Kaldırımlar’da şehir imajı sıklıkla kullanılır ve ontolojik birçok mana yüklenir. Tüm şehri kaldırımlar üzerinden izah ederken, yeryüzünü de şehir üzerinden izah eder. Ruhî birçok hale giren şair, hakikatin peşinden koşup kaldırımlarda adeta kıvranır.
Üstad Necip Fazıl’ın yaşadığı dönem, esasında bir geçiş devresini ifade eder. Siyasi, sosyal, iktisadi, mimari, insan ve toplum meselelerinin halline dair her sahada Tanzimat’la kesin bir şekilde yüzünü ve ruhunu Batı’ya çeviriş, Necip Fazıl döneminde had safhaya çıkmıştır.
Bu yazımda yaşanan değişