Anlaşılıyor ki, buhrana, bunalıma, çırpınışa yer yok bu caddede. Bunlar tozlu raflarda kalmış gibi duruyor zihinlerinde. Demek, hakikate yer olmayan yerde sahte baş tacı ediliyor. Böylece tabiileşen ve gerçekle sahtenin birbirinden ayırt edilemez durumu karşısında buranın insanı yapaylara ihtiyaç duyuyor. Eti bile yapay yemek istiyor. Yapay sevmek, yapay konuşmak, yapay yaşamak istiyor.

Bu cadde üst üste binmiş yürüyen ceset yığınlarıyla dolu. Hiçbirinin yüzünde çizgilerden eser yok. Her biri kendi dünyasında başkalarının kendilerine biçtiği hayatı yaşamak için koşuşturuyor. Hepsi bir boşlukta kaybolmuş gibi, her şeyden habersiz bir şekilde yürüyor. Hatta kendileri hakkında bir fikirleri de yok. Yani her an yoldan birini çevirip başka yöne gitmeye ikna edilebilirler. Veya onları inandıkları her ne ise, ondan anında vazgeçirebilirsiniz. Biri maviyi mi seviyor, ona kırmızıyı sevdirebilir, falan partiye oy veriyorsa filan partiye yönlendirebilir, falan kimseyi seviyorsa nefret ettirebilirsiniz. İşte, böyle bir caddeden yürüyoruz ya da böylesi bir dünyadan karşıya geçiyoruz. Yol dümdüz bir doğru olduğu hâlde herkes bir yerlere savruluyor. Herkes nereye savrulduğunu bilmemenin gafletine bırakmış kendisini.

Bu caddedeki insanların manzarasına göre zaman artık işlemez bir makine, tıpkı çarkı gibi kendisi de pas tutmuş. Bir kıymeti yok. Saate bakma ihtiyacı bir oyuncağa dönüşmüş. Donuk bakışlar altında bilmem kaçıncı kez görmedikleri rüyalarının ve uzun süredir kaybettikleri hayallerinin peşinde, hızlı hızlı yürüyor insanlar. Hatıraları diri tutacak bir hafızaları olmadığı için her şeye yeniden başlamış gibi konuşuyorlar. Çıkan seslerin hepsi çiğ kelimeler yığını. Kuru ve manasız. Canı çekilmiş. Kalpten geçmeyen sesler. Özünü ve kökünü kaybetmiş ve bin bir anlama gelen kavramlar. Duygu ve his yok. Kendilerini bilmemenin vermiş olduğu boşlukta her şeyi biliyormuş gibi yaşıyorlar.

Hepsi caddenin o yoğun sesine kapılanmış ve yılların alışılmışlığı içinde durgun. Tüm güzel sesleri örten bir ses hâkim... Bu ses her şeyin birbirine karışmasından ortaya çıkan bir uğultu. İnsan bağrışları, makine sesleri, klaksonlar, ayak sesleri, vapur düdükleri... Hepsi bir anlamın değil bilakis bir anlamsızlığın işareti gibi. Bir irinin yaradan çıkması gibi etrafa saçılmış vaziyette duran binalar. Hiçbir yere ait olmadığını anlatmaya çalışan dilsiz biçimler. Kaskatı kesilen bir köpek, çakmak yiyen martı, yüzünü telefonda unutan insan... Hepsi dünyada bir vakıa halinde bu caddeye sinmiş.

