Geçen hafta Marksizm’e kısa bir giriş yapmış ve bu hafta Marks’ın kapitalizm tenkidine gireceğimizi söylemiştik. Ancak Marks’ın kapitalizm tenkidi üzerinden kurduğu iktisad merkezli dünya görüşüne girmeden evvel bir hususa değinmeyi zaruri görüyoruz, çünkü onun da kategorik olarak içinde bulunduğu Batı’nın son bir kaç asırlık kalburüstü düşünür kesimi, esasen ciddi bir açmazla karşı karşıyadır. Bu açmaz, kendilerini ona göre değil de onu kendilerine göre belirlediklerinden bir türlü izah edemedikleri mutlak mihrak ve sabitelerle alakalıdır.

İbda, temel tezi “Mutlak’ın varlığı ve Mutlak Fikrin gerekliliği” olan ve bu mutlak fikrin de İslâm olduğunu söyleyen bir anlayıştır. Varlığı ve bilgiyi teorik planda bu mihrak üzerinden izah eder; içi dışı birdir, tutarlıdır, karnından konuşmaz. Bu yüzden “isbat dairesini” de düzgün bir şekilde kapatır. Şimdi meseleye biraz daha yakından bakalım: İbda’nın merkeze aldığı “bütün varlığın kendine bağlanması zorunlu, müteâl/mutlak varlığa ihtiyaç” o kadar aşikârdır ki, mihrakına aldığı varlık formunu (ister muhayyel, ister müşahhas olsun) mutlaklaştırmayan, yani mutlağı olmayan herhangi bir görüşün, ferd ve cemiyet meselelerini hal iddiaları askıda kalmaktadır. Formülleştirilebilme, düzeni şart koşar, düzen de sabitelerin varlığını… Sabitelerin ise nazari açıdan nihayetinde tek bir mutlak/ezeli/ebedi varlıkta sonlanması gerekmektedir. İnsan zihnindeki “mekân/düzen” ihtiyacından neşet eden bu hal, mecburen her düşünceye sinmektedir. Zihnî mekân olmadan herhangi bir görüş inşa edilemiyor. Ayrıca, mutlağı olmayan bir görüş, bir dava haline de gelemiyor, kendilerini onun için fedaya hazır insan bulamıyor. Yani görünüşte ister ruhçu isterse maddeci olsun tüm fikirler, nihayetinde kendilerini istinad edecekleri bir “mutlak” tesis etmek durumunda kalıyorlar. Tarihe ve çevremize şöyle bir baktığımızda, kimi durumlarda adı konmasa veya tarifi zımnen yapılsa bile vaziyetin bu minval üzere olduğunu müşahade etmekteyiz. Kısacası, Mutlak’a olan ihtiyaçtan kaçış yok. O yüzden mesele, bu Mutlak’ın ne olduğunda düğümlenmektedir. İşte Batılı düşünürlerin açmazı, mutlak ve sabite ihtiyacının kendini dayatması, yani kaçınılmazlığı ile bu mutlak ve sabitelerin mahiyeti noktasında baş göstermektedir. Onlar, bir putperest gibi, sürekli yeni mutlaklar icad etmekte, bunlara bir süre inanmakta ve sonra da terk etmektedir. Hâlbuki Mutlak, mahiyeti icabı değişmez; değişmemesi gerekir. Nihayetinde “Mutlak”ın, “konuşan ve emreden” bir varlık olması lazım gelir; aksi düşünülemez. Yani hem mutlak hem naçar, pasif bir varlık olmak bir araya gelemeyecek vasıflardır. İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun Haliç Kongre Merkezi’nde verdiği tarihî konferansta söylediği “herkesin Mutlak’ı var ama bizimki konuşuyor” cümlesi, işin doğrusu, son iki asırlık hercümerci bir çırpıda özetleyip hal ve fasletmektedir. Mutlak olduğuna göre, bizim cihetimizden görünen yüzünün şuurlu ve faal olması iktiza eder. (İbda’nın içi dışı bir derken bunu kastediyoruz: O doğrudan Mutlak Varlık’ı her şeyin önüne koyarken, diğerleri mutlakı sözde reddedip kendi sahte ve sürekli değişen mutlaklarını onun yerine ikame ediyorlar) Bu , böyle birkaç cümleyle geçiştirilemeyecek kadar uzun olduğundan bu noktada kesip sadece şunu söyleyelim: İster klasik iktisadçılar, ister fizyokratlar, ister sosyalist/kolektivist görüştekiler olsun, hep doğru oldukları, insanlığın mahut problemlerine deva getirecekleri iddialarıyla ortaya çıkmışlardır. Elbette burada, iddialarında samimi olanları kastediyoruz; şan-şöhret peşinde koşanları değil… Bütün tariflerini, sezerek tayin ettikleri, belki derinden hissettikleri “muhayyel bir mutlaka” göre yapmaktadırlar. Yani çevreyi ve kendini gözlemlemek, aklî muhakeme yoluyla gözlem ve tecrübelerinden kural ihdas etmek meselenin ikinci safhasını teşkil etmektedir. Bu kurallar, zaten artık bu kişilerin zihinlerinde –kendileri farkında olmasalar dahi- sabite haline gelmiş bulunan ve mutlaklığına “o an için” derinden inandıkları “varlık” –bu varlığın mahiyetinin de önemi yoktur, önemli olan “o an için” değişmezliğine olan inançtır- merkeze alınarak belirlenmektedir. Kuralların, kanunların doğru ya da yanlışlığından ziyade, terkibçisinin inanç dünyasıyla uyuşması mühimdir. İşte tam bu noktada problem başlamaktadır. Çünkü bu sistem kurucuların mutlak/mutlak varlık biçiminde bilerek ya da bilmeyerek merkeze aldıkları varlıklar, hakikatte “Mutlak” değildirler. Hakikat olan, onların o muhayyel mutlak varlık nezdinde gerçek Mutlak Varlık’a ihtiyaçlarıdır. İhtiyaç hakikat, ama mihrak yanlış… Yanlışlar, Mevlüt Koç’un ifadesiyle kendi doğrularını hâsıl etmekte, bir süre sonra da bütün bir sistem tam bir yanlışlar hercümerciyle içinden çıkılmaz hale gelmektedir. Tabii yeni bir sisteme ihtiyaç da kendini dayatmaktadır.

Diğer taraftan, her şey ve hadiseyi gözlemleyip denemek mümkün olmadığından, hayatı tanzime talib kuralların ihdasının mecburen zihinde teşekkül etmesi gerektiği da açık. Marks bu durumu “tek tek deneyemeyeceğimizden zorunlu olarak soyutlama yapmak durumundayız” diyerek açıklar ve bu hâlinde mazurdur. Bütün felsefecilerin mecburen aynı özrü paylaştığını söylemeye gerek yok. Doğrusu, kişinin zihninde “bir anda beliriveren” fikirlerin, “peşinen kabul edilmiş bir mutlak”la mukayesesi ve formüle edilmesi biçiminde tezahür ediyor bilgi… Mütearife/aksiyom için bilimsel olarak kabul edilen yaklaşım, aslında tüm bilim ve felsefelerin esasını oluşturmaktadır. Burada Batılı düşünürlerin her söyledikleri yanlıştır demek istemiyoruz; demek istediğimiz, içe doğan parça doğrularla ve –İbda Mimarı’nın tabiriyle- “mihraksız tümevarımlarla” teşkil edilecek fikirlerin zahirde tutarlı, lakin hakikatle mütenakız olacağıdır. Bu cihetten bakıldığında, bütün bu kural ihdası teşebbüsleri, daha başlangıçta ölü doğmaktadırlar; bunların derde deva olmadıklarının anlaşılması için ise bir neslin geçmesi gerekmektedir.
Gelelim konumuz Marks’ın mutlaklık anlayışına… Marks bir materyalisttir, ama varlığın mahiyeti ve kaynağı (ontoloji) meselesiyle, ilgilenmez, onu var olduğu şekliyle kabul eder. Bilimin o anki halinin maddenin kaynağını tesbitte yeterli olmadığına, ilerleyen zamanlarda bunu çözeceğine inanır. Zaten bu o kadar da önemli değildir. Bütün varlık ve hayat gözümüzün önündedir; bizim yapmamız gereken onları anlamaktır.

