Sanayileşme; teknolojik ilerleme, refah seviyesinin yükselmesi, sağlık hizmetindeki büyük gelişim gibi olumlu yönleri varken; işsizlik artışı, köyden kentlere göçün hızlanması, plansız şehirleşme, tarihi yapıların tahribatı, gecekondulaşma gibi hâlâ telafi edilemez sorunlara neden oldu. Konut ihtiyacı hızla arttı ve “sanayi kentleri” meydana geldi.
19. yüzyıl, dünyada her anlamda bir kırılma noktası yaşattı. Siyasî, sosyal, iktisadî ve teknolojik değişimlerin hızla yaşandığı bir dönem oldu. İmparatorluklar yerini ulus devletlere bırakmış, sömürge valilikleri görevini emperyal şirketlere devretmiş, dünyanın maddî geliri yüzde 2-3’lük kesimde toplanmış, insanların bir kısmı obezite ile mücadele ederken diğer kısmı açlık ile savaşmış, buharlı makineler insan dengesini alt üst etmiş, ham maddeye olan ihtiyaç iki büyük dünya harbine yol açan ehemmiyetli faktörler arasına girmiş, nesiller arası bağlar devrim adı altında koparılmış, apartmanlar hızla yayılmış ve daha birçok siyasi ve sosyal hadise yaşanmıştır.
İnsana verilen değer hızla azalırken “hümanizm dalgası” aktivizm adı altında kıtalar arasında mekik dokur hâle geldi. Hümanizmin temellerini Antik Yunan'da aramak lazım çünkü Eski Yunanlılar, Tanrı ile insan arasındaki mücadeleyi tiyatrolarında işleyip insanı her zaman galip göstermiştir. Bu yüzden Rönesans, bir bakıma anlayış olarak Antik Yunan'a dönüştür. Garaudy, Batı Felsefesi’ni izah ederken kısaca şöyle der: “Bizans Sanatı, adamakıllı hiyerarşileşmiş ve kutsallaşmış toplumların sanatıdır. Yani insan insan; Tanrı da Tanrı'dır. Gotik Sanat, ilahî olanın insanileştirilmesidir. Rönesans Sanatı ise insanın ilahlaştırılmasıdır.” Batı, kısa süreliğine yaşadığı Hristiyanlık dönemlerinden sonra Paganist bir dönem yaşamıştır. Batı'nın ayinleri ve ritüelleri bunun ispatıdır. Fikri ve dini hegemonyasını makine üzerinden gerçekleştirmeye başlar.
Sanayi Devrimi’yle seri üretime geçildi. Böylelikle üretim, makineleşmeye doğru hızla gitti ve kapitalizm büyük bir ivme kazandı. Sanayileşme; teknolojik ilerleme, refah seviyesinin yükselmesi, sağlık hizmetindeki büyük gelişim gibi olumlu yönleri varken; işsizlik artışı, köyden kentlere göçün hızlanması, plansız şehirleşme, tarihi yapıların tahribatı, gecekondulaşma gibi hâlâ telafi edilemez sorunlara neden oldu. Konut ihtiyacı hızla arttı ve “sanayi kentleri” meydana geldi.
Batılı mimar ve şehir planlamacıları bu sorunlara çözüm arayışına girmişken, Cumhuriyet Dönemi Türkiye’sinde ise bu sorun göz ardı edildi ve birçok soruna kapı aralandı. Sorun dahi tam anlamıyla kavranamadı. Tarımı mı geliştirmeliydik yoksa sanayi tesisleriyle hızla sanayileşmeli miydik?
Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu tarım temelli gelişmeyi savundu.
Erbakan Hoca ise sanayi temelli gelişmeyi savundu. Bu yüzdendir ki ağır sanayi hamlelerini başlattı. Köylünün kentlere göçünü hızlandırdı. Bu iki görüşün arasındaki farka gelince;
Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu’nun görüşleriyle şehir politikaları, iç göç ve sermaye eşit dağılırdı. Her şehir kendi içinde kalkınır ve tarımdaki gelişme, sanayideki gelişmeyi beraberinde getirirdi. Zihinlerin köylüleşmesine karşıdır fakat köyleşme taraftarıdırlar.
Erbakan Hoca’nın görüşüyle günümüz anlayışına ulaşılabilir. Şehir politikalarında dengesizlik meydana gelir ve iç göçteki dalgalanma düzensiz dağılır. Ağır sanayi hamleleriyle köylüyü köyünden çıkarıp, sanayide çalışmak üzere işçi olarak kullanır. Böylece köylü toprağını işleyemez.