Ve bu kötü fırtınada hepsi yalnız. Çirkin bir şekilde giyilen bu yalnızlık tefekküre giden bir yalnızlık da değil, insana kendini unutturan, çağın absürt araçlarının kollarına bıraktıran cinsten... Çünkü yalnız kalmak ihtiyacını hissetmiyor bu insan. Kendisiyle bir an baş başa kalmak istemiyor. Tahammülü yok çünkü ne kendisini ne de başkasını dinlemeye. Hiçbir şeye katlanamıyor fakat pejmürde ve yavan bir hayatla ömür geçirmenin o bitmek bilmez pespaye haline vurgun. Böylesi sefil hayatı seviyor. Kimsenin kendilerine yön vermesini istemiyor, öğüde öğürerek bakıyor; fakat sürünün kendilerini boşluğa götürmesi gibi de belirsiz bir yokluğun pençesine teslim olmayı bir aidiyet sanıyor. Ömürleri bir komplekse kapılmış olarak geçiyor. Teselliyi bir yalana inanmanın verdiği rahatlıkta buluyorlar. Bu tatlı yalanın geçici huzuruna tutunarak kayboluyorlar. Halbuki bu caddenin insanı gerçeklikle sahteliğin arasında kendisini unutalı çok olmuş. Berraklığı yitmiş, hisleri alınmış, dokusu kaybolmuş, rengi ve tonu başkasının ellerinde belirlenir olmuş.

Omuzlarına düşen yaprağı fark etmiyor hiçbiri. Bu caddenin insanı sayfalarca bahardan bahsedip bir çiçeğe bile su vermemenin o amelsiz haliyle yaşamayı bir adet haline getirmiş. Köpeği okşuyor ama ölen bebeklere nefretle bakıyor. Bir ceylanın dereye inişi yok kimsede. Hiçbirinde gürül gürül akan bir ırmağın coşkusu yok. Şarkısı duyulmuyor ruhun. Derenin sesi, ağacın kokusu, tabiatın rengi, kelebeğin dokusu, yaprağın şekli ne akla geliyor ne kalbe siniyor.

İnsana dokunan ne kaldı ki geriye? Bundan değil midir ki başkalarından alınan ödünç bir hayatı yaşamanın o sıradan durumu, makineleşmiş haliyle bu caddedeki insanlara yüklenmiş. Bundandır belki de insana özgü bir hal ve tavrın olmaması. Bir, renginin ve tonunun belirlenememesi. Üzerine yüklenmiş verilerle ve kodlarla hareket eder gibi yaşamak mıdır hayat diye soranın olmaması... Bunun neticesinde ise aynılaşmanın getirdiği intibak, pörsümeye yol açmış hepsinde. Üzerlerine giydirilen bu sahte gömlek, bir başka verilerle değiştirilerek başka başka sahteliklere gebe oluyor.

Bu cadde çağın absürt araçlarına karşı yorgun düşmüş insanın birbiriyle kopmuş bağından müteşekkil. Hiçbiri hislenmiyor, hisleneni izliyor. Hiçbiri gülmüyor, güleni seyrediyor. Hiçbiri aksiyona geçmiyor, aksiyona geçilmesini bekliyor. Hiçbirinin gözünden yaş gelmiyor, gözyaşlarını izliyor. Daha da ilginci gerçeği izliyor fakat sahtenin verdiği teselliyi hakiki olanda bulamıyor. İdrakleri gerçeğin kuşatıcılığı altında put gibi apışıp kalıyor. Mesela gerçek hayatta mülteci bir çocuğun ölü bedeninin ekranlarda yer alması hiçbir şey ifade etmezken, bu caddenin insanı bir diziye kilitlenebiliyor, kendi sanal dünyasına sunulan trajik bir kurguya gözyaşı dökebiliyor.

Hayat mücadelesi veren, açlıkla boğuşan, türlü soykırıma maruz bırakılan ülkelerin durumu; bir adada aç bırakılan “Survivor” yarışmacılarının sahte acıları ve ödül için ettiği mücadele kadar dikkat çekici değil. Gerçek ile kurgunun birbirine karıştığı bu caddede kurgunun manyaklığında savruluyor hepsi.

