Sanayii kapitalizminden bu yana karşılaşılan önemli meselelerden biri de gelir eşitsizliğidir. Buna ilave ve birbirini besleyen olarak yoksulluğu da sayabiliriz. Küreselleşmeyle birlikte gelir eşitsizliğinde artış olduğunu bilim adamları da tesbit ediyor. Endüstriyel piyasa toplumlarında ruhî tutarsızlıklar ise daha büyük ve korkunç boyutlarda. Ayrıca yüksek oranda suç ve şiddet, aile yıkımları, ırkçılık ve yabancı düşmanlığı, madde kullanımı ve intihar, asosyallik ve depresyon, gençler arasında yabancılaşmayı vesair Batılı kaynaklarda da kabul edilen hususlardır.

“İktisadî Adamın Sonu” diyebileceğimiz bu tabloda yanlış olan sebebtedir, işin temelindedir. Fakat Batı sorunu kabul etse bile “ürün” ve “kâr” odaklı pragmatist ve kapitalist sistemi değiştirmeye cesaret edemez; hele de alternatif olarak İslâm’ın hayat görüşü yükselişteyken. Batı her zaman yaptığı gibi temel zihniyet aynı kalmak şartıyla modellerde değişiklik yapmayı tercih edecek: başına “neo-yeni” kelimesini ekleyerek, eski gelini süsleyecek.

Bu meyanda Salih Mirzabeyoğlu’nun “İstikbal İslamındır” eserinden şu alıntıyı yapmak istiyoruz:
“Amerikalı âlim, Müslüman olduktan sonra Meryem adını alan hanım, şöyle diyor:
-Batı medeniyetinin kötülüğü tesadüfî değildir yahut ASIL PRENSİPLERİNE göre yaşamakta kusur eden sırf BEŞER ZAAFINDAN DA ileri gelmiş değildir. Eksik olan, bizzat ASIL PRENSİPLERİDİR. Batı medeniyeti teoride de pratikte de kötüdür!”

Evet, Batı medeniyetinin insan tanımı sakat. Bu sakatlık ekonomi vs. her şeye yansıyor. Adam Smith’in “iktisadî birey” tanımının sakatlığını birçok bunalımdan sonra kabul eden Batı, yine kendi sakat anlayışından (temelde materyalist ve pragmatist) mülhem alternatif insan modelleri üretiyor. Kurumsal, iktisadî adam, sosyal iktisadî adam, insancıl iktisadî adam gibi. Yine insanı bütünüyle kucaklayamayan modeller. Tüme varımın zafiyetiyle malûl model denemeleri de diyebiliriz.

Her ne kadar bu teoriler işin aslını veriyorsa da, biraz pratiğe geçelim. Malum bizde de Batı kapitalizmi cari. Karma ekonomi dense bile, Batı tarzı serbest piyasa ekonomisi etkin. Çünkü Batılılaşma gereği hukukundan eğitime, sanayileşme yönteminden tüketim alışkanlıklarına kadar Batıdan kopya bir sistem var. Birçok revizyona rağmen bize özgü bir sistem yok.

Serbest piyasa deniyor, mutlu bir azınlık pastanın ekserisini alıyor, çoğunluk ise geçim derdinde didiniyor. Bu şuna benziyor; elli kiloluk güreşçi ile yüz kiloluk güreşçiyi mindere çıkarıyorsun. Ondan sonra “her oyun serbest, buyurun (serbest piyasa) güreşinizi yapın” diyorsun. Madem eşitlik var, neden tekelleşme oluyor, neden sermaye büyük şirketlerde (uluslararası) toplanıyor? Neden gelir eşitsizliği sanayi kapitalizm ile birlikte uçuruma varıyor. Teknolojik gelişmelerle paralel üretim artarken bu yoksulluk niye?
Malthus’un nüfus artışı bu hızla sürerse gıdaların yetersiz kalacağı şeklindeki ve benzerlerinden neşet eden ve politik iktisada atfedilen “kötümser bilim” tezleri çökmüşken, iktisadın tanımındaki “kıt kaynaklar” tezi de geçerliliğini yitirir. Mesela, eskiden petrol, doğalgaz vesaire yoktu. Ayrıca azalan verimler ilkesi ise çağımızda teknoloji vesilesiyle artan verimlilik ilkesine dönüşmüştür.

İnsan mutlak olmayıp sınırlı aklı ile geleceği kuşatamaz. Meçhule hürmet tavrının ve sır idrakinin olmayışının bilimsel gurur ve Batı kibrini sık sık krizlere sokmaktadır. İman ve tefekkürden nasibi olmayan Batı yine aynı hatalarla malûldür ve asıl hedefi ona alternatif bir hayat tarzının doğuşunu engellemektir; İslamafobi ve Ortadoğu’daki kan gölü de bundan ibarettir. Hâlâ liberalizmi ve serbest piyasayı savunan demokratların, hakikate teslim olamadıkları için kendi kendilerini yanlışlarla teselli ettiğini de belirtelim. Hakikati bulamadıkları veya feraset ve nasip meselesi de diyebiliriz.