Tarım ikinci plana atılır, sanayileşme ise sağlanamaz. Zihinleri köylü, ceketleri şehirli olan insanlar artık köylerine dönmezler. Apartmanda oturmak, Marlboro sigara içmek, toprağı terk etmek onlar için üst kültürün anlayışıydı ve öyle olmak için de çalıştılar.
Teknik temelli olup hiçbir fikrî temeli olmayan Erbakan’ın ağır sanayi hamleleri, şehirleşme sorununu da beraberinde getirdi. Oysaki öncelikle toprak sahiplerine, toprağını işlemesi için teşvik vermeliydiler. Ziraî gelişme belirli bir seviyeye ulaştıktan sonra sanayi hamleleri başlamalıydı. Böylelikle her iki koldan da gelişme sağlanabilecekti.
Türkiye’de yaşanan hadiselerden kısaca bahsettikten sonra sanayileşmenin dünyadaki etkilerine geri dönebiliriz.
“18. yüzyıl’da Sanayi Devrimi’nin seri üretim kültürünü aktive etmesi, Orta Çağ’ın zanaat kültürünü yok olma eşiğine getirir. Bu tehdit 18. yüzyıl’da güzel sanatlar sisteminin normlaştırılması ile ortaya çıkan soylu sanat kavramı ile güçlenir.” (Larry Shiner, Sanatın İcadı, Ayrıntı Yayınları)
Sanayileşmenin bir ürünü olan seri üretim, zanaatı devre dışı bırakır ve bu dayatmaya karşı çıkan hareketler ortaya çıkar. En belirgin hareketlerden biri 19. yüzyıl’da “Sanat ve Zanaat Hareketi” olur, amaçları ise unutulmaya yüz tutmuş, el işçiliğine dayanan birçok zanaatı, sanat ile birleştirmeye hedeflemektir. Makine kültürüne karşı, uzun soluklu olmayan bir ses olur. Geçmişe karşı bir öykünme olur ve romantik entelektüeller dışında ilgi görmez. Bu hareket ile Art Nouveau bağdaşmaz çünkü Sanat ve Zanaat hareketi, sanatı sınıfsal kategoride dengeye getirmeye çalışır. Art Nouveau ise sanatı estetik bir romantik yaklaşım olarak değerlendirir. Birinde işlevsellikle beraber sanat vardır, diğerinde ise sadece sanat vardır. İşlevsel olup olmaması önemli değildir. Art Nouveau tarzı tasarlanan merdivenler bu ifadenin ispatıdır.
19. yüzyıl’da gelişen oryantalist yaklaşım, sömürgeci bir tavır geliştirir. Edward Said, oryantalizmi Batı’nın Doğu’yu kullanması olarak tanımlar. Sanat ve mimarlıkta oryantalizm, Doğu normlarını kullanan Batılıları ifade etmenin yanı sıra, Batı’nın mistik arayışlarının da ifadesidir. Pitoresk anlayışın ruha işlemeyen materyalist tavrı, Batı'yı mistik manada boşluğa sürükledi.
Oryantalizm’in mimarîdeki ilk eserlerinden biri John Nash tarafından tasarlanan, Endülüs ve Hint üslup ve biçimlerinin kullanıldığı, eklektik tavırları barındıran Brighton’daki Kraliyet Pavyonu’dur (1815).
Sanayileşmenin atılımı olarak da ifade edilebilecek olan 1887’de inşa edilen Eyfel Kulesi, âdeta demir malzemenin gücünü gösterir. 300 metre boyundaki bu yapı, 1889 Paris Dünya Fuarı için tasarlanmıştı. Tabii daha sonra kültürel bir sembol hâline geldi. Gelenekçiler bu tehlikenin farkındadır fakat etkili bir çıkış gösteremezler.
1889 Paris Dünya Fuarı; yeni teknoloji ile oluşturulmuş depreme karşı dayanıklı ve yüksek binaların tanıtımı mahiyetinde olan bu fuar, devletlerin sanayileşme çağında mimariyi nasıl değerlendirdiklerinin de ifadesidir. Bu fuar tam anlamıyla sömürgeci devletlerin birbirleriyle yarıştığı ve sömürdükleri devletleri pazarlama yeridir.
19. yüzyıl mühendisliği ve mimarlığı arasında yapısal malzemelerden kaynaklı farklılıklar bulunmaktaydı. Mühendislerin tercih ettiği malzemeler, mimarlar tarafından estetik veya güzel bulunmuyordu. Batı’da geleneksel mimarlıktan kopamayan yapıları Chicago Okulu örneklerinde görebiliriz. Chicago, depremlerden dolayı çok büyük hasarlar almış ve mimari akımların yer bulması için büyük bir fırsat olmuştur.
Sanayileşmeyle hızla gelişen ve makineleşen şehirler, ferdî çalışmalardan dolayı ticarî ofislere talebin artması, tasarımcıları ve mühendisleri yüksek (dikey) binalar yapmaya itti. Esasında arazi spekülasyonlarının yetersizliğinden değil, az yer ile çok para kazanmanın ve kolay yönetmenin arzusunda oldukları için yüksek binalar inşa ettiler. Asansörün icadı, bulutları delen gökdelenlerin inşa edilmesinin yolunu açmış oldu.
Çelik malzemenin yüksek mukavemeti ve inşaatlardaki kolay kullanımı, yüksek yapılı binaların öncülü oldu. Chicago Okulu’nun temsilcilerinden Louis Sullivan, “Biçim, işlevsellikten doğar.” diyerek yüksek yapılar tasarladı. Yapıların dış cephelerindeki estetiği için çelik strüktürleri taş malzemelerle kapladılar. Bundan dolayı bu döneme ait yapılar taşla yapılmış kutulara benzer.
Amerikalı mimar Frank Lloyd Wright, Chicago seyahati sonrası kenti kültürsüz ve çirkin bir görünüm gösteren gecekondularla dolu olduğunu ifade eder. Wright’ın mimarlık anlayışını, hiçbir fonksiyonu ve amacı olmayan formları kullanmanın gereksiz olduğu düşüncesi oluşturur.
Yatay ve dikey yapı elemanları üzerinde çalışan Wright, bunları hem teknik olarak hem de fikir olarak bir araya getirir. Evlerin bacalarını sembolleştirerek evin merkezine alması, eve ve aileye verdiği önemden dolayıdır.
Wright’ın meşhur bilinen ev tasarımları olan Usonia ve Prairie evleri, merkeze aileyi ve tabiatı alarak gelişmiştir. Yatay olarak planlanan evler, çok katlı da olabilir. Yatay yapılaşma, alçak konsollar, aşağıya sarkan çatılar, insani ölçüler tasarımlarının ortak özelliğidir. Evi, dış dünyadan koruyan bir sığınak gibi düşünür ve bu yüzden evin giriş kısmı küçük ve dar olarak tasarlanmıştır. Sedat Hakkı Eldem’in ifadelendirdiği Türkevi ile de büyük benzerlikler göstermektedir.
Bauhaus ekolü, tasarım odaklı gelişen bir harekettir. Tasarım denildiği zaman akla ilk gelen isim olmuştur. Bauhaus'u Batılılar, tasarımcıların tapınağı olarak ifade etmiştir. Bauhaus’daki mimarlar dindar Hristiyanlardı ve tasarımlarını bu hassasiyetle yaptılar. Bauhaus’un dünyada yıldızının parlamasının nedeni, düşüncelerini sistemli hâle getirip eğitim programı yapmalarıdır. Diğer önemli faktör ise okulun anavatanından sürgün edilip, Amerika’ya taşınmasıdır.
Bauhaus’un Amerika’daki temsilcilerinden Mies van der Rohe, mimarlık anlayışını “Az, çoktur.” olarak ifade eder. Şatafatlı olmayı ve gereksiz yere birçok malzeme kullanmayı modern mimari olarak kabul edenlerin zihinlerine hançer gibi saplanır bu ifade. Rohe, yapılarını cam kutu şeklinde tasarlar ve teknoloji ile estetiği bir arada yoğurur. Chicago okulu mimarları gibi kullandığı yapı malzemesini gizlemez ve şeffaf tasarımlar geliştirir.
Modernizm ve sanayileşme çağında gelişen mimariyi “mimarlığın makineleşmesi” şeklinde açıklayan Le Corbusier, geleceğin mimarisinin geçmişin formlarının biçimsel diline takılı kalmayacağını ifade eder. Corbusier de dindar bir Hristiyan’dır ve tasarımlarının temelinde manastır anlayışı vardır.
Aylık Baran Dergisi 30. Sayı, Ağustos 2024