Gerçek değişim, kaba kuvvetin ve şekilci reformların değil, ruh terbiyesinin ve iç nizâmın öncelenmesiyle mümkündür. Âdâb-ı muâşeretin yeniden ihyası, yalnızca bir görgü meselesi değil, topyekûn bir insan ve medeniyet inşasıdır. Bizi insan kılan, gücümüz değil; nezaketimiz, irfanımız ve zarafetimizdir.

Kelimenin anlamı ile başlayacak olursak… Âdâb, edep kelimenin çoğuludur. Muâşeret ise birliktelik, sosyallik, birlikte yaşama. Âdâb-ı Muâşeret ise iyi tutum ve davranışlarla bunları kazandıran bilgi için kullanılan edebin çoğulu âdâb ile “barış içinde yaşama, birbiriyle uzlaşma” anlamındaki muâşereden (muâşeret) gelen âdâb-ı muâşeret (âdâbü’l-muâşere) genellikle fert ile toplum kesimlerinin birbirine karşı olan sevgi ve dostluk duygularını güçlendirici medenî ve ahlâkî davranışları, nezaket ve görgü kurallarını ifade eder. Yani bir mânasıyla, birlikte yaşamanın usulünü.

Büyük Doğu - İBDA anlayışına göre âdâb-ı muâşeret, sathî bir görgü kurallar bütünü değil, insanın varoluşu ile doğrudan ilintili, ruh, akıl ve beden bütünlüğü içinde Allah’ın rızasına uygun bir hayat tarzını peşinden getiren terbiyenin beşerî münasebetlere yansımasıdır. Edep ve ahlâk, yalnızca dünyevî düzenin sağlanması için değil, insanın kendini bilmesi, haddini tanıması ve varoluşunun hakikatine vâkıf olması için şarttır. Görgü kuralları bu anlayış içinde, yalnızca dış dünyaya sunulan bir maske değil, insanın iç derinliğinin ve ruhî kemâlinin akisidir. Zira medeniyet, yalnızca şehirlerin kurulması ve yahut teknikteki terakki ile değil, insanın iç dünyasından başlayarak toplum çapında kurulan ruh nizâmı ile mümkündür. Büyük Doğu’nun “edep, edep, edep” düsturu, insanın yalnızca dış âlemde değil, kendi içinde de bir medeniyet kurması gerektiğinin remzidir.

Estetik

Üstad Necip Fazıl, İslâm medeniyetinin yeniden inşasını yalnızca ilmî, siyasî veya askerî bir mesele olarak değil, estetik bir zaruret olarak da ele almıştır. O, “Umulur ki, 15. İslâm Asrının yenileyicisi İslâm'da estetik plânı başa alsın... Zira güzellik, hesap ve kitap sordurmadan, yakalayıcı, zapt ve fethedicidir.” derken, hakikatin insanlara kaba bir güçle değil, bir güzellik medeniyeti içinde sunulması gerektiğini ifade eder. Bu anlamda âdâb-ı muâşeret, İslâm’ın ruhî estetiğinin hayata geçirilmiş şeklidir. Bu, sathî bir kibarlık değil, iç âlemdeki nizâmın, adaletin ve imanın dış dünyada tezahür etmesidir. İnsan, ancak bu şekilde bir fetih hareketinin öznesi olabilir. Aksi hâlde, kaba kuvvetin ve sığ akılcılığın kurbanı olmaktan öteye geçemez.

Modern Barbarlık

Modern çağda âdâb-ı muâşeretin bozulması, yalnızca nezaketin kaybolması değil, insanlığın bizzat varoluş gayesinden sapmasıdır. Bugünün insanı, güç ve tahakkümü yücelten modern barbarlık anlayışı içinde, edep ve zarafeti küçümseyerek, kaba, hoyrat, bencil ve kibirli bir tavrı yüceltiyor. İbn Haldun, toplumların çöküşünü "asabiye"nin, yani içtimâî dayanışma ruhunun kaybolmasına bağlarken, modern dünyada bu çöküş, edep ve muaşeret kurallarının hiçe sayılmasıyla hızlanmaktadır. Medeniyet artık mimarîde değil, plazalarda; sanatta değil, tüketimde; insan ilişkilerinde değil, ferdî çıkar hesaplarında anlam buluyor. Sosyal medya dahil olmak üzere bütün enstrümanlar da bu süflî anlayışa nispetle işletiliyor. Oysa İslâm’ın getirdiği edep ve zarafet anlayışı, her şeyden önce bir ruh ve şahsiyet terbiyesidir. Nezaket bir teferruat değil, bir varoluş meselesidir. Âdâb-ı muâşeretin kaybolması, insanın kendi şahsiyetini yitirmesi, ruhsuz ve hoyrat bir kalabalık içinde kaybolması demektir. İnsan olmak, bir sanattır ve bu sanat, ancak estetik, ahlâk ve iman birlikteliğiyle icra edilebilir.

