Oleg Grabar, İslâm sanatı çalışmalarını yalnızca arkeolojik verilerden ve Batılı kaynaklardan yapmamıştır. Kitaplarından anlaşılacağı üzere klasik İslâmî eserler, seyahâtnameler, destanlar okuyup, el yazmaları ve vesikalardan faydalanmıştır.

Ebü’l-Velîd el-Ezrakî’nin (ö. 250/864 [?]) “Ahbâru Mekke”sini okuyup, teferruatlı izahlar getirmiştir. Muhyiddin-i İbn Arabi Hazretleri’nin mukaddes mekânı ve haccı kozmolojik tahayyüle dönüştürmesinden büyük bir hayretle bahseder. Yeryüzünün kendisi bir mekân ve mâhlûkattır. Her mahlûk da Yaratıcısını hamd eder. Arabi’nin mekân kozmolojisi de bu anlayıştan gelir.

“Ezrakî’nin dokuzuncu yüzyılın ortalarındaki çalışması sadece Mekke üzerine yazılmış günümüze kalan en eski kitap değildir, ayrıca tek bir şehre adanmış bir kitabın en eski örneğidir.”(s.99)

Esas itibariyle Ezrakî’nin eseri yapı ve yapılar kitabı olma özelliğini taşır. Ezrakî’nin kitabını Grabar dört bölüme ayırır. Birinci bölümünü Kabe’nin inşasından 6. yy da Yemenlilerin yıkma teşebbüsüne kadarki dönem; ikinci bölüm kutsal yerlerin karakteristik, kronolojik ve günlük kullanım alanlarıyla beraber Kureyşlilerin yeniden inşasından Ezrakî’ye kadar olan dönem; üçüncüsü Mescid-i Haram’ı çevreleyen ve Müslüman hamilerin yaptığı açık alan; dördüncüsü ise şehrin yaşam alanlarını anlatır.*

Grabar, kutsal mekân ve çevresinde yapılan değişiklikleri Ahbâru Mekke’ye dayanarak beş kısımda tahlil eder.

Birincisi; Hulefa-i Raşidin devrinde Hz. Ömer ve Hz. Osman zamanında Kabe’ye ve hemen etrafındaki mukaddes mekânlara bitişik olan evler satın alınarak yıkılmıştır. Halifeler burada örnek teşkil edecek davranışlarda bulunmuştur. Ev sahiplerine “derhal buradan çıkın, kutsal mekânımızı çirkin gösteriyorsunuz, bütün evler yıkılacak” denilmemiş. Ücreti mukâbil tahsil edilerek yıkımlar gerçekleşmiştir.

İkincisi; 680-692 yıllarında Mekke’yi yönetmiş olan İbn Zubeyr, kutsal mekânın çevresinde bulunan evleri satın alıp, kutsal mekânı genişletmiştir. Mekân genişletme işleri yapılırken, var olan güzellik tahrif edilmemiş, tâli güzellikler eklenmiştir.

Üçüncüsü; Emeviler devrinde Abdülmelik b. Mervân ve Velîd b. Abdilmelik döneminde güzelleştirme faaliyetleri titizlikle devam etmiş. Dış duvarlar yükseltilmiş, ahşap tavanlı revaka sahip kapalı bir alan inşa edilmiş ve destek ayaklarının payanda veya sütunların baş kısımları yaldızlanmış.

Dördüncüsü; Halife Me’mûn zamanında 754-758 yılları arasında geniş çaplı imar programı sipariş edilmiş. Altın zemin üzerine bir kapı inşa edilip üzerine kitabe yapılmıştır. Kitabe de şu ayet yer alır: “İnsanlar için yapılmış olan ilk ev, Mekke’de ki evdir” (Ali İmran, 96. Ayet) Tezyinat çalışmaları arttırılmış ve bir minare eklenmiş.

Beşincisi; Halife El Mehdi (775-785) devrinde yapılan imar faaliyetlerini büyük bir teferruatla anlatan Ezrakî sayesinde rekonstrüksiyon projesi bile çizilebilir. Kapılar, tonozlu kemerler, açık alanlar hepsi detaylıca izah edilmiş.

Ezrakî’den sonra “İslâm Mimarisinin İkonografisi” makalesine geçiş yapar. Bu makalesinde “Kubbetu’s Sahra” ve “Tac Mahal”ı merkeze alarak ikonografik anlam arayışı içine girer. Kubbetu’s Sahra’nın yapımı MS 691 yılında tamamlanırken, Tac Mahal 1654 yılında tamamlanır. Neredeyse 950 yıllık arada ikonografinin izlerini arar.

Grabar, Kubbetu’s Sahra’nın niçin inşa edildiğini şöyle izah eder: “Yeni Vahiy’e göre eski Yahudi Tapınağı’nın yerini almak ve şehrin Hıristiyan nüfusuna galip gelen dinin İslâm olduğunu göstermek için inşa edilmişti.”(s.113)

Kubbetu’s Sahra ve Tac Mahal hakkında bir dizi soru sorup, cevapsız bırakan Grabar, amacını ileriye dönük entelektüel çalışma olduğu şeklinde açıklar.

İslâm sanatında sembollerin oluşumu Batı dünyasına göre farklıdır. İslâm’da manasıyla beraber bir yapı veya yapı elemanı sembol olurken, Batı mimarisinde yapı olduğu gibi semboldür. Mesela kilise kuleleri yapı birimi olarak sembol değeri taşırken, İslâm mimarisinde minareler, yüklendiği mana itibariyle sembolleşir ve Müslümanları namaza davet eder. Grabar bu inceliği fark etmiş ve defalarca vurgulamıştır. Minareler ile mukarnasları mukayese edip şu sonuca varmıştır:

“Mukarnasın minarede olmayan iki özelliği vardır: Tamamıyla bir Müslüman icadıdır, 13. ve 17. yüzyıllardaki Ermeniler dışında gayrimüslimler tarafından hiç kopyalanmamış ve sadece camilerde değil neredeyse her türlü İslâmî anıtta kullanılmıştır:”(s.116)

Mimar Cevat Ülger’de mukarnasın Müslümanlara has bir tezyinat ve teknik işlem olduğunu ve Selçuklu-Osmanlı mimarlığını, Batı mimarlığından ayıran en önemli fark olduğunu ifade etmiştir.

Mukarnaslar adeta ümmetin birliğini ve ontolojik varlığını simgeler. İzleyeni derin bir tefekkür buuduna sevk eder. İslâm mimarisinde mücerret ikonografik mananın en çok yoğunlaştığı yapı birimi mukarnaslardır.

“Mukarnasın, Farabi’nin ve Müslüman dünyasının ilk büyük matematik okulunun döneminde ortaya çıkması muhtemelen tesadüf değildi.”(s.128)

Mukarnastaki geometrik muntazamlık, çok küçük açılarla içlerinde oluşturduğu ahenk ve yapıda yumuşak ve estetik geçişi sağlaması üstün matematik dehasını da gerektirirdi. Bu yüzden matematik okullarına denk gelmiş olabilir.

Mukarnaslar aracılığıyla ikonografik formların maddeselliğini kabul etmeyen mimari form, en derin manasıyla ilahi hakikatlerin tasdik edilmesidir. Her şey fani, yalnıza O baki. Mahlûkât eliyle yaratılan her şey önemsiz, sadece onun verdiği mesaj ve göstermek istediği hakikat Allah’tan geldiği için değerlidir.

Mukarnaslar, İslâm tefekkür geleneğinin yapısal olarak metaforudur. Her mukarnas münferit bir mana taşır.

Batı mimarisinde olduğu gibi anlam karışıklıklarının mimariye yansımasını ikonografi olarak değil, ikonoforik olarak değerlendirir. Yani anlam ve yapının uyuşmazlık içindedir.

Belirli mimari türlere iliştirilen manaları iki örnek üzerinden inceler.

Birincisi; 16. yy’da klasik formlarını kazanan Osmanlı camilerini ele alır. Merkezi ana kubbe, onu destekleyen yarım kubbeler, revaklı bir avlu, ince minareler, harim alanındaki fil ayakları gibi ana yapı elemanları ve yardımcı diğer unsurlarla klasik cami mimarisi tarif edilebilir. Bu mantık İstanbul, Balkanlar, Cezayir, Suriye ve Kahire’de görülürken Fas, İran, Hindistan ve Orta Asya’da görülmez. Grabar bunu Osmanlı’nın tam manasıyla hâkim olmasına bağlar. Çünkü bu klasik form imparatorluğun simgesi haline gelmiştir. Klasik formların sayılan yerlerde tam anlamıyla hâkim olmamasının nedeni medeniyetle alakalıdır. Hint ve Fars gibi bin yılı aşkın kadim medeniyetlerde hakimiyet kurulamaz. Çünkü o medeniyet anlayışı, halkıyla meczolmuştur.

İkincisiyse; “Yedinci ve sekizinci yüzyıllarda İslâmîyet’in merkezi topraklarında hipostil cami olarak bilinen, tek desteklerin çokluğuna dayalı bir cami türü gelişmiştir. Bu tür hem erken dönem Müslüman cemaatinin karakterine hizmet etmiş hem de onları yansıtmış.”(s.120)

Hipostil cami anlayışı Selçuklu mimarisinde yaygın bir biçimde görülür. Ulu camilere baktığımızda harim alanı sütunlarla sıkça sekteye uğramıştır. Mekân bir bütünlük arz etmemektedir. Teknik olarak o dönem tonlarca ağırlıktaki kubbeyi taşımanın başka da bir yolu yoktu.

Hipostil camiler zaman içerisinde Arap coğrafyasının mimari karakteristiği hale geldi. Hipostil cami formunun çok yaygın olmasını Grabar şöyle değerlendirir:

“En önemli kültürel hedefin bir devletin yayılması değil; İslâm’ın güçlendirilmesi olduğu durumlarda ve yerlerde hipostil camii, imanın mevcudiyetinin en kolay ifade edilebileceği mimari biçimi sunmuştur.”(s.121)

Grabar nokta atışı tespitte bulunmuştur. Çünkü hipostil cami formu Müslümanların ortak hafızasında işlenmiştir. Teknik açıdan da klasik formdan oldukça basittir.

Basit ve yerel olan bulunduğu muhitin kültürünü geliştirip, evrensel olan medeniyetin gelişmesine de yardımcı olur.

Minarelere yüklenen güç, azamet, zenginlik ve İslâmîyet’in mevcudiyeti gibi hakimiyet kurmaya yönelik manalar klasik formda belirgin hale gelmiştir. Tezkiretû’l Bünyân’da Mimar Sinan, Edirne Selimiye Camii’nin minarelerini anlatırken Ayasofya minarelerinden daha ince ve daha uzun inşa ettiğini söyler. Çünkü Sinan her sahada küfrü yenmek arzusundadır. İlk dönemde minarelerin görevi müminleri namaza davet etmek ve bir cami bulunduğunu uzaktaki Müslümana bildirmekti.

Minarelerin İslâm’da zaferin ve gücün ifadesi olarak da kullanıldığını söyleyen Grabar, Zeytin Dağı’ndaki Ortodoksluğun varlığını gösteren Rus kuleler veya Protestanlık ve Katolikler arasındaki rekabeti gösteren kulelerin farklı anlamlar taşıdığını ifade eder.

Minarelerin asli vazifesinin dünya hâkimiyetini göstermek değil Kur’an’ın biricik ve tek hakikatlerini olduğu gibi yaymaktır. Yani mimariden daha önemlisi verdiği mesajdır. İslâm mimarisinin yegâne gayesi de budur. Grabar’ın ifadeleri şerh edilirse şöyle denilebilir. Kur’an ayetlerine ters düşülmediği sürece ikonografiden bahsedilebilir ve bu ikonografide zamansaldır. İnşa edildiği dönemle kayıtlıdır.

Grabar günümüzde inşa edilen minareleri İslâmî bulmamaktadır. Çünkü artık minarelerin boylarını apartmanlar, gökdelenler, ofisler ve diğer yapılar geçmektedir. Bir müsteşriğin kavradığı hakikati, Müslüman mimar ve mühendisler kavrayamadı veya kavradı fakat piyasa buna müsaade etmedi.

Minareler, Müslümanları işlev ve biçim açısından da tatmin ediyordu. Fakat son yüzyılda işlevin yerine hoparlörler; biçimin yerini apartman ve gökdelenler aldı. Biçimsiz ve işlevsiz minare ne ölçüde İslâmî sayılabilir?

Devam edecek…

* Peygamber Efendimiz’den bu yana Mekke’de inşa edilmiş evlerin kullanım amaçlarını, mimari tipolojisinin değişimini, ticaret hayatını, Müslüman ve gayri müslim seyyahların anlatısından Mekke evleri hakkında geniş bilgiler almak için “Nihal-Bülent Uluengin tarafından çıkarılan ‘Geleneksel Mekke Evleri’” eserini inceleyiniz. 

*Oleg Grabar, İslâm Sanatı Çalışmalarının İnşası 1, Albaraka Yayınları, 2. Baskı, çev: Defne Karakaya

Aylık Baran Dergisi 34. Sayı, Aralık 2024