İslam-Türk şehirciliğinin temelini içtihadlar oluşturmaktadır. Peygamber Efendimiz, Muaz ibn Cebel'i Yemen'e kadı olarak tayin ettikten sonra aralarında şöyle bir konuşma geçer.

“- Sana bir dava getirilince, insanlar arasında hüküm verirken ne ile hüküm vereceksin?

- Allah’ın kitabıyla hüküm veririm.

- Ya onda açıkça bulamazsan?

- Resulullah'ın sünneti ile hüküm veririm.

- Ya onda da açıkça bulamazsan?

- İçtihat ederek, anladığımla hükmederim.”

Değişen ihtiyaçlar karşısında, yeni çözüm yolları geliştirir. Çünkü hayat sabit değil ve devri daim içerisindedir.

Türkevi veya konaklar genişleyen aileler için her zaman yeni odalar ekleme imkânını veriyordu. Aile eşrafı toplanır ve ev büyütülme yoluna gider. Betonarmeye nazaran kerpiç, ahşap gibi yapı malzemeleri kullanıldıktan sonra değiştirilebilir. Tamir edilmesi daha kolay ve elverişlidir. İnşa faaliyetine katılım söz konudur ve ferdin iradesi gölgelenmez.

İslam şehirleri içtihadın, fıkhın ve sünnetin eserleridir.

İslam sanatı tarihçisi Oleg Grabar’ın eserleri incelendiğinde toplu halde şu ifadeye varılır: “Müslümanların inşa ve şehirleştirme faaliyetlerinin temelinde kollektif ümmet şuuru yatar. Her şey bâki olan Allah’ı hatırlatmak ve ona hamd etmek için yapılır. Bu da tevhid inancının tezahürüdür.”

Konstantinopol'de Osmanlı sarığını görmek isteyen gayr-i müslimler Osmanlı şehircilik anlayışını ve ahlâkını biliyordu. İstanbul fethedilmeden önce İstanbul'da bir “Türk mahallesi” kurulmuştu. Bu mahalle, Konstantinopol'un diğer mahallelerine göre mukayese dahi kabul etmezdi. İyiliğin ve güzelliğin hâkim olduğu, tartının doğru tartıldığı ve selamlaşmanın yaygın olduğu bir mahalleydi.

İslâm şehirciliği, içtihadın ürünleridir, dedik. Mesela hipostil cami tipolojisini ele alalım. Fethedilen topraklar neticesinde cemaat artmış ve İslâm'ın hâkim olduğunun vurgusu net bir şekilde ifadesi için zamanla camiye avlu, minare, kubbe (merkezi, yarım ve çeyrek), nef, maksure, taç kapı gibi klasikleşmiş üslubu oluşturacak yapı elemanları eklenmiştir. Bu yapı elemanlarının eklenmesi münazara ve istişareler sonucu gelişmiştir.

Her yeni şey içtihadın sonucudur. Çünkü İslâm ebedi yenidir. Her keşif ve icat “ebedi yeni”yi fâş eder.

İmam Gazâlî Hazretleri “İhyau Ulumi'd Din” eserinde Hatem'in Medine'ye seyahatini anlatır. Hatem, Medine'ye vardığında şehrin kapısındaki askerlere “Bana Peygamber'in sarayını gösterin” der. Askerler “Peygamber'in sarayını yoktu” der. Bu sefer de “Ashabın konaklarını gösterin” der. Askerler ise “Ashab konakta oturmazdı” deyince Hatem de “Öyleyse içinde saray ve konaklar bulunan bu şehir; Firavun'un şehridir” der. Çünkü kalıcı ve yüksek yapıları Firavun inşa etmişti. Firavun, Tanrılık iddiasındaydı. Bunun için yüksek bir mabet inşa etmiş, hapishanede bulunan iki mahkûmu çıkartıp, birini öldürüp, diğerini de salmıştır. “İstediğimi yaşatırım, istemediğimi de öldürürüm” demiştir. Kitab-ı İlahi’nin beyanına göre daha sonra serveti, kendisi ve yüksek yapıları helâk olmuştur.

Günümüz Firavunluğu bir şahsiyet değil; anlayıştır.

“Gökdelenleri yapanlar iki şeyi amaçlıyor: Birincisi, para kazanmak. İkincisi bu kadar yüksek yapı yapmakla başkalarından daha büyük, daha güçlü olduğunu ifade etmeye çalışmak.”(1)

Hatem'in kastettiği yapının gelecek nesillerin iradesine hipotek koyması ve burada vurgulanmak istenen tahakküm meselesidir. Topkapı Sarayı zamanla genişletilmiş ve nice fetihlerin karar verildiği mekân olmuştur.

İslâm şehircilik anlayışı sürdürebilirlik, katılım ve tabiatla iç içe yaşama anlayışı üzerine bina olmuşsa da esas anlayışı teşkil eden “tevhid inancı”dır.