Bu caddenin insanını sürekli zinde tutan fakat bir türlü şuuruyla buluşturmayan postmodern dünya, sekülerizm bataklığı içerisinde insanın duygularını, düşünce biçimini, seçimlerini, kararlarını zaptediyor, yönlendiriyor. O artık kendisi olamıyor. Yani insan sadece biliyor ama o bildiğini yaşamıyor. O bildiği bir yük halinde sırtında duruyor. Kabuk üstü yaşamayı seviyor bu yüzden sıkılmak istemiyor. Sıkılmanın doğuracağı eseri fark edemiyor. Istıraba tahammülü yok. Acıyı yük olarak görüyor. Ayrıca bu caddede kurgulanmış hız çağı, sıkılmak denen olguyu kabul etmiyor. Sıkılmanın güzelliğini fark ettirmiyor kimseye. Sıkılmayı bir hastalık olarak telakki ediyor ve ilaçlarla sıkılma hastalığını ortadan kaldıramıyorsa, başka araçları öne sürüyor. Mesela bu caddenin kullanışlı psikologları ruhî ıstırapları tespit ve bu tespitler neticesinde insanı, istidadı olduğu alana tahsis etmek görevini ihlal ediyor. Tamamen Freud'un peşine takılarak insanın başlıca tekamül vesilesi ruhî bunalımları bir hastalık olarak addediyor ve bunu cinsî arzularını tatmin aracı olarak görüyor. Veya ruhlardan gelen çığlıklara ilaç tıkayarak insana has duyguları köreltiyor. Haliyle bu caddenin insanı artık kendi içinden gelen çığlıklara da sağır. Çünkü onun duymasına imkân tanıyacak her şey elinin altından ve gözünün önünden çekilip alındı. Betonlarla çevrili manzarasında tabiat ona izlettirilmiyor. Bilgi ona hazmettirilmiyor. Yiyecek ona tattırılmıyor. Her şey çok hızlı ve manasından kopuk paket yaşamlar sunuluyor. Her gün tonlarca haber yığınları altında gerçeğin üstü örtülüyor. Daha doğrusu ortada olmayan bir gerçek sürekli sahtelerle yer değiştiriyor.

Belki de bu sebepten okumayı bıraktı bu caddenin insanı. Çünkü gerçeklerle karşılaşmak istemiyor. Belki de bir yalana teslim olmanın verdiği hazzı kendilerini parçalayacak bir gerçekle değişmek istemiyor. Belki de bu sebepten yüzünü unuttu telefonda. Müessirin bir infilâk halinde verdiği eser şimdi neden tutuştursun ki ruhları? Ruh ise tamamen içgüdülere teslim edilmiş, adeta esir.

Bu caddede insanlar, başkalarının dünyevi araçlara gömülmüş hayatlarına hayran olmak ve özenmekle geçiriyor ömürlerini. Her şeyin birbirine benzediği bir iklimde farklı hiçbir şey dikkatleri çekmiyor bu yüzden. Aslında farklı olan bir şey de yok. Şuurları harekete geçirebilecek hiçbir şey kalmadı. Aynı filme ve müziğe inanmanın verdiği rahatlığı hiçbir yeniliğe bırakmak istemiyor konforundan ödün vermeyen insan. Aynı yalanı duymayı, gerçeğin ıstırap verici haline değişmek istemiyor. Bir silsile halinde inandıkça kaypaklaşıyor yaslandıkları.

İnanmak... Bu asil kelimenin kulaklara tedai ettirdiği bıkkınlığı fark etmiş olacaklar ki ondan sürekli kaçıyorlar. Herkesin dilinde ama ruhuna yabancı olan bu kelime artık inanmamaya yeminli olanların yine inanmamaya inanmışların silahı. Kimse hiçbir şeye inanmıyor. İnanmış gibi yapıyor. İnanmak burada gökyüzüne çekilmiş.

Anlaşılıyor ki, buhrana, bunalıma, çırpınışa yer yok bu caddede. Bunlar tozlu raflarda kalmış gibi duruyor zihinlerinde. Demek, hakikate yer olmayan yerde sahte baş tacı ediliyor. Böylece tabiileşen ve gerçekle sahtenin birbirinden ayırt edilemez durumu karşısında buranın insanı yapaylara ihtiyaç duyuyor. Eti bile yapay yemek istiyor. Yapay sevmek, yapay konuşmak, yapay yaşamak istiyor.

