkiye'nin zaafı, milletin deforme oluşu karşısında devletin bir şey yapmaması. Tabii, bu en büyük zaaf ve bunu önlemek için Türkiye'de bu rejimin artık sona erdiğini kabul edip, rejimin sahiplerinin gerçekten şeriatı getirmemiz gerekiyor diyerek harekete geçmesi lazım; inkılap yapması lazım. Yani, dışarıda her şey çok iyi, kâğıt üzerinde güzel, ama vatan sevgisi diyerek bu iş yürümüyor çünkü gibi insanların içi boşalmış. “Sert cezalar getirelim” deniyor. Getirsen ne olacak? Amerika'da sert cezalar var, adamı elektrikli sandalyede kızartıyorlar, idam ediyorlar ama gene korkmuyorlar, cinayet işliyorlar.

Artık bir inkılap zaruri. İnşallah devlet de bunun farkına varır da, belli bir geçiş dönemiyle veya yekten bunu yapmaya girişir. Başka türlü, Türkiye'nin çıkışı yok. Eğer ki, Allah korusun, bir savaş durumu olursa ve Rusya'da veya Ukrayna'da olduğu gibi bırakıp kaçanlar olursa, çok kötü şeyler olabilir. Bizim korkmamız gereken şey, herkesin artık canını kurtarmakla uğraşmasıdır. Çünkü Suriyelilerin durumu ortada; adamlar kaçıp buraya geldi. Bunlara, "Gidin savaşın," denilse bile, kimin yanında, kime karşı savaşacak adam? Acayip bir zulüm ve vahşet ortamı var. Adam, ailesiyle, namusu için, çocuğu için, karısı için geliyor. Allah korusun Türkiye'de böyle şeyler olursa nereye gideceksin? Gidecek hiçbir yer yok. Bu yüzden devletin böyle bir felaketi önlemek için stratejik bir geçiş dönemi planlaması gerekiyor. Bu durumda, bize düşen görev, devletin yanlış politikalarını eleştirirken aynı zamanda doğru ve somut teklifler sunmaktır. Toplum olarak seyirci kalmak yerine, tabandan gelen bir sesle daha mantıklı ve yapıcı teklifler sunmalıyız. Eğer bu yapılmazsa, tren gelir ve bizi ezer geçer.

TÜRKİYE, MEKSİKA OLDU

Türkiye'nin başında hain bir lider yok çok şükür. Ancak, Zelenski gibi ülkesini ateşe atan hain bir liderin başa gelmesi durumunda neler olabileceğini düşünmek bile korkutucu. Ukrayna ile bir bağı yok adamın ve memleketini ateşe attı. Şimdi benzeri Türkiye’de olsa, Türkiye'nin birliği ve bütünlüğü ciddi şekilde tehlikeye girer. Kürt meselesi gibi kronik sorunlar daha da büyüyebilir. Bu tür sorunların çözümü için, ceza artırımı gibi yüzeysel öneriler yerine, toplumsal ahlak çöküşünü engelleyecek köklü adımlar atılmalı. Vaziyeti görüyorsunuz; Meksika oldu ülke. Toplumsal tabana yayacak şekilde bu problemleri sürekli dile getirmek lazım.

cinayet-1

Mesela Arap Baharı'nda yaşanan başarısızlık, plan ve vizyon eksikliğinin açık bir örneğidir. Muhammed Mursi’nin iyi niyetli çabaları, stratejik hatalar yüzünden sonuçsuz kaldı. Türkiye’de Tayyip Erdoğan’ın 20 yıldır iktidarda kalması da bir strateji başarısıdır. Çeşitli grupları birbirine karşı kullanarak dengeleri sağlamayı başardı ve bu sayede ayakta kaldı. Müslüman kesimin, bu dönemde elde ettiği özgürlük ortamını yeterince değerlendiremediği de bir gerçektir. Atılması gereken adımların, toplumsal meseleleri sahiplenmek ve bunlara çözüm üretmek olduğunu unutmamalıyız. Kumandan’ın dediği gibi, “İnsanımızın meselelerine sahip çıkıcı siyasi önderlik.”

