“Rahmet” öyle kolayca “temenni” edilmez, vebali, sorumluluğu vardır.  “Yakın temas” içinde olduğunuz, bir ortamda bir vesile tanıştığınız, ara ara görüştüğünüz biri vefat etse, “ortam” sebebiyle lafolsun diye veya “tanışıklığınız” olduğundan “rahmet dilemeniz” beklenebilir. “Toplumsal baskı” da değildir bu, “oto-sansür” sadece. Veya yalakalık?!

On sene kadar önce vefat eden, ara ara bahsettiğim “Cemal amca”m vardı, Kuzguncuk’da dükkan işletirken tanıştığım, eski “İstanbul beyefendisi” tanımına tam uyan biriydi.
Aslen Kastamonulu ama İstanbul Erenköy’de yetişmiş, Musa Topbaş efendi ve ailesiyle aynı mahallede yaşamış, Musa efendi vefat edene kadar da dostlukları devam etmiştir. 

Dedeleri Kastamonu’da tanınmış velilerden olduğu için, ailesi soyadı kanunu esnasında almak istemelerine rağmen verilmeyen “Şeyhoğlu” ismini çok sonradan almışlardır: Cemal Şeyhoğlu! Musa efendiyle ahbaplığının temeli de bundan.  Galatasaray lisesi mezunu, Divan Kurulu üyesi, şimdilerde laz müteahhit sebebiyle gündeme gelen Necmettin Karaduman ile çok yakın ahbap, banka idareciliğinden emekli olması sebebiyle de pek çok işadamını tanıyan biriydi. Dışişlerine girmek için tüm şartları taşımasına rağmen yolunu bankacılığa çevirmiş, meşhur Selanik Bankasının müdürü olmuştu. Bu sebeple de, Vehbi Koç, Sakıp Sabancı, Aydın Doğan gibi işadamlarını (ve ailelerini) çok yakından tanırdı.  Elinden trilyonlar geçen, “normal şartlarda” bir eli yağda bir eli balda yaşaması gerekecek şartları rahatlıkla oluşturabilecek Cemal “amcam”, küçük bir dairede, sıradan bir emekli maaşı ile idare ederdi. 

İsimlerini vermeye lüzum yok, Galatasaray’dan beraber mezun olduğu arkadaşları hariciyeye girip elçi maaşıyla emeklilik yaptıklarından, ona da “hile-i şeriye”yi defalarca teklif etmiş, bir “girdi-çıktı” ile maaşını yükseltmek istemişlerse de, “haremdır İbrahim bey, ayıptır” diyerek reddetmiştir. Oysa “bilgi ve birikimi” ile “kadro”ya alınıp, o yaşına rağmen bürokraside çalışabilecek, düzgün iş yapabilecek biriydi, “haram olmazdı”, ama “emekli maaşı için” kanuna takla attırmayı kendisine yakıştıramadığından bunu hiç acımadan, zerre pişmanlık hissetmeden de reddetmiş biriydi.

Onca senelik “arkadaşlığımıza” rağmen, alışverişimizde 3-5 liralık (gerçekten o kadar!) borç kaldığında, o yaşına rağmen, “ölürüz kalırız İbrahim bey” diyerek ta Bektaş’tan kalkıp gelir, öderdi. Tanıdığım nadir, kelimenin tüm anlamlarıyla, “namuslu” biriydi Cemal bey, “Cemal amcam.” 
Geldiğinde önce Kuzguncuk parkında oturur, denize bakarak ezberden Yasin suresini okur, ölmüşlerine hediye eder, ardından da dükkanda -ısrarı sebebiyle sırayla bir benim bir kendisinin ödediği- çay sohbetimiz başlardı. 

