İnsanda ilk duygu “ben” idrakidir, kendinin dışındakilerden ayrı oluşunun idraki. Buna “tenkid şuuru” da diyebiliriz. İnsanın sonradan meydana geldiği bedahet ifade eder. Ve hemen peşinden gelen düşünce, bir meydana getiren olduğu düşüncesidir; öncesiz (kadîm) bir yaratıcıya ihtiyaç. İnsan yaşadıkça da “Mutlak”ın zaruretini görüyor. Dinlere ve inanışlara göre tanımlaması farklı olsa ve “Mutlak”ı kul olarak izah edemesek de kabulü zaruret arzediyor. Aslında Allah’ı tanımayan da bir “Mutlak” kabul ediyor, ister maddenin ezeliliği olsun, ister başka bir şey olsun…

Allah’ı inkâr eden de Allah’ın kulu; istese de istemese de. Sonradan meydana gelmek ve kul olmak zorunluluktur. İdrakinde olup olmamak insanî hakikatine mutabakatla ve tabiatına uygun yaşamayla ilgili.

İnsan olma, İslâm olma, teslim olma, selamet bulma; bütün bunları akıl ile tefekkür ederken, “olmak” mevzuu söz konusu olunca gönül ve irade davası devreye girer. İnsanda belirleyici olan “ruh bulur, akıl sorar” hakikatidir. İnsan olma ile robot olma arasındaki fark... İslâm “teslim olma” derken gönülle, özgür irade ile katılım söz konusu ve İslâm’ın insanın iradî katılımına değer vermesi görülüyor. İnsanî oluş için gerekli hürriyet alanının tanınması söz konusu. Aklın kalıplarını, şeklin putperestliğini aşıcı ve insanı ruh yüceliklerine davet edici bir teklif. İnsan teklife açık yaratılmıştır.

“Mutlak”ı insan olarak izah edemeyeceğimize göre, “Mutlak”ın bir kabul işi olduğu, her fikrin bir peşin fikirle başladığı, “Mutlak”sız olamayacağı tesbitlerinden sonra, İslâm ve İslâm dışı “Mutlak” anlayışına dair farkı da Salih Mirzabeyoğlu şöyle gösterir: “Bir tek bizim ‘Mutlak’ımız konuşuyor. İşte Allah’ın kitabı diyoruz, Allah’ın Resûlü’nün anlayışı diyoruz. Ondan sonra biz de hür irademizle iman olarak buna bağlanıyoruz, ondan sonra da onun doğrulayıcısı oluyoruz, olamıyoruz...” (Adalet Mutlak’a Konferansı’ndan)

“Zorunlu kulluk”tan “gönüllü kulluk”a yükselmek... Aslında dünya hayatımız bunun için; sadakat ve ibadet için. Doğruluk budur, hem Allah’a karşı, hem nefsimize karşı dürüst olmak... İnsana yakışan ve insanı yücelten de bu ulvî duygulardır, bu hâl üzere olmaktır. “İbadet sanattır” ve şahsiyetle sanat etle tırnak gibidir. Kur’an ve Hadisler bizi şahsiyet olmaya davet ediyor ve şahsiyetimize ibadet hâlini giydirmemizi istiyor. İbadet şekli de bu hâl için. Yoksa “zorunlu kulluk”un bir hâli olarak “şekilde kulluk”tan çıkamayız. “Zorunlu kulluk” ifadesini inanmayan mânâsında kullandığımız gibi inanan fakat şekilde kalan mânâsında da kullanıyoruz. “Gönüllü kulluk”ta da mertebe vardır; mesela ideal olan sadece cennet için değil Allah’ın rızasını kazanmak için ibadet etme derecesidir...

Her fikir bir peşin fikirle başlıyor. Her fikir için bu gerekli, başka türlü olmuyor. 18 yaşında bir yolu benimsiyorsun, sonra bunu tahkik ediyorsun, kuvvetlendiriyorsun. Taklidi iman, tahkiki iman farkı. Tafsili iman da diyebiliriz. Ve İBDA icmalden tafsile getirmek mânâsına, dindeki gizliliklerin açık edilmesi mânâsına bizim imanımızın da kuvvetlenmesi ve küfrün diyalektik çelmelerini aşıcıdır. Fikirde edep ölçüleri demek olan diyalektik ve hikemiyat bunun için. Yerli yerinde duran ölçüleri doğru anlamanın ve savrulmalara manî olmanın yolu yordamı olarak... Tabiî ki yine hâl davası burada da kendisini gösteriyor. Çünkü “bilmek itikadın aynı değil.” Sadece ideolojik düzeyde bir benimseyiş değil, davranış biçimine dönüşmesi gerekiyor.