İnsanlarda artan güvensizlik, huzursuzluk ve mutsuzluk Batı modernizmi ve sanayileşmenin getirdiği hayat tarzıyla izah ediliyor. Demek ki sadece ekonomi ile mutluluk olmuyor. “İnsanın asıl meselesi karnı doyduktan sonra başlar” tesbiti dâhilinde insanın yaradılışı ve psiko-sosyal hususiyetleri önemli. Sosyo-ekonomik düzenlemeler ile sosyal bilimler ve davranış bilimlerini devreye sokuyorlar, ama amaç yine “refah” olunca, psikolojik, sosyal tatminler yahut yapay çözümler üretiliyor, yine eksik kalıyor. “Manevî fayda” kavramına bile pragmatik gözle bakılıyor. “Yaşa ve yaşat” özdeyişiyle sunulan “toplum adamı” modelinde olduğu gibi. Serbest rekabet adı altında devlet himayesinde kapitalistleşirken, bir hastane, bir okul yapmak gibi. Bunun küçük örnekleri ise özürlü birini yoldan karşıya geçirmek gibi, sosyal tatminler…

Aslında insan yine iktisadî veya pragmatist açıdan değerlendirilmiyor. Problem, “iktisadın insanî yönü”nün değil de “insanın iktisadî yönü”nün ele alınmasıdır. İnsan her zaman çıkarına göre davranan bir mahlûk değildir. Klasik iktisadın “bireysel rasyonalite” kavramı doğru değildir. Aslında insanlar sosyal faydadan ve hayır işleriyle uğraşmaktan zevk alırlar; ama modern Batılı hayat bunu desteklemiyor, tersine köreltiyor.

“Serbest piyasa”nın iflasını şuradan anlayın ki, Batılılar kendi şirketlerini büyüttükleri oranda serbest piyasa müdafîidirler. Amerika’da Mortgage krizi ve Avrupa’da bazı bankalar battığında devlet müdahalesine başvuruyorlar. Bu ise, siyasî ya da ekonomik liberalizmin iflası demek. Demek ki “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” şeklindeki fizyokratların (liberal iktisadın öncüleri) dedikleri gibi olmuyormuş. Bireyin çıkarına ve hürriyetine dayandırılarak ortaya çıkan liberal iktisat düşüncesi, ekonomik açıdan kapitalistleşmeyi doğurdu, özgürleşmeyi değil. Belli ellerde temerküz eden sermaye alabildiğine şişerken, halk kitlesi ise bu hürriyetin metaı oldu ancak. Yani, bireyin çıkarı ve hürriyeti anlayışı, belli bir zümrenin tekelleşmesini ve kendi çıkarlarına dayalı “demokratik rejimleri” yaşatmasını doğurdu. Belirli bir ekonomik seviye ise bu rejimler için gerekli idi. Yani gelişmiş ülke rejimlerine uygun bir model idi. Onun için 3. Dünya ülkelerinde bu rejimin karşılığı olmadığı gibi bu ülkelere demokrasi ithali, tarihi, kültürel, geleneksel vs. değerlerde de yıkıcı rol oynamıştır. Yani bir tabak yemeği gelenekler üzere paylaşanlara artık beş tabak yemek yetmemekte ve kavga etmekteler. Demokrasi var ya! Demokrasi ile özgürlüğün sanıldığı gibi eş anlamlı olmadığını hatırlatalım. Bilhassa “demokratik rejimler” ekonomik olarak güçlü (sömürgecilikle oluyor), hayat standardı yüksek ülkelerde yürüyor ve orada imtiyazlı sınıflar doğuyor. Kapitalist zümreler olan büyük şirketler, devletlere bile diş geçiriyorlar.

Gelir eşitsizliğinin kaynağına inmeye çalışıyoruz. Kuzey ile Güney ülkelerindeki gelir farkı 400 katına kadar çıkıyor. Ülkemizde de durum iyi değil. Ak Parti halkın gücü ve desteğiyle ayakta duruyor ama gelir dağılımında partinin isminde olduğu gibi “adalet”i tesis edemiyor. 2016’nın Eylül ayında açıklanan rakamlara göre, gelir dağılımı eşitsizliği ölçütlerinden olan ve sıfıra yaklaştıkça gelir dağılımında eşitliği, 1’e yaklaştıkça gelir dağılımında bozulmayı ifade eden Gini katsayısı, 2015’te bir önceki yıla göre 0,006 puan artışla 0,397 olarak açıklandı. Toplumun en zengin yüzde 20’sinin gelirinin, en yoksul yüzde 20’sinin gelirine oranı 7,4’ten 7,6’ya yükseldi. Halk oylamasında “evet” oyu vereceğiz; ama gelir eşitsizliğinde Türkiye, Şili ve Brezilya’dan sonra dünyadaki en kötü üçüncü ülke. 16 yıldır iktidarda olan Ak Parti’nin de sorumluluğu var. Virgül kadar iyileşmeler ise düzelme diye takdim ediliyor ama TÜSİAD gibi kapitalist zümreye bir şey yapılamıyor. Türkiye’nin sırtındaki kamburlar hâlâ atılamıyor. Çünkü problemin çözümüne dâir fikrî donanımı ve cesareti olmadığından kaynağından çözüme gidilemiyor. 

Baran Dergisi 535. Sayı
13.04.2017