Medeniyetin âdâb-ı muâşeret ile olan bağı, onu yalnızca maddî unsurların inşasıyla değil, ahlâkî ve kültürel temellerin inşasıyla da tanımlar. Her toplum kendi varlık fikrine dayalı bir sosyal düzen kurar ve bu düzenin temel taşlarından biri fertlerin birbiriyle münasebetlerinde takip ettikleri görgü kurallarıdır​.

Medeniyet, insan topluluklarının hayat tarzlarını, inançlarını, değerlerini, sosyal düzenlerini ve müesseselerini şekillendiren geniş bir yapıdır. Ancak medeniyeti yalnızca maddi unsurlarla sınırlamak, onun derinliğini ve ruhunu kavrayamamaktır. Her medeniyetin özü, insan ilişkilerini düzenleyen bir ahlâkî ve sosyal kurallar bütünüyle, yani âdâb-ı muâşeretle ortaya çıkar. Zira her medeniyet, kendi fertlerine bir yaşayış biçimi, bir görgü anlayışı ve sosyal düzen kazandırır. Bu da o medeniyetin benzersiz karakterini ve kimliğini oluşturur. Kişinin bir medeniyete mensup olması demek bulunduğu dünyanın kendisine telkin ettiği davranış kalıplarını günlük hayatta tatbik etmesidir. Bu sebeple de âdâb-ı muâşeret, medeniyet çatısında elle tutulabilecek, gözle görülebilecek unsurlardan biridir.

Medeniyetin âdâb-ı muâşeret ile olan bağı, onu yalnızca maddî unsurların inşasıyla değil, ahlâkî ve kültürel temellerin inşasıyla da tanımlar. Her toplum kendi varlık fikrine dayalı bir sosyal düzen kurar ve bu düzenin temel taşlarından biri fertlerin birbiriyle münasebetlerinde takip ettikleri görgü kurallarıdır​. İslâm medeniyetinde bu düzenin merkezinde, insanın kendisini değil başkasını koruması ve bu surette kendi varlığını teminat altına alması yer almıştır. Bu yönüyle âdâb-ı muâşeret yalnızca ferdî bir görgü değil, aynı zamanda toplumun manevi temelini kuran bir unsurdur. Avrupa medeniyeti, bilhassa Rönesans ve sonrasında, kendi görgü anlayışını saray gelenekleri ve aristokratik normlar çerçevesinde şekillendirirken, İslâm dünyası "nizam-ı âlem" ve "darü'l-İslam" kavramları etrafında şekillenen bir cemiyet düzeni kurmuştur​. Modern dönem ise Batı Avrupa'nın inşa ettiği bu muaşeret sisteminin çözülüşüne sahne olmaktadır. Bugün âdâb-ı muâşeretin yalnızca ferdî bir zarafet göstergesi olmaktan çıkarılıp, medeniyet inşasının temel bileşeni olarak tekrar ele alınması elzemdir. Zira görgü, yalnızca nezaketten ibaret değildir; o, bir medeniyetin şahsiyetidir.

Medeniyet, yalnızca bir toplumun kendi içinde kurduğu bir düzen değil, aynı zamanda diğer toplumlara nasıl tesir ettiğini ve onları nasıl şekillendirdiğini belirleyen bir güç mekanizmasıdır. Tarih boyunca büyük medeniyetler, yalnızca silahlı yahut ekonomik üstünlükleriyle değil, aynı zamanda âdâb-ı muâşeret çerçevesinde teşekkül etmiş bir nizam ortaya koyarak hâkimiyet kurmuşlardır. Bir medeniyet, kendi görgü ve ahlâk anlayışını yaydığı ölçüde güç sahibi olur ve kendi düzenini dünya üzerinde hâkim kılar. İslâm medeniyeti, bu çerçevede, yalnızca askerî ve siyasî fetihlerle değil, adaleti, ahlâkı ve cemiyet nizamını kuşatan bir terbiye ile genişlemiş; fütuhat hareketlerini, şehirleşmeyi ve insan münasebetlerini tanzim eden bir irfan geleneğiyle tahkim etmiştir. Buna mukabil, Batı Avrupa medeniyeti, modern dönemde "medenileştirme misyonu" adı altında kendi ahlâk ve görgü anlayışını global ölçekte hâkim kılmaya çalışmış, fakat bu süreç tahakkümü, sömürüyü ve ahlâkî çöküşü beraberinde getirmiştir. Bugün, Batı'nın medeniyet telakkisi kendi iç çelişkileri sebebiyle çözülürken, yeni bir nizam inşa etmek isteyen toplumların, görgü kurallarını yalnızca sosyal bir ayrıntı olarak değil, bir hâkimiyet vasıtası olarak ele almaları zaruridir. Zira âdâb-ı muâşeret, bir toplumu medenileştirdiği kadar, ona dünyaya nasıl hükmedeceğini de öğretir.