Güzellik anlayışını bünyeleştiren tevhid inancı, salt gözün gördüğü güzelliğin yanında kalp gözünün veya manevi gözün görme hassasını oluşturur. Yunus Emre’nin ifade ettiği gibi “Bir ben var, benden içeru.” Zahiri gözün yanında, batınî gözün de olduğunu söyler.

Osmanlı’da 20. yy’ın başlarına kadar güzellik ve estetik duygusu tevhid inancıyla mündemiçti. Bu inanç şehirlerin silüetini oluşturmaktaydı.

İstanbul’da camilerin, evlerin, konakların hatta 19. yy’da yapılan büyük kagir yapıların, eski yapılarla tezat barındırmadan uyum içinde olmaları güzellik anlayışının yüzyıllar boyunca oturmuş olduğunun ifadesidir.

Komşusunun rüzgarını kesmeyen, onu kasvete boğacak olmasından dolayı evinin boyasına dikkat eden, komşuluk haklarını ihlal etmeyen, tabiatı tahrip etmeden yaşayan, mahremiyet sınırları içinde hudutsuz özgürlüğe sahip olan Osmanlılar; yaşayan güzelliğin ve idrak edilmiş estetiğin mümessili olmuşlardır.

“Azametli camiye ulu ağacı; küçük mescide koca kubbeyi değil, kiremit çatıyı ve ölçülü yeşillikleri, mesela bir söğüt ya da kiraz ağacını; mahalle çeşmesinin yanına iki katlı tahta bir evi; Dolmabahçe Sarayı yanına, ancak oraya yakışabilen, aynı üslupta görkemli bir saat kulesini yerleştiren ve hiçbir zaman bunların yanına çelişkili bir başkasını getirip oturtmayan eski İstanbul düzeni, bilelim ki hiçbir imar planına dayanmıyor, (…) bütün yerleşimler ve biçim alışlar, (…) o insanların çoğunun içinde yaşayan estetik duygusu sayesinde kendiliğinden oluşuyordu.”(2)

Eski İstanbul'un şehir görünümünü anlatan Gürsoy; camiyle ağacın, mescitle çatının, çeşmeyle ahşap evin, sarayla saat kulesinin birbirini tamamlamasını şiirsel berraklığıyla gösterir.

Turgut Cansever'in de defalarca ifade ettiğini Gürsoy da söylemiş. “Güzelliğin kaynağı imar planı değil; kendiliğinden oluşudur.”

İmar planı, rantın bölüşülmesindeki kavgayı minimuma indirir. Bu rantı mahalleli yiyemez, vakıflara da gitmez. Sonradan görme burjuvazi sınıfına gider.

İmar planının adında hayır yok. Sanki daha evvelinde imar yokmuş da, planlamayla birlikte gelmiş. İmar planı denen Batı güdümlü sadece matematiğe ve geometriye dayanan anlayış, mamur olan Osmanlı şehirlerini tarumar etti.

İmar planı, 500 senelik çınar ağacını kestirebilir ama kendiliğinden oluş çınar ağacına hayat verir.

Osmanlı, vakıflar medeniyetiydi. Kendiliğinden oluş; düzensizlik ve plansızlık demek değildir. İnsanın iradesini hiçe sayan teamüllerden ve yönetmeliklerden muaf olmak demektir. Vakıflar, teşkilatlar, idari kesim ve halk hep beraber katılımla imar planı oluşturur; iman ve aşkla imar ederdi.

Hangi imar planı, hangi sorunu çözmüş?

“Spekülatif yapı işlerinin imar planı tatbikatını imkansızlaştırmak yanında yapı yapmanın, mimariyi ve dolayısıyla şehirleri kültürel yönden soysuzlaştırması da önemle üzerinde durulması gereken bir konudur.” (3)

İmar planı; insansızlaştırma planıdır ve çirkini beğendirme arzusudur.

Hristiyan teolojisinde şeytanın, cennette bulunan Âdem ve Havva'ya memnu meyveyi yedirme çabası anlatılır. Memnu meyve yenir ve mahremiyet ortadan kalkar.

İmar planları da mahremiyeti ortadan kaldırmadı mı? Evimizin salonu, karşı apartmanın yatak odasına bakmıyor mu? Komşuluk hakları ihlâl edilmiyor mu? Bu soruların cevabı bellidir ve imar planı müşkilatının halledilmesi de İslam-Türk şehircilik anlayışımızda yatmaktadır.

Tevhid inancıyla daima bâki olan Allah yüceltilirken diğer yandan da insanın fani oluşu da her lahzada temaşa edilirdi. Mezarlıklar şehir içine yerleştirilmiş, ölüm ve yaşam iki tezat halde bir bütünlük oluşturmuş, insanın faniliği her zaman hatırlatılmış ve gayri ahlâkî hadiselerin “ahiret bilinci”yle önüne geçilmiş, “her fani ölümü tadacaktır” ihtarı hafızalarda her daim taze tutulmuş ve sosyolojik denge kurulmuştur.