Ona göre, madem mutlak olan fizik yasaların mündemiç olduğu ve yönettiği madde, yani tabiattır, o halde onun bir türevi olan insanlar da ferden ve toplu olarak, kendilerinden bağımsız ve üstün yasalarla yönetilirler. Bu noktada insanlar, o yasaların objeleridirler. Yani Marks’ın nazarında mutlak olan, ferd ve cemiyetin de dahil olduğu tüm tabiatı yöneten “yasalardır”. İlgi alanı cemiyet ve cemiyette yaşanan haksızlık ve zulümleri gidermek olduğundan, kendisini, cemiyeti bir bütün olarak yöneten yasaları keşfe hasretmiştir. Bunları bulacak, anlayacak ve sonra da içtimaî yasaları değiştirmenin tek yolu olan “zor” kullanımıyla cemiyetteki haksızlıkları giderecektir. Görüldüğü üzere Marks, materyalist olmasına rağmen koyu bir ahlâkçıdır; bütün içtimaî hayatın dürüstlük, fazilet üzerine inşa edilebileceğine inanmaktadır. Eserlerindeki o “bilimsel hava”nın altında çok kuvvetle hissedilir bu ahlâkçılık. Devlet karşıtı bir pozisyonu savunmasına rağmen, devletçidir. Onun karşıtlıkları konjonktüreldir; bunu da, her devrin kendi doğrusu vardır şeklinde özetleyebileceğimiz diyalektik mantıkla açıklar. Hülasa Marks, içinde yaşadığı cemiyet müştekisi olduğu haksızlıkları doğurduğundan, onun mutlakını ve sabitelerini reddetmiş, kendine yenilerini edinmiştir. Lakin ahlâkçılığının yol açtığı tutarsızlıklar yüzünden, bu yenileriyle de çatışmaya girmek zorunda kalmıştır.

Marksizm için, Avrupa’dan başlayarak bütün dünyayı kasıp kavuran, nefsaniyet kutbunun konsantre hali kapitalizme Avrupa’nın maşerî vicdanının “reaksiyonu” demek yanlış olmaz. Onun serpilip dünyayı tahakküm altına aldığı topraklarda yetişip eserlerini verdiğinden, kapitalizme yönelik en “yakîn” tenkidlerin Marks’tan gelmesi son derece tabiidir. Kapitalizm, Marks’ın yaşadığı zaman zarfında aşırılıkta ne kadar uçtaysa, Marks da o kadar zıt uca savrulmuştur. Öyle ki Marks, her dönemin “içtimaî yasalarının”, o dönemin üretim biçimi tarafından tayin olunduğunu söylemektedir. Din, ahlâk, hukuk, millet, devlet gibi en temel beşerî kurumlar, birbiriyle münasebet halindeki insanlardan müteşekkil bir coğrafyadaki üretim ilişkilerinin doğrudan ya da dolaylı neticeleridir. Meşhur altyapı-üstyapı ilişkisi... Diğer taraftan, Marks, insanlığa karşı, formülünde yeri olmayan büyük bir merhamet hissi de beslemektedir. Onun analizinden çıkan sonuca göre, onun bakış açısıyla son tahlilde maddenin yansımaları olmakla dönemsel alt yapı ilişkilerinin tezahürlerinden öte anlam taşımaması gereken edebiyatı çok sever ve eserlerinde bolca kullanır. Hülasa yürüttüğü muhakeme ile hisleri arasında büyük bir tezat vardır. Belki bu, insanlar için önemsiz bir nokta gibi görünebilir; lakin, evvelki sayımızda da ifade ettiğimiz üzere, Marks vicdanlı ve hakkaniyete düşkün birisidir. Her ne kadar kendi semantiğinde bu hislerin yeri olmaması gerekse de, kazın ayağı öyle değil: Bütün bir Marksizm kurgusu, Marks’ın bu merhamet ve hakkaniyet hisleri üzerine bina olunmuştur. Marks, o kadar ayrıntıcı ve izahçıdır ki, eserlerinde en ufak bir meseleyi bile atlamamaya çalışmış, bu yüzden kendisinden sonra gelen takipçilerini daha işin başında fikren boğmuştur. Yani Marksizm, sadece ana hatlarıyla değil, çoğu tali cihetleriyle de Marks’ın his dünyasının belirlediği şekliyle donup kalmıştır. Marksizm’in cazibesi de, açmazı da Marks’ın bu detaycılığında yatmaktadır. 

Baran Dergisi 535. Sayı