Avrupa’nın âdâb-ı muâşeret anlayışı, köklerini Orta Çağ’ın feodal yapısından alarak aristokratik bir düzen içinde şekillenmiş ve zamanla toplumun geneline yayılmıştır. Feodalite döneminde sosyal ilişkiler büyük ölçüde sınıf hiyerarşisine dayanmaktaydı ve bireyin (fert yerine bu bağlamda birey kullanılmıştır) toplum içindeki yeri, onun hangi tabakaya mensup olduğuyla belirleniyordu. Bu dönemde soyluların saray yaşamı içinde geliştirdiği görgü kuralları sadece zarafet ve nezaket meselesi değil, aynı zamanda güç ve hâkimiyetin bir göstergesi olarak kabul ediliyordu. Şövalyelik kurumunun doğuşuyla birlikte, asillerin belirli davranış kalıplarına oturtulması, onların sosyal konumlarını muhafaza etmelerinin bir şartı haline gelmişti. Şövalye eğitimi, yalnızca savaş ve silah kullanma becerileriyle sınırlı kalmayıp, aynı zamanda sofra adabı, hitabet sanatı ve hanımefendilere karşı nazik olma gibi görgü kurallarını da kapsıyordu. Böylece Avrupa’nın üst tabakalarında, güç ile nezaketin iç içe geçtiği bir düzen oluştu. Bu sistem, özellikle saray kültüründe belirginleşti ve aristokrat sınıfın mensupları için vazgeçilmez bir vasıf haline geldi.

Rönesans ile birlikte, Avrupa’da şehirleşmenin artması ve burjuva sınıfının yükselişi, görgü kurallarının yalnızca aristokratlara mahsus bir mesele olmaktan çıkıp sosyal bir norm haline gelmesine zemin hazırladı. Avrupa’da medeniyet kavramı, esas itibarıyla bir zümrenin hayat tarzını niteleyen bir kavram olarak doğmuş ve bu zümre, kendi üstünlüğünü devam ettirmek için belirli görgü kaideleri geliştirmiştir. Özellikle Fransız sarayında bu durum kendisini bariz şekilde göstermiş, kralın çevresinde toplanan soyluların birbirleriyle kurdukları ilişkilerde, zarafet ve incelik bir zorunluluk haline gelmiştir. Burada âdâb-ı muâşeret, sadece nezaket kurallarıyla sınırlı kalmamış, aynı zamanda bir iktidar aracı olarak kullanılmıştır. Kralın gözünde itibarlı bir yer edinmek isteyen aristokratlar, onun huzurunda nasıl davranacaklarını, hangi kelimeleri kullanacaklarını, hatta yürüyüş şekillerini dahi belirli kurallar çerçevesinde geliştirmişlerdir. Bu, bir tür sosyal mühendislik olarak değerlendirilebilir; zira bu kurallar, yalnızca fertlerin birbirleriyle olan ilişkilerini düzenlemekle kalmamış, aynı zamanda siyasî bir sistemin devamlılığını sağlamanın da temel unsurlarından biri olmuştur.