Günümüzde mezarlıklar şehir alanından uzakta, şehrin en ücra yerinde, kuş uçmaz; kervan geçmez bölgesinde, insana Allah’ı hatırlatmaktan ziyade korku ve endişe veren mekânlar haline geldi. İnsanın fani oluşu unutturuldu, insan daima harcayan, popüler kültürün canhıraş köleliğini yapan, spot ışıklar altında çılgınca alışveriş yapan, AVM’lerin daimi ziyaretçisi halinde “gücü nispetinde Firavunca yaşayan” bir meta haline geldi.

Aynı evler, aynı boyalar, aynı yükseklikteki binalar, aynı sokaklar, aynı caddeler ve aynı hayatlar. Çağımız bir aynısallık üzerine kurulu robotlar gibidir.

İslâm şehirciliğine baktığımızda topoğrafyayla beraber hareket eden dağınık yerleşim, yapıların tekdüze olmayışı, dar yolların kenarlarında sıralanan cumbalı, oymalı birbirinden farklı cephelere sahip evler, sokağa, caddeye, bahçeye, avluya farklı açılardan bakan pencereler insan hayatına şahsiyet katarken, kültürel gelişimi de sağlıyordu. Bu denli değişkene sahip mimari yapıların kargaşa oluşturması beklenirken üslup ve form birliği içinde görülür.

Bahçe duvarlarını, ev kapılarını örten asmalar, yaseminler ve envai çiçekler Osmanlı şehirlerine tabiatın kattığı güzelliklerdir. Sokak başlarındaki çeşmeler, ahşap ile yeşilin ahenkli birlikteliği, dağınık ve dolambaçlı yollar, sokak mahremiyetini muhafaza eden çıkmaz sokaklar adeta cennet tasavvurunun iz düşümüdür.

Osmanlı Devleti’nde görev aldığı sırada yazdığı hatırat kitabında Moltke şunları söyler:

“Küçük dolambaçlı yollar iklime çok uygundur; geniş ve dümdüz caddelerde güneşe tahammül edilemezdi. Bu dar sokaklarda evlerin geniş saçakları hemen hemen birbirine değer ve aralarında kalan açıklık birkaç sırıkla birbirine bağlanır, bunların üzerine de asmalar yeşil, şeffaf bir dam kurar ve aralarında sayısız salkım sarkar.” (4)

Osmanlı şehirleri, mahalleleri ve evleriyle tezatsız bir bütünlük gösteren muazzam şehirleşme nizamıdır. Kümülatif birliğin, yekpare oluşu fani ve ebedi olanı bir araya getirir.

Tanzimat dönemiyle beraber Osmanlı’nın şehir ve mahallelerine Batılı yaşam tarzı nüfuz etmeye başlar. Mahalle ahalisi yavaş yavaş aidiyet duygusundan kopmaya başlar, mahallelerde keyfiyet ve kemmiyet bakımından değişiklikler baş gösterir. Alafranga yani Batılı yaşam tarzına öykünen mahalleliler evlerini ve bahçelerini satarak gösterişli apartmanlarda oturmaya başlarlar. Sosyolojik denge yıkılır, düzensiz iç göç olur, kültürel fakirleşme artar, gecekondular çoğalır, köyde ağayken; şehirde fabrika işçisi olur ve Batılılaşma uğruna soysuzlaşmaya katlanılır.

Doğu-Batı ikilemi ve gerginliği arasında “alafranga züppe tipi” peydahlanır. Cemaat normları içinde yetişen Osmanlı gençliği cemiyet kaidelerine ayak uyduramaz ve palyaço haline döner.

Batılı yaşam tarzı giderek baskılanır hale gelir. Şerif Mardin bu traji-komik hadiseyi şöyle özetler:

“Çevrene uy veya bir yabancı olarak sınıflandırılmaya razı ol.” (5)

Ahmet Mithat Efendi’nin “Felatun Bey ve Rakım Efendi” romanının kahramanı Felatun Bey karakteri yanlış Batılılaşma anlayışına duyulan tepkiyi dile getirirken; Recaizade Mahmut Ekrem “Araba Sevdası” romanında Bihruz Bey karakteri gösteriş meraklısı, Batılılaşma hayranı, konuşması sırasında araya yabancı kelimeler katar, yanında Fransızca dergi taşır, harcama meraklısı biridir.

İnsanların değişimi, toplumların değişmesini tetikler ve nihayetinde mimari ve şehircilik anlayışları da değişir. Tıpkı roman kahramanları gibi gülünç bir hâl meydana gelir.

Kaynakça

1- Turgut Cansever, Kubbeyi Yere Koymamak, Timaş Yayınları, s.239
2- Çelik Gülersoy, İstanbul Estetiği, Güzel Sanatlar Matbaası A.Ş., 1983, s.48
3- Turgut Cansever, Şehir ve Mimari, Ağaç Yayıncılık, 1992, s.124
4- Helmuth von Moltke, Moltke’nin Türkiye Mektupları, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1969, s.64
5- Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, İletişim Yay, İstanbul, 1994, s.43

Aylık Baran Dergisi 35. Sayı Ocak 2025