Her tanışmanın o kişiyi “tanıma” mânâsına gelmediği gibi, bir kişinin davasını ve mânasını bilmek, onu fizikî tanımaktan daha önemlidir. Üstad’ın ve Kumandan’ın da işaret ettiği üzere, “Adam tanımak, surat tanımak değildir.” Bu kısa hatırlatmayı şunun için yapıyorum ki, benim için Kumandan Mirzabeyoğlu’nu fiziken tanıma ile ruhen tanıma diye aralarında bir sene de olsa iki ayrı safha olduğudur.
1975 yılında başlayan üniversite hayatımda siyasî atmosfer yüksek idi. 1975’de GÖLGE dergisinin çıkışından habersiz, ancak onun militan çizgisinden etkilenmiş olarak oturduğum bölgede gençleri teşkilatlandırıp kendinden zuhur halinde eylemlere geçiyor ve “akıncı” ismini kullanıyorduk. O zamanlar İslâmcı gençlikte bir uyanış söz konusu olup rejimin onlara reva gördüğü ikinci sınıf insan (gerici) muamelesini reddediyor ve meydan yerinde söz sahibi olmak istiyordu. Ülkücü-komünist kamplaşmasında ise birinin yedeğine girmek istemeyip kendi isim ve mânâsıyla zuhur etmenin yollarını arıyor idi. O zaman mukaddesatçı gençlik için Necip Fazıl, İslâmcı mücadelenin yolunu açan “Üstad” olup Erbakan Hoca ise MSP ile siyasî bir önderlik sunuyor idi. Mukaddesatçı gençliğin bir zuhuru olarak İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsündeki boykotların asıl mânası da rejim tarafından kendisine biçilen pasifizm gömleğini yırtması idi. Gölge kadrosu ile birlikte bu boykotların her safhasında aktif olarak bulundum. Yurt sathına da yayılan İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü boykotları ve ondan doğan eylemlere birlikte liderlik ettiğim arkadaşım Hüsnü Kılıç GÖLGE kadrosundan idi ve benim Salih Mirzabeyoğlu ile tanışmama vesile olmuş idi. Kısaca hikâyesi şöyle:
1977 Temmuz-Ağustos aylarında Cağaloğlu’nda Üretmen Han’ın bitişiğindeki apartmanın ikinci katında Salih Mirzabeyoğlu ile tanıştım. GÖLGE kadrosundan olup boykotlarda aktif rol alan arkadaşlarım Kaya Balaban ve Hüsnü Kılıç’tan boykotlar hakkında devamlı bilgi alan Mirzabeyoğlu bu vesileyle benim de ismimi duymuş ve hepimizi kastederek “Gelsinler, görüşelim.” demişti. Geniş bir holde karşılıklı sandalyelerde oturduk. Ben heyecanlı olarak boykotlardan bahsediyor, uğradığımız zulümleri anlatıyor, fiilî destek talep ediyordum. Kumandan ise köşesinde anlattıklarımı dikkatle dinliyor idi. Onun daha sonraki eylemlerinden ortaya çıkan şu ki, intikam hesapları yapıyor imiş. Buluştuğumuz mekân Yeni Devir gazetesinin bürosu olup Yalçın Turgut Balaban Yeni Devir’i yayınla hazırlayan kadroda idi ve Kumandan sık sık oraya uğruyordu. Yalçın Turgut ve bazı arkadaşlar karşılıklı sandalyelerde yer almış idi. Kumandan’ın ardımızdan, “Elhamdulillah bu iş tutuyor, ateş gibi çocuklar!” dediğini ise 44 yıl sonra Yalçın Turgut’tan öğreniyorum. Kumandan gidişattan memnun idi ve boykotlar vesilesiyle Akıncı gençliğin zuhurunu “Hareketin gün ışığına çıktığı, derli toplu eylemler.” olarak değerlendirdiğini de yine daha sonra Yalçın Turgut’tan öğrendim. Tabiî ki Yüksek İslâm boykotları dahil olmak üzere Akıncı eylemlerinde İdeolocya ve İhtilâl ilişkileri olarak kendisine fikrî ve fiilî olarak çok şey borçluyum. Bütün gençliği cezbeden Mirzabeyoğlu’nun sağlam ilkeleri, kuvvetli bir ahlâkî yapısı, suların akışı gibi destansı yürüyüşü olup onun şahsiyetinde ve fikriyatında ahlâk davası en başta gelir. O, yaşadığı gibi yazan yazdığı gibi yaşayan fikir ile eylemi mezceden aksiyon sanatkârı idi.