Bu süreç içerisinde görgü kurallarının kurumsallaşması, belirli yazılı eserlerin ortaya çıkmasına da neden olmuştur. Orta Çağ’ın sonlarına doğru Avrupa’da çeşitli "civilité" kitapları yazılmaya başlanmış ve bu eserlerde, kişinin toplum içinde nasıl hareket etmesi gerektiği detaylı bir biçimde anlatılmıştır. İlk başta aristokrasiye hitap eden bu eserler, zamanla burjuva sınıfının eline geçmiş ve şehirli orta sınıflar arasında da kabul görmüştür. Burjuvazi, aristokrasinin davranış kalıplarını taklit ederek yükselmeyi ve toplum nezdinde kabul görmeyi amaçlamış; böylece bu kuralların toplumun geniş bir kesimine yayılmasına vesile olmuştur. Görgü, burada yalnızca ferdî bir meziyet değil, aynı zamanda sosyal bir statü belirleyici olmuştur. Bir kimsenin, nasıl yemek yemesi gerektiğini, kime nasıl hitap edeceğini, hangi mekânlarda nasıl hareket edeceğini bilmediği sürece yüksek tabakalar arasında kabul görmesi mümkün olmamıştır. Dolayısıyla âdâb-ı muâşeret, bir tür sosyal eleme mekanizması olarak işlev görmüştür. Daha geniş bir çerçevede bakıldığında, Batı’nın kendi içindeki bu civilité anlayışı, modern dönemde dünya çapında bir medeniyet projesine evrilmiş, Batı’nın kendi değerlerini evrensel bir ölçüt olarak dayatma sürecine zemin hazırlamıştır. Aydınlanma ve sömürgecilik dönemlerinde, Batılı elitler, yalnızca kendi toplumlarının alt sınıflarını değil, aynı zamanda dünya üzerindeki farklı halkları da "medenileştirilmesi gereken" unsurlar olarak görmeye başlamışlardır. Batı, görgü kurallarını bir "medenileşme misyonu" çerçevesinde kullanarak, farklı kültürleri kendi sosyal ve ahlâkî normlarına tâbi kılmayı hedeflemiş, böylece civilité fikrini yalnızca Avrupa içinde değil, dünya ölçeğinde bir hegemonya aracına dönüştürmüştür.

On altıncı ve on yedinci yüzyıllara gelindiğinde, Avrupa'da aristokratların sahip olduğu bu âdâb-ı muâşeret anlayışı, devlet eliyle topluma yayılmaya başlanmıştır. Saray kültürünün merkezde olduğu monarşik düzenler, halkı da belirli bir disiplin içerisine çekmek istemiş ve bu görgü kurallarını yaygınlaştırma çabasına girmiştir. Devletin merkezileşmesi ve monarşinin mutlakiyetçi bir yapıya evrilmesiyle birlikte, kralın etrafında şekillenen saray kültürü, bir devlet nizamı olarak görülmeye başlanmıştır. Bunun en belirgin örneği, XIV. Louis dönemindeki Versay (Versailles) sarayında kendisini göstermiştir. Burada kralın çevresinde oluşturulan görgü kurulları, yalnızca saray hayatını düzenlemek için değil, aynı zamanda aristokrasiyi kontrol altında tutmak ve bir disiplin mekanizması oluşturmak amacıyla da kullanılmıştır. Kralın huzurunda nasıl hareket edileceğinden, hangi kıyafetlerin giyileceğine kadar birçok detayın belirli kurallar çerçevesinde şekillendiği bu dönemde, görgü artık siyasî bir kontrol aracı haline gelmiştir.

Aristokrat sınıfın görgüye verdiği önem, zamanla Avrupa toplumlarının genelinde de yaygın bir kabule dönüşmüştür. Devlet ve kilisenin müdahaleleriyle birlikte, eğitim müesseselerinde de bu kurallar öğretilmeye başlanmış ve fertlerin küçük yaşlardan itibaren belirli bir sosyal disiplin içerisine alınmaları sağlanmıştır. Kilise, insanları yalnızca dinî kurallara değil, aynı zamanda sosyal ölçütlere de riayet etmeye yönlendirmiş; böylece görgü ve ahlâk, dindarlık ile özdeşleştirilmiştir. Bu da halk arasında âdâb-ı muâşeretin daha geniş bir kabul görmesine sebep olmuştur. Ancak bu süreçte, aristokrasinin hâkim olduğu görgü anlayışı, halk için erişilmesi zor bir model olarak sunulmuş, böylece toplum içinde tabakalaşmanın daha da belirginleşmesine sebep olmuştur. Nezaket ve incelik, yalnızca belirli bir sınıfın tekelinde olmalı ve toplumun geri kalanı bu yüksek normlara erişemediği müddetçe, bu sınıfın üstünlüğü devam etmeliydi. Bu anlayış, Avrupa'da âdâb-ı muâşeretin bir nev’i seçkinlik aracı olarak kullanımına zemin hazırlamıştır.