İyi, Doğru ve Güzel

İyi, doğru ve güzel idraki, İbda perspektifinde insanın hayata bakışının esas ölçütlerini teşkil eder. Bu üçlü, yalnızca teorik bir ahlâk disiplini değil, aynı zamanda insanın hakikate erme ve bu oluş sürecindeki mihenk taşlarıdır. İyi, Allah’ın emirlerine ve fıtrata uygun olan; doğru, aklın ve hikmetin süzgecinden geçerek bâtıldan ayrılan; güzel ise estetik ve ruhî olgunlukla kemale eren her şeydir. Burada estetik, yalnız bir sanat meselesi değil, insanın iç dünyasının ve ahlâkî varlığının dışa yansımasıdır. Modern dünyada bu üç kavram parçalanmış, iyi faydaya, doğru izafîyete, güzel ise şekilciliğe irca edilmiştir. Oysa İbda anlayışına göre, insan ancak bu üç temel esası bütünlük içinde kavrayarak hakikate erebilir ve medeniyet ancak bu idrakin içtimâî temele oturmasıyla yeniden ihya edilebilir. Türkiye’de topyekûn bir kültür ve muaşeret değişimi, bu üç esasın fertten topluma doğru bir şuur inkılabıyla yeniden inşasıyla mümkündür.

İslâmî âdâb-ı muâşeret, sadece ferdî ve sosyal bir düzen sağlamaktan ibaret değildir. Edep, insanın ruhî tekâmülünü ve İslâmî şahsiyet inşasını mümkün kılan bir irfan disiplinidir. Akıl, kuru bir mantık muhakemesinden ibaret ele alınamaz, edep ile yoğrulmuş bir irfan şeklinde değer bulmalıdır. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun “Berzah” adlı eserinde dediği üzere:

- “Allah Sevgilisi, “din, edebtir!” buyuruyor; edeb, kendini belirten kaidelere uymaktır. Hazret-i Ali, o ilim beldesinin kapısı, “edeb, aklın su­ retidir!” diyor; insan aksiyonunu öne alıcı bir ba­ kışla, dahilî şeriatı gösteren aklî - ruhîliğin, hadlere riayetini belirten kaideler ve kurallar... Kural ve kaidelerle ifadeli edebin, akla nisbet “suret” oluşu bu.”

Batı'nın ürettiği, kuru akla dayandırdığı modern barbarlık, insanı vahşileştiren, onu ruhsuz bir makineye çeviren ve nezaketi lüzumsuz bir fazlalık olarak gören bir anlayıştır. Oysa hakiki insanlık, estetik ve ahlâk birlikteliği içinde mümkündür.

Kadın, Erkek, Aile ve Toplum

Kadın, erkek ve aile, adab-ı muaşeretin en temel tezahür sahasıdır. İslâm’da aile, yalnızca fertlerin bir araya gelmesi değil, ruh ve şahsiyet terbiyesinin, edep ve zarafetin de en doğal mektebidir. “Kadın ve erkek, tıpkı akıl ve kalp gibidir; biri olmadan diğeri noksandır.” Bu iki varlık, birbirini tamamlayan bir nizâm içinde yaratılmıştır. Aile, “İslâm cemiyetinin çekirdek hücresi”dir ve burada şekillenen terbiye anlayışı, toplumun genel âdâb-ı muâşeret idrakine yön verir. Modern barbarlık ise bu fıtrî nizâmı bozarak, kadın ve erkeği birbirine rakip kılmakta, aileyi sadece bir sözleşme düzeyine indirgemekte ve edep, hürmet, iffet gibi mefhumları değersizleştirmektedir. Oysa kadının zerafeti, erkeğin vakarını tamamlar. Böyle bir anlayışla ailenin yeniden inşası ise bir toplumun estetik ve ahlâk anlayışının yeniden ihyasıdır. Medeniyet, ancak aile içinde başlar ve ailede öğrenilen edep, toplumun ruhuna işleyerek hakiki bir nizâm tesis eder.