Çevresi itibariyle, önceden bazı toplantılarda ara ara “alkol de alan” ama hazzetmeyen biriydi. Alkolü mecburi aksesuar gibi görüyordu böyle yerler için. Dükkana gelen veya önünden geçen (Kuzguncuk, dikkat!) bazı “kadın bireyleri” görünce asabı bozulurdu. 
Hele eski CB’lerden birinin hanımının, tesettürlü ama dapdaracık elbise giymesine fena takmıştı. “Bu mu tesettür İbrahim bey!” derdi. Şeriat gelecek kesecekler laflarına gülerdi; Musa efendiyle ahbaplığı sebebiyle de “şeriata kim karşı çıkar” derdi. 
Onun hazzetmediği, -her cenahtaki- sahtekarlardı. Namuslu, ahlaklı, milletini ve vatanını düşünen insanların idareci olmasını isterdi fakat hayat tecrübesi de işlerin böyle olmadığını “göstermişti” ona.  Bunlardan konuşurduk. 
Cemal Şeyhoğlu beyin tüm ömrü karşı tarafın içinde geçmiş olmasına rağmen, oradaki ahlaksız ve fırsatçıları anlatmaktan geri durmazdı. Hele “kuduz islam karşıtlarına” hiç yüz vermezdi. 

Bir müddet gelmedi dükkana, hasta olduğunda böyle davrandığından yine aynı zannettik ama kızı daha sonra gelip vefat ettiğini söyledi. Herne kadar beklenen bir durum olmasına rağmen, inanamadım önce tabii. “Namuslular devri kapanıyor” dedim sonra.  Karşı taraftan ve neleri nasıl yaşadığını azcık bildiğim, gerisine de şahit olduğum Cemal beye “rahmet” dilerken bile “lafolsun” veznine düşmemek için bin düşündüğümü bir ben bilirim. “Rahmet” öyle kolayca “temenni” edilmez, vebali, sorumluluğu vardır.  “Yakın temas” içinde olduğunuz, bir ortamda bir vesile tanıştığınız, ara ara görüştüğünüz biri vefat etse, “ortam” sebebiyle lafolsun diye veya “tanışıklığınız” olduğundan “rahmet dilemeniz” beklenebilir. “Toplumsal baskı” da değildir bu, “oto-sansür” sadece. Veya yalakalık?!

Şimdi Volkan Konak isimli şarkıcı ölmüş, bunun “islam karşıtlığı” da tartışmasız.  Ha denebilir ki, “akapeye, fetöye, onun müslümanlığına karşı, dine değil.”  Belediyelerin “şarkıcısı”nın pek öyle bir kafası yok oysa. Tam tersi hatta. 1990 yılıydı herhalde dergide birileri için, “gençlik-tecrübesizlik” sebebiyle “dost ve müttefik” diye yazmıştım. İki gün sonra Kumandan Mirzabeyoğlu “BİZİM dost ve müttefiğimiz olmak o kadar kolay ve basit değil” diye haber göndermiş, sebebini de açıklamıştı.  Bu bizim için böyleyse, mesele İslam olduğunda haliyle daha da “sıkı” şartlara tabi olması da “tabiidir.” Bir makale yazarının Volkan Konak hakkında attığı “rahmet dilerim” tivitine/mesajına, bir gazeteci ve köşe yazarı eleştiride bulununca, etraf biraz hareketlenir gibi oldu, ardından tatlıya bağlanır oldu. Beştepe danışmanlarından, Konyalı Mustafa Akış’ın “şiirsel rahmet dilemesi” ise “efsane!!!” 

Bu esnada bir başka mevtayı hatırladım.  Tam adıyla Tosun Yusuf Barış Manço öldüğünde de “rahmet” için sıraya girilmişti ki hadi onun durumunu anlamak bir şekilde mümkündü. Herif herşeyiyle “secret service” olmasına rağmen, milliyetçi ya!!!

Hülasa; “yakınlarına” taziye için gittiğinizde, küçük bir salon veya odada “nezaket cümlesi vezninde” rahmet diler, “mekanı cennet olsun” falan diyebilirsiniz belki “yakınları” alkole bulanmışken ama “kamu” önünde kaleme ve dile hakim olmak gerekir. 

Okuma Parçaları:
https://medium.com/@mechula_/tosun-yusuf-mehmet-barış-mançonun-sırrı-a5c6ff846b61
https://www.barandergisi.net/saklanan-gercekler
https://x.com/zekeriya_say/status/1906576432156787084?s=46&t=9hRMXCpJyCWnX4dgjxWw6A
https://x.com/mustafaakis/status/1906625588787355683?s=46&t=9hRMXCpJyCWnX4dgjxWw6A