Avrupa’da âdâb-ı muâşeret, ilk aşamada aristokratlar tarafından sosyal statüyü belirleyen bir unsur olarak inşâ edilmiş, daha sonra burjuvazi aracılığıyla geniş tabakalara yayılmış ve nihayetinde devlet ve kilisenin katkılarıyla müesseseleşmiştir. Ancak bu kuralların yayılması, her zaman toplumda bir düzen sağlama gayesine matuf olmamış, aynı zamanda sınıf ayrımlarını daha da derinleştiren bir araç olarak kullanılmıştır. Görgü, burada insanları birleştiren değil, aksine onları hiyerarşik bir yapıya göre ayıran bir sistem haline gelmiştir. Bu yapı, ilerleyen dönemlerde Batı medeniyetinin kendini diğer toplumlara üstün görmesine ve "medenîleştirme" iddiası altında tahakküm kurmasına da zemin hazırlayacaktır.

Batı medeniyeti, ortaya koyduğu âdâb-ı muâşeret anlayışıyla başlangıçta aristokratik bir sosyal düzen inşa ederken, zamanla bu düzeni dünya çapında bir norm olarak dayatmaya yönelmiş ve kendi tarihini insanlığın zirvesi olarak sunmaya çalışmıştır. Batı, önce kendi içindeki sosyal katmanları âdâb-ı muâşeret vasıtasıyla şekillendirip aristokrasisini terbiye etmiş, ardından bu kültürel düzeni burjuvaziye ve nihayetinde halk tabakasına yayarak ortak bir medeniyet iddiasında bulunmuştur. Ancak bu süreç sadece kendi iç dünyasında sınırlı kalmamış, Batı’nın dünyanın geri kalanına nasıl baktığını ve kendi varlığını nasıl meşrulaştırdığını da belirlemiştir. Medeniyeti, insanlık tarihinin doğal bir seyri değil, Batı Avrupa'nın bir başarısı olarak tanımlayan Batı paradigması, dünyayı "uygar" ve "barbar" olarak ikiye ayırmış, kendi kültürel ve ahlâkî normlarını bir ilerleme kriteri olarak dayatmıştır. Batı, tarihte bir aşama değil, insanlığın ulaştığı en yüksek nokta olarak kabul edilmek istemiş; bunun sonucu olarak da kendi kurallarına uymayan toplumları geri kalmış, gelişmemiş veya ilkel olarak tasnif etmiştir. Özellikle Aydınlanma ve sonrası dönemde bu bakış açısı daha da güçlenmiş, medeniyetin yalnızca maddî ilerleme değil, bir ahlâk ve terbiye düzeni sunduğu iddiasıyla Batı, kendisini insanlığın öncüsü olarak konumlandırmıştır. Ancak bu öncülük iddiası, beraberinde bir tahakküm düzenini de getirmiştir. Batı medeniyeti, kendi âdâb-ı muâşeretini globalleştirme çabası içinde, diğer medeniyetlerin sahip olduğu farklı nizamları yozlaşmış veya eksik olarak tanımlamış, böylece kendi hegemonyasını haklı göstermeye çalışmıştır. Fakat bu süreç, sanıldığı gibi sadece kültürel bir genişleme değil, aynı zamanda ekonomik, siyasî ve askerî bir tahakküm mekanizması olarak işletilmiştir.