Mesela Üstad’ın da eski yazılarında buna dair örnekler var. Mesela belediye başkanlığı seçimlerinde İstanbul Belediye Başkanı'na tavsiyelerde bulunmuş: "Şunu şöyle yap." Özal'a yazdığı mektuplar var. Açık açık yazmış: "12 Eylül'ü asla destekleme" diyerek somut direktifler vermiş. Biz somutlaştırmayınca, işler muğlak kalıyor. Kumandan da Gölge dergisini çıkarırken her şeyi gayet somut bir şekilde ortaya koymuş. “Akıncı başkaldırıken” diyor ve sokağa davet ediyor, kavgaya davet ediyor. Arada yanlış yapanlara karşı "Döveriz, müdahale ederiz," gibi şeyler söylüyor. Sonra iş daha ileriye gidiyor; silah kullanmaya, daha sert mücadelelere varıyor. İşler somut şekilde ilerliyor. Mesela Kumandan’ın "Aydınlık Savaşçıları" diye bir şiiri var. Her şey gayet somut. Sürekli savaştan bahsediyor. Yalçın Turgut’u çizimleri de bu ruhu yansıtır şekilde güzelce yapılmış. Şiiri okuyan, "Ben de savaşacağım," diyor ve harekete geçiyor. İçinde o duygu varsa, çıkıp gelir, mücadeleye katılır. Kumandan bunu başarmış, kavgayı ettirmiş. Ama bizde öyle bir durum yok.

Üstad ve Kumandan'ın yaptığı müphem bir tavırdı, belli bir yere varmak içindi. Bizim ise şu anki durumumuz, muğlak şekilde konuşup hiçbir yere varmamak. Kumandan, "Dünya görüşü lazım" diyor. Biz de dönüp aynı şeyi tekrarlıyoruz: "Dünya görüşü lazım." Bunu demek yerine, o dünya görüşünden aldığın bir parçayla somut bir şey öner, bir şey yap.

Bir şeyin yapılabilirliğinin ya da yapılamazlığının farkında olmak lazım. Mesela yapılamaz bir şeyi teklif edemezsin. Onun yerine, yapılabilir olanı teklif edersin. Şimdi İran kurulduğunda, devrimden sonra çok gariban bir devletti. Ama adamlar ne yaptı etti, İsrail’den silah aldı, Amerika’dan silah aldı, Saddam’a yenilmedi. Savaşın başında Saddam, İran’ın batısını işgal etmişti. Buna rağmen, bu kadar nüfus kaybına ve devrime karşı olan bunca insana rağmen ayakta kaldılar. İlişkiler kurdular, bir şeyler yaptılar. Şimdi gelmiş, devrimden kırk sene sonra nükleer silah yapacak hale gelmiş bir devlet var.

VAZİYETE BAKIP KONUM BELİRLEMEMİZ LAZIM

Amerikalılardan biri, "Ne zaman İranlılarla masaya oturursanız, mutlaka bir şey alırlar," demişti. Bakın işte, sabır, dirayet ve istikrar... Çünkü belli bir hedef ve niyet var İran’da. Bu olmadan bunlar yapılamaz. Yoksa meccani olur, gelip geçici, günü kurtarma gibi şeylere dönüşür. Sen bugün günü kurtardığını zannederken, İttihat ve Terakki'nin Almanlarla savaşa girmesi gibi, belki de kendi sonunu hazırlıyorsundur. Bunları çok uzun düşünmek gerekir.

Üstad "Amerika’ya yaslanmak..." demiş İdeolocya Örgüsü’nde. Peki, neden Amerika’ya yaslanmaktan bahsediyor? Çünkü halihazırda etrafında senin düşmanların olduğu için ancak uzaktakine yaslanabilirsin. Bu basit bir kuraldır siyasette. Tarihte de birçok devlet bunu yapmıştır; burnunun dibindeki bir düşmana karşı uzaktaki başka bir düşmanı tercih etmiş ve onunla iyi olunca, diğerine karşı güç kazanmıştır.

Türkiye'nin şimdi NATO üyeliği vesaire meselelerinde, ta 50'li yıllardan itibaren Üstad, NATO'ya üye olunmasın demiyor, Türkiye şahsiyetini korusun diyor. Çünkü Sovyet tehlikesi karşısında Türkiye'nin başka gidecek yeri yoktu ve bunu mecburen kabul etti. Aynı şekilde, Kurtuluş Savaşı'na verilen destekten bahsederken de Kumandan, "İstikbal için rıza değil, katlanış" diyor.

Şimdi vaziyetimize baktığımızda, kendimize bir çözümleme yapıp, "Tamam, biz şöyle duralım, şurayı takip edelim; şu şöyle yaparsa buradayız, yoksa şuradayız," diyerek bir konum belirlememiz lazım.

Aylık Baran Dergisi 34. Sayı, Aralık 2024