İdrak İnkılabı

Türkiye özelinde bu meseleye bakıldığında, bir kültür ve muaşeret değişiminin ancak köklü bir zihniyet devrimiyle mümkün olacağı açıktır. İyi, doğru ve güzel idraki yeniden inşa edilmeden, ne fertte ne de toplumda sahih bir dönüşüm gerçekleşebilir. Nezaket ve zarafet, bir zayıflık veya fazlalık değil, hakikatin en güçlü ifadesidir. Eğitim sisteminde, medyada, sanat anlayışında ve içtimâî münasebetlerde bu idrak yeniden tesis edilmedikçe, medenî zarafetten modern barbarlığa savrulmak ve işin esas beter tarafı, bir de bunu güya medeniyet sanmak kaçınılmaz olacaktır. Kabalığın, hoyratlığın, fırsatçılığın, üçkağıtçılığın, at hırsızlığının, sahtekârlığın, laubaliliğin, teşhirciliğin, hırsızlığın, vurdumduymazlığın, adamsendeciliğin , merhametsizliğin, vicdansızlığın ve sorumsuzluğun güç addedildiği bir toplum, ancak kendi ruhunu, dolayısıyla temelde kendi varlığını inkâr eden bir toplumdur.

Merhamet ve vicdan, âdâb-ı muâşeretin temel taşlarından biridir. İnsan ilişkilerinin hakiki bir nizâma kavuşması, ancak vicdanın adaletle, merhametin hikmetle dengelendiği bir ahlâk anlayışı ve bu ahlâkın pıhtılaştığı bir hukuk ile mümkündür. Merhamet yalnız hissî bir tepki değil, insanın ruhî kemalinin bir tezahürüdür. Bugünün dünyasında merhamet, zayıflıkla; vicdan ise romantik bir yanılma hâliyle eş tutulmaktadır. Oysa hakiki merhamet, zulme rıza göstermeyen, hakikatin hatırını her şeyden üstün tutan bir irfan ile mümkündür. Bu anlayışın kaybolduğu bir toplumda, insan ilişkileri menfaat ve tahakküm ekseninde şekillenir; nezaket, lüks; vicdan ise bir zaaf olarak görülür. Oysa âdâb-ı muâşeretin hakikati, insanın yalnızca dış dünyaya karşı değil, kendi iç dünyasına, kendi kendisine karşı da nezaket ve zarafet içinde olmasıdır.

Gerçek değişim, kaba kuvvetin ve şekilci reformların değil, ruh terbiyesinin ve iç nizâmın öncelenmesiyle mümkündür. Âdâb-ı muâşeretin yeniden ihyası, yalnızca bir görgü meselesi değil, topyekûn bir insan ve medeniyet inşasıdır. Bizi insan kılan, gücümüz değil; nezaketimiz, irfanımız ve zarafetimizdir.

Devletin Sorumluluğu ve Toplum İnşası

Âdâb-ı muâşeretin unutulması, yalnızca ferdî bir mesele değil, aynı zamanda devletin de sorumluluğunda olan bir medeniyet krizidir. Devlet, yalnızca kanunlarla düzen nizâm eden bir âlet değil, aynı zamanda içtimâî şuur ve hüviyetin inşasında tayin edici bir güçtür. Eğitim sistemi, medya politikaları ve kamu alanlarının düzenlenmesi, bir toplumun estetik ve ahlâk anlayışını şekillendiren en önemli unsurlardır. İslâmî bir idrak perspektifinden bakıldığında, devletin vazifesi yalnızca suç ve ceza dengesi kurmak değil, aynı zamanda nezaket, merhamet ve irfan iklimini muhafaza, yok ise de yeniden inşa etmektir.

Hakiki devlet otoritesini hakikatin teminat altına alınması olarak tanımlayabiliriz. Devlet, milletine yalnızca güvenlik sağlamakla yetinemez; ruh terbiyesinin, güzel ahlâkın ve nezaketin müesseseleşmesinin teşvik edilmesini sağlamak zorundadır. Bu bağlamda eğitim sistemi, sadece akademik başarıyı değil, şahsiyet inşasını da merkeze almalı; sanat ve kültür politikaları, toplumun ruh ve estetik idrakini besleyecek şekilde yeniden şekillendirilmelidir. Aksi takdirde, hukukî düzenlemeler ne kadar sert olursa olsun, toplum içinde içten içe büyüyen çürüme önlenemez.