Sömürgecilik, bu medeniyet misyonunun en somut tezahürü olmuş; Batı, "medenileştirme" adı altında girdiği toprakları yalnızca ekonomik olarak sömürmekle kalmamış, aynı zamanda kendi sosyal ve ahlakî kurallarını da dayatarak yerel halkların kendi âdâb-ı muâşeret düzenlerini yozlaştırmıştır. Bu tahakküm, yalnızca fizikî bir işgâl değil, aynı zamanda zihinlerde ve gündelik hayatta da bir dönüşüm meydana getirme amacı taşımıştır. Batı’nın kendi medeniyetini mutlaklaştıran bakış açısı, insanları kendi varlık ilkelerinden uzaklaştırarak, Batılı normları tek doğru model haline getirmeyi hedeflemiştir. Bu bağlamda, Batı’nın medeniyet iddiası, bir düzen ve ahlâk vazetmekten ziyade bir güç ve hâkimiyet projesi olarak işlev görmüştür. Günümüzde, Batı'nın iç çelişkileri ve çözülme süreci göz önüne alındığında, bu iddianın sürdürülebilir olmadığı daha açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Medeniyetin yalnızca Batı Avrupa’nın tekelinde olmadığı, her toplumun kendi âdâb-ı muâşeret çerçevesinde bir nizam kurabileceği ve bu nizamın, insanın fıtrî yapısını muhafaza eden aslî bir unsur olduğu gerçeği yeniden hatırlanmalıdır. Batı, insanlığa vaat ettiği düzeni inşa edememiş, sunduğu ahlâkî ve sosyal kurallar sistemini bile kendi içinde muhafaza edemez hale gelmiştir. Bu noktada, âdâb-ı muâşeretin yalnızca Batı’nın belirlediği sınırlar içerisinde değil, farklı medeniyetlerin kendi iç dinamikleri doğrultusunda yeniden inşa edilmesi, insanlığın geleceğini şekillendirecek esas meselelerden biri olacaktır.

Doğu medeniyetleri, özellikle İslâm dünyası, Batı’nın medeniyet akımına büyük ölçüde askerî, ekonomik ve kültürel alanlardaki tahakkümü neticesinde kapılmıştır. Batı medeniyetinin ilerleyişi, yalnızca teknolojik yahut iktisadî üstünlükle izah edilemez; aynı zamanda kendisini “medenileştirme misyonu” (mission civilisatrice) üzerinden global bir hegemonya aracı olarak inşa etmesiyle de yakından ilişkilidir. 19. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı Devleti başta olmak üzere, İslâm dünyası ve Asya toplumları, Batılı devletlerin modernleşme ve ilerleme söylemleriyle kuşatılmış; ancak bu süreç, aslında Batı merkezli bir dünya düzeninin tahkiminden ibaret olmuştur. İslâm medeniyetinin kendi iç dinamiklerinden neşet eden nizam-ı âlem anlayışı, yerini Batı’nın siyasî, iktisadî ve hukukî ölçütlerinin taklit edilmesine bırakmıştır. Medeniyet kavramı, başlangıçta Batı aristokrasisinin belirli bir hayat tarzını tanımlarken, zamanla tüm insanlığa dayatılan bir model haline gelmiş, bunun neticesinde Doğu toplumları da kendi tarihî sürekliliklerinden koparak Batılı paradigmalar içinde var olmaya zorlanmıştır. Ancak bu sürecin en kritik boyutu, Batı’nın tahakkümüyle birlikte Doğu’nun epistemolojik ve entelektüel bağımsızlığını kaybetmesi olmuştur. İbn Haldun’un umran kavramı çerçevesinde bakıldığında, toplumların varlıklarını sürdürebilmeleri, kendi özgün medeniyet nizamlarını muhafaza etmelerine bağlıdır. Fakat Doğu dünyası, modernleşme adı altında Batılı normlara eklemlenerek asli hüviyetinden uzaklaşmıştır. Bununla birlikte, Batı’nın “medeniyet” olarak sunduğu modelin de kendi içinde çelişkiler taşıdığı, bilhassa 20. yüzyıl savaşları ve modern teknik araçların insanlık için bir tehdit unsuru haline gelmesiyle açığa çıkmıştır. Bu bağlamda, Doğu medeniyetlerinin içine düştüğü açmaz, sadece maddi bir gerileme değil, aynı zamanda kendi referans sistemlerinden uzaklaşmaları ve epistemolojik bağımsızlıklarını kaybetmeleriyle de doğrudan ilgilidir.