Ben Kumandan’ı fiziken tanıdım ve onun öncü rolünü bildim, ancak mânâsının ve davasının içine henüz girmiş değildim. Üstad’ı da daha önce biliyor, konferanslarına gidiyor, ancak fikrî derinlik tarafını bilmiyordum. Mâlûm, “Halkın aklı gözündedir.” derler, o hesap. O zamanlar arkadaşım olan Kaya ve Hüsnü’den Gölge dergisinin eski sayılarını alıyor, ancak sadece mâlûmatım oluyor idi. Derken 1978 Nisanında Gölge II. dönem yayına başladı. Daha katılımcı olmam için Kumandan beni Gölge dergisinde idare müdürü olarak görevlendirdi. Ancak ben yine sadece eylemlere bakıp Kumandan’ın fikrî yönüne nüfuz etmiyor idim. Bir gün Kumandan, Divanyolu Caddesi Over Han birinci katta olan Gölge dergisinde arka odaya beni çağırdı ve bilenler bilir, şimşek çakan gözleriyle davanın ne olduğunu anlattı. Bende olan oldu, idrak ve teslimiyet o anda oluştu. İçime BD-İBDA ateşini düşüren o zata ne kadar teşekkür etsem azdır. Hayatıma anlam ve bereket kattı. Müsbet ne yapmış isem Kumandan’dan aldığım paya borçluyum. Siyasî duruş, ahlâkî duruş, estetik duruş yanında, iştigal saham olan dinî ilimlerde de onun tefekkürî yönlendirmesi (İBDA fikriyatı) altın değerinde idi. Hele hele Üstad’ı nasıl seveceğimizi, Büyük Doğu fikriyatının ne mânâya geldiğini Salih Mirzabeyoğlu’ndan öğrendik. Salih Mirzabeyoğlu bize sadece kendini lanse etse, onun fikrî, ilmî, ahlâkî vs. çapı kendisine inanmamız için yeterli idi. Ancak o hiçbir zaman bencil davranmadı, bize Üstad’ı anlattı, açıkladı, hakikatini meydan yerine dikti. Üstad’ı gerçekten seven bir ferdin Salih Mirzabeyoğlu’nu sevmemesi, ondan istifade etmemesi düşünülemez. Ancak sevgi saf olacak, ön yargılar, kaprisler karışmayacak. Salih Mirzabeyoğlu’nun Üstad sevgisinden öte Allah ve Resûlü sevgisi saf, temiz ve pazarlıksız idi, Üstad’ı da bunun için seviyordu zaten. Onda hiçbir bencillik edası yok idi, 7/24 davasıyla oturup davasıyla kalkan bir imân ve aşk adamı idi. Onu yakînen tanıyan Mevlüt Koç ağabeyin tesbitiyle, “O, bir imân şövalyesi idi.”
Onunla tanışan birçok kişi gibi onun efendiliğinden merhametine kadar birçok anıya sahibim. Benim için onunla birlikte geçen zamanlar en derin ve en cazibeli anlardır. Mirzabeyoğlu’dan bir imân cazibesi vardı, onunla gezerken, yürürken, sohbet ederken insan bir başka havaya giriyor, sahici insan olmanın tadına varıyor idi. Böyle insanlardır ki, hayata, hayatın hakikati olan ruhî hayata can katan, insanı nebatî hayatın üstüne taşıyarak iman ve cihad duygularının tutuşturduğu bir ruh strasforuna ulaştıran şahsiyetlerdir. Kumandan’la yapılan arkadaşlığın ruh lezzeti dünya lezzetlerinin hiçbirine benzemez. Biri fanî, diğeri bâkî iki farklı şeyler bunlar. Bu çeşit manevî lezzetin ancak sahici bir dostluk ve cihad yolunda oluşacağını da hatırlatmak isterim. Tıpkı Allah Resûlü’nün etrafında pervaneler olan sahabîlerin hepsinin “silahlı peygamber”in tabiri caizse “iman şövalyeleri” oluşu gibi. Mirzabeyoğlu’nun soyu da büyük isimlere dayanıyor, ancak onda hiçbir zaman böyle bir tavır yoktu ve ben onu tanıdıktan 20-25 yıl sonra o da üçüncü şahıslardan bunu öğrendim. Benim için Kumandan, Kumandan idi. Bu yeterliydi. Onun ihlas ve samimiyeti en büyük sermayesiydi. İslâm söz konusu oldu mu, kor bir alev gibi olur, tutulamazdı. Bunun Allah vergisi olduğunu ve Kumandan’ın başka türlü olamayacağını da belirteyim.