Nice İslâmî ilim öğrenen, bunu malûmat için yapıyor ve bu ilmin ona faydası olmuyor, çünkü hâline giydirmiyor. İlmi, mevki makam ve iş kapısı olarak öğreniyor. Bu ilimden kendine bir fayda yok. Aşksız meşk olmaz ölçüsünce de öğrettiği ilimden de bir fayda doğmuyor. Ferdin ve cemiyetin inşası için gerekli zuhurlar olmuyor. İhlasın olmadığı yerde tekâmül de olmuyor. Kendi aklını putlaştırma ve reformculuk başlıyor. Çünkü sadece insana dayanan düşünce putperestliktir. Kendin nasıl Mutlak olursun? Mihrakın nerede, boy ölçülerin nerede? Zorunlu kulluktaki aşağı bir seviyeyi temsil eder, Hakk adına nefsini ve aklını putlaştıranlar... Aklın inanca baskın olması İslâm’ın derinliği olan mukaddes mefhumların da içini boşaltır, dinin özünü işlevsiz kılar. Namaz mü’minin miracı ve bu secdede tecelli ederken ve mesela Kurban ibadeti nefsi feda’yı temsil ederken ve bütün bunlar kalbe hitap ederken...

Mutlak Fikre ve onun vasıta fikri olan muhatap anlayışa teslim olmak, cins atın yulara gelmesi gibidir. Nisbeti olmayanlar ise eşeğin narası ve tepinmesi gibidir. Fikir nisbetini ve gelişimini kaybeden bazı gönüldaşların sanal âlemde birbirleriyle didişmeleri de buna misaldir. “Ahmaktan uzak durun” Hadis-i Şerif’ini ve böylelerinin zihne ve ruha dağınıklık vereceğini hatırlatalım. Zevk ve ilhamımızı keseceğini de... İş ve zaman ölçüsü olmayınca didişmeler ve dedikodular üretilir. Sevgi, eğitim, şuur ve kültür meselesi...

“Kurtuluş Yolu” ölçüsünü kaybeden bazı Müslümanların mihraksız yollara (FETÖ, Selefî, Vahhâbî, İrancılık vs.) düştüklerini görmekteyiz. Teslim olarak her aşamada kendini ve imanını yenilemek varken, fikir miskinliği içinde dalalet yollarına batmak mü’minin ferasetiyle bağdaştırılamaz.

“Gönüllü kulluk” zevk hâlidir, kişide bütün davranışların ibadet hâline gelmesidir. Ruhsuz bir biçimcilik değil, kendini kuşatan her şeye mü’min gözüyle bakabilme ve muhtevanın kendini belli bir form içinde göstermesidir. Yoksa münafık da ibadet ediyor, fakat ibadetinin hedefi, ibadet-sanat-zevk ilişkisinin tecelli ettiği bir hal içinde Allah değil, kendi nefsi oluyor; belki de bu ilişkiyi tesis edemediği için münafık haline geliyor.

Modern kavramların yapaylığı içinde ne kendimizin ne de eşyanın hakikatini buluruz. Zaten modernizmin böyle bir derdi yok bilakis dilsiz ve ruhsuz bir toplum istemektedir. Mevlüt Koç gönüldaşın bir tesbitiyle söylersek: “Acıyı da günahı da benimseyen Amerikan ruhsuzluğu insanlığa hâkim durumda.” (Dost Gözüyle Mütefekkir Mirzabeyoğlu - Aylık Dergisi - Şubat 2016) Dil, gönlün aynasıdır, gönül de ruhun. Bunun için İBDA dil ve diyalektiği kavramları yerli yerinde kullanarak ve sistemleştirerek ibadetimizin de doğru olmasını temin edendir, dil-gönül-ruh birlikteliği içinde. Eşya üzerindeki tasarrufumuz ve kendi oluşumuza yol açmak için, ufkumuzu geniş tutmak, “sır idraki” içinde bulamamacasına aramak... Bulanlar da arayanlardır...

Eşya üzerinde Allah’ın isimlerini görebilmek, başkalarıyla fikir nisbeti içinde ilgilenmekten rahata ermek, iç âlemimizin bir tertibe, bir düzene girebilmesi demektir. Âlemde saçma bir şey yoktur ve bu mânâda her şey mü’min için sıçrama tahtasıdır, işlenecek malzemedir. Madde-ruh, dünya-ahiret, biçim-muhteva dengesini kurabilmek. “Zevk hâlleri” olarak eşya ve hâdiselere sürekli giydirebilecek anlayışa ermek, onların altında ezilip bocalamamak...

Bizi kurtaracak olan “eviyle işi, dişiyle eşi arasında mekik dokuyan” modern birey olmak hakkı değil, çağından sorumlu Müslüman’ın kulluk görevidir. Hem iç oluşumuz, hem dış oluşumuz için; hem fert hem toplum için... Modernleşme modellerine değil, İslâmlaşma modeline ihtiyacımız var. Mebzul miktarda olan tek tip “çakma” insan modelinden kurtulup, hürriyetimizin yoluna girmek için... 

Baran Dergisi 505. Sayı

15.09.2016