Örneğin, Osmanlı ve Hint Müslüman elitleri Batılı eğitim kurumları, sosyal görgü kuralları ve resmi protokoller aracılığıyla Batılı modelin benimsenmesine zorlanmış; böylece İslâmî âdâb-ı muâşeret yerini Avrupa merkezli bir “uygarlık” anlayışına bırakmıştır. Bu değişim, modernleşme adı altında, İslâmî şehir kültürünün temel direklerinden biri olan mahalle hayatının çözülmesine, aile içi ilişkilerde ferdiyetçiliğin artmasına ve ananevi cemiyet yapısının zayıflatılmasına neden olmuştur. Batı’nın sömürgeci yönetimleri, İslâmî sosyal düzeni sadece şeklen değil, ruhen de tasfiye etmeye çalışmış, İslâm toplumlarında uzun asırlar boyunca geçerli olan misafirperverlik, mahremiyet, kul hakkı anlayışlarını aşındırarak, ferdiyetçi ve seküler temelli bir toplum modelini yerleştirmeye çalışmaktadır. Geleneksel İslâm toplumlarında âdâb-ı muâşeret, fertlerin birbirlerine karşı sorumluluklarını, sosyal dayanışmayı ve manevi disiplini önceleyen bir yapı arz ederken, Batılı tahakküm altında bu kavram yerini ben merkezli, pragmatist ve seküler görgü kurallarına bırakmıştır. Özellikle modern şehirlerin inşası, Batılı hukuk sistemlerinin dayatılması ve yeni eğitim politikaları, cemiyetin bir arada tutulmasını sağlayan İslâmî görgü kodlarını çözüp yerine Batılı bürokratik ve sosyal normları ikame etmiştir. Batılı Sömürgeciler, yerliyi kendi değerlerinden uzaklaştırarak, onu medeniyetinin bir nesnesi haline getirmeye çalışır ve en büyük zaferi, onun Batılı düzen içinde kendiliğinden erimesi olmuştur​. Bugün İslâm dünyasında, geleneksel değerlerin ihyası yönünde bir uyanış gerçekleşse de, Batı'nın yüzyıllardır süren tahakkümünün cemiyet yapıları üzerinde bıraktığı derin izler, bu mücadelenin ne kadar çetin bir süreç olduğunu göstermektedir.

Günümüzde, ironik bir şekilde Batı menşeli postmodern akımlar ve tüketim kültürü, bir zamanlar Batı'nın kendi tahakküm aracı olan âdâb-ı muâşeret kurallarını ve "eski" dünyanın tüm nizamını altüst etmektedir. Postmodernizm, modernizmin büyük anlatılarına ve kesinlik iddialarına meydan okuyarak, her türlü kural ve normu sorgulayan bir düşünce akımı olarak ortaya çıkmış, bu akım, tüketim kültürüyle birleşerek, kişilere sürekli değişen ve geçici hazların peşinde koşmaya teşvik eden bir yaşam tarzını benimsetmiştir. Sonuç olarak, millî âdâb-ı muâşeret kuralları, yerini hızla tüketilen ve sürekli yenilenen moda ve trendlere bırakmıştır. Bir zamanlar sosyal düzeni ve hiyerarşiyi korumak için kullanılan görgü kuralları, artık esnek ve ferdî tercihlere dayalı bir yapıya evrilmiştir. Bu yeni dönüşümle, Batı'nın kendi inşa ettiği medeniyet anlayışının temel taşları sarsılmakta ve eski dünyanın nizamı kökten çatırdamaktadır.

İstifade Edilen Kaynaklar

Norbert Elias, Uygarlık Süreci.

Tahsin Görgün, Medeniyet Meselesi.

Aylık Baran Dergisi 37. Sayı, Mart 2025