Muaşeretin Üstündeki Şube: Terbiye

Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, “Ölüm Odası B-Yedi” adlı eserinde, muaşeret kaidelerini de içinde bulunduran “terbiye” bahsine dikkat çeker ve bunun bir sistem meselesi olduğunu söylerken, bahsimizin esasında ne kadar da şümullü bir mesele olduğunu şu şekilde izah eder:

“TERBİYE - (Terbiye sadece muaşeret kaideleri değil, bunun da içinde bulunduğu bir ahlâk ve bütün bir eğitim davası işidir. Eşya ve hâdiseler karşısında ruhun “nasıl?” tavrına karşı akıl “niçin?”lerle yaklaşır ve “fikir” meydana gelir; fikrin içine işlemiş işletici sıfat ahlâktır ki, kendisinden doğduğu fikri ileriye doğru zuhur ettirir. Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanma, O’nun “Âlemi insan, insanı da kendi marifetine ulaşması için yaratması”, İnsanın “eşya ve hâdiseyi tasarruf etmek üzere” Allah’ın Halifesi olması, kısaca; Şeriat’in topyekûn ölçüleri bir arada, fert derinliği-derunîliği ile Devlet ve Cemiyet idealini karşılayan bir “yaşanmaya değer hayat sistemi” gereği; demek ki “sistemler sistemi” hâlinde bir İslâm’dan bahsedildiğine göre, her mevzuun kendine mahsus “hadlere riayeti” düzenini ifâde eden kanunları, kuralları... Sanıyorum TERBİYE’nin, ahlâkî zâhir ve bâtını ile görünür dünyanın insan ihtiyaçlarına nisbetle tasarrufu davasını içine almış olarak EĞİTİM’den kasdı da söylemiş oluyorum. Özellikle vurgulamak lâzımdır ki, SİSTEM meselesi, sıhhatli bir insanın vitamin ihtiyacına düşmesi gibi, 500 senelik tarih diliminde bir bünyenin gittikçe artan ihtiyacıyla bugün mutlak derecesinde bir zaruret ifade etmektedir!)... HÜRRİYET-(Üstadım, “Hürriyet, hakikate esaretten sonra hürriyettir!” der. Lâfız olarak aynı, fakat “hakikat”ten kasıtları farklı olarak bunu, Batı felsefesi ve Doğu mistisizminde de görüyoruz. Fakat yarıda kalmış veya sonuna kadar götürülememiş ilim ve fikir tecridleri hariç, “boşluk-halâ, yokluk”a varmış ama bu zirveden geriye dönüş hâlinde “dünyayı tasarruf” ölçülerini yerine getirememiş bir düşüncenin, gidiş yolunun da sıhhatli olmadığı neticesi, ne fert, ne de “fertte toplu toplum hakikati hâlinde toplum” olarak HÜRRİYET davasını doğru ortaya koyamamış olması dikkate alınırsa, HÜRRİYET’ten değil, ancak HÜRRİYET’in kafese düşmesinden bahsedilebilir. “Ya sonra?”; işaretlediğim ölçülendirmeler çerçevesinde, ezele kadar varlık ve bilgi, ebede kadar hayatı tekeffül eden, “her şeyini bana nisbet etmelisin!” diyen İSLÂM’dan başka MUTLAK kimde?”

***

Modern barbarlığın panzehiri, kaba kuvvete dayalı bir disiplin değil, irfan ve estetikle yoğrulmuş bir medeniyet tasavvurudur. Devlet, yalnızca yönetici bir güç değil, insanı hakikate ve adalete yönlendiren bir mefkûreyi temsil ettiği ölçüde, hakiki anlamda bir medeniyet kurucusu olabilir.

Son olarak, “Kişinin edepten nasibi, onun hakikate erme derecesidir” sözü, bu bahsin bir özetidir. Keza toplumun edepten nasibi de o milletin hakikate erme derecesini gösterir. Hakiki olan ile sanal olanın her geçen gün birbirine daha fazla karıştığı zamanımızda, gerçek olanla münasebetimizi muhafaza edebilmemizin yolu da işaretlemiş oluyor böylelikle.

“Din edeptir ve edep ise hadlere riayettir!” İnsanlık, özüne dönecekse, ancak edeple dönebilir. Nezaketin küçümsendiği, zarafetin gereksiz sayıldığı her toplum, yozlaşmakta, çürümekte ve aslında kendi sonunu hızlandırmaktadır. Büyük Doğu ve İBDA çizgisinde meseleye bakıldığında, esas mesele, kaybedilen İslâmî ruhu yeniden kazanmak ve o ruhun şahsiyetini tüttürmektir; bunun yolu da eşya ve hadiselerdeki değişime uygun bir şekilde anlayışı yenilemek ve buna uygun bir fikir sistemine sarılmak suretiyle, icab ediyorsa her şeyi baştan ve yeniden yapmaktır!

Aylık Baran Dergisi 37. Sayı, Mart 2025