Mesela antidepresan ilaçlar, ruhî ıstıraplarından kaçan bu caddenin insanı için üretilmiş. Ruhun gıdasını zehirleyen bu ilaçlar insanı hakikate dair uyuşturmaktan öte gitmiyor. Hafakanlar basmış bu insanı anında ilaçlarla "tedavi" ederek hasta ediyorlar. Çileye talip olan yok. Burada ızdırap müzenin vitrininde arzı endam ediyor. Beklemek ve sıkılmak bir hastalık gibi görülüyor. Sıkılmamak için her türlü araç mevcut. Bu araçlar insanın aklını ve idrakini esir alıyor.

İnsanı diğer varlıklardan ayıran en önemli özelliği sürekli bir arayış içinde olması. Bu arayış ona varoluşsal sorular sorduruyor, iç huzurunu kaçırıyor, onu bunalıma sürüklüyor. Batı dünyası bu durumu bir hastalık olarak görüp çözmeye çalışırken, aslında insanın özündeki bu arayış duygusunu görmezden geliyor. Sürekli tüketmeye, eğlenmeye yönlendirilen bu caddenin modern insanı, bu boşluğu doldurmaya çalışırken daha da kayboluyor.

Bütün bunların nihayetinde ruhî boşluk yaşanıyor. Ekmek ve su gibi ihtiyaç duyulan bu şeyin yokluğu insanı çıldırma noktasına götürüyor. Kendi ait olduğu yeri arıyor, kimliğini arıyor. Köklerine dönmesi gerektiğini bilmiyor. Hangi köklere ve ne şekilde döneceğini ise hiç bilmiyor.

Toplumu ayakta tutan teamüller git gide zayıfladığı ve onları tazeleyecek bir ahlâk oluşmadığı için ferdi bir arada tutan işbu değerler yerle yeksan olurken, bu caddenin insanı da şahsiyetleşemiyor. Çünkü bir kimlik oluşturamıyor. Elbette ferdileşmenin, kişinin içtimai rollerden ve kolektif kimliklerden bağımsız bir şekilde kendine özgü bir benlik inşa etmesi gerektiğini savunan Custav Jung'un ferdiyetçilik kavramına baktığı gibi ilerlemiyor mevcut durum. Her şeyden kopuk ve iyi doğru ve güzel gayesi gütmeyen bir anlayışla insanın bireyselleşmesi, kendi çıkarları ve benliği için yaşayan, insanı insan yapan merhamet, vicdan, sevgi, haysiyet gibi kavramlara uzak bir hayat tarzı peydah oluyor. Hiç birbirine kaynamayan, birbirine en ufak noktada dahi benzemeyen fertlerin yeni bir şey söylemediği muhakkak. Sosyal normlardan ve gelenekten bağımsız olanlar ister istemez bu seküler caddenin içinde buluyor kendini. Daha doğrusu orada kayboluyor.

Evladını vurduktan sonra intihar eden anne; sokak ortasında çocuğunun yanında vurulan baba, yüklü miktarda para kaybedip hayatın bir anda anlamsız olduğunu sanıp intihar eden adam… Bunlar bu caddede izlediğimiz manzara. Varoluşlarını bir türlü bulamamanın verdiği başıboşluk ya da bilinmeyen bir sızı, insana yakışmayan şeyler yaptırıyor. Ya da bu insanlar için tutunacak bir dal gerçekten yok?

Büyük bir yalana mahkûm edilen bu cadde, bir sarmalın içinde yitip gidiyor. İnsanı sanal prangalara mahkûm eden, her şeyin içinin boşaltıldığı bu caddede insanımızı ve toplumumuzu, daha sonra da dünyayı yeniden dizayn edecek, insana yaşanmaya değer hayatı sunabilecek bir anlayış gerekiyor. Ama insicamı bozulmuş hayatın bu dengesizliğine daha fazla dayanamayan gerçek insanlar, normal kalabilmek uğruna ölümün hakiki kıyısına bırakıyor kendisini. Olmak ya da ölmek. Başka yol yok çünkü.

Aylık Baran Dergisi 30. Sayı, Ağustos 2024