Mirzabeyoğlu’nun ardından iki tabloya yer vermek istiyorum:
Birincisi: Mirzabeyoğlu’nun cenaze aracı ile Fatih Fevzipaşa Caddesinde arkamızda konvoy yavaşça seyrederken, iki yol arasındaki kaldırımlarda durup derin bir saygı ve teessür içinde Mirzabeyoğlu’na dua eden halk yığınları bulunuyordu. Bu insan gruplarından, yanında iki kişi daha olan orta yaşlı bir erkek bilhassa dikkatimi çekti. Duruşundan ve tepkisinden cenazenin Salih Mirzabeyoğlu’na ait olduğunu hissettiğim bu kişinin şahsında bir milletin Salih Mirzabeyoğlu’na ağlamasını gördüm ve bir an cenaze aracını durdurup bu anı fotoğraflamak bile istedim. Ancak bunun cenazeye saygı açısından uygun olamayacağını düşünerek vazgeçtim. O tablo hafızamda canlıdır ve milleti temsil eder nitelikte gördüğüm o kişi ile ben hâlâ ağlamaktayım!
İkincisi: Önce bir giriş yapıp sonra hadiseyi nakledeceğim. Sağ-sol çatışması diye eleştirilse bile, siyasî şuur kazanmaya elverişli olan böyle bir ortamın doğurduğu Gölge ve Akıncı Güç’ün öncü ve aktif tavırlarının yol göstermesiyle, İslâmcı gençliğin tohumları o dönemlerde atılmıştır. İslâmcı hareketi temellendiren, hedeflendiren, istikametlendiren BD-İBDA’dır.
Mirzabeyoğlu’nun insanî yönünün çok kuvvetli olduğunu, dünyanın diğer ucundaki mazlumun ahıyla dertlendiğini, onda Hz. Ebubekir’in merhamet mizacı bulunduğunu ve aksiyonun da merhametindeki yücelikten doğduğunu belirteyim. Merhametin ağlanmak ve sızlanmak demek olmadığını ve “İslâm’ın kılıcının bizzat merhamet olduğunu” da ilave edeyim. Anlatacağım hikâye bizzat benim şahid olmadığım, ancak ortamını bizzat yaşadığım, Yalçın Turgut’un Mayıs 2021 Aylık dergisindeki mülakatında geçen husustur. Orada geçen tablo şöyle:
Büyük Doğu Yayınlarında Akıncı Güç dergileri üzerindeki gözü yaşlı Gölge posterini gören Necip Fazıl, Yalçın Turgut’tan o posterdeki şiiri okumasını ister:
sen Eritre’desin çocuk
sen Moro’da
sen yıllarca zulmedilensin
Türkistan’da, Azerbaycan’da, Kırım’da
kan denizinde boğulansın Orta Doğu’da
terkedilensin Trakya’da
mahzunsun Kosova’da
(…)
-“çığlık içimde düğüm
çığlık gözümde yaş”
bekle çocuğum
yeni bir dünya için
verdiğim savaş
Şiirin tamamını derin bir sükût içinde dinleyen Üstad, gözleri dolarak Yalçın Turgut’a sorar, “Salih’in mi bunlar?” “Evet” cevabını alınca da “müthiş” diye derin hissiyatını tek kelimenin içine sığdırır.
İki yüce ruhlu insandan bahsediyoruz ve onlar birbirlerinin dilini en iyi anlayanlardır. Her iki büyüğün vefat yıldönümü vesilesiyle şunu hatırlatmak isterim ki, duygusunu yitiren, Müslümanların dertleriyle dertlenmeyen ve bunun ıztırabını çekmeye talip olmayan katır ruhlulardan velev ki “gönüldaş” görünümünde olsun uzak durun! Zira duygusuz insanlarla İslâm devrimi olmaz, devrim olsa bile İslâm medeniyeti doğmaz!
Baran Dergisi 748. Sayı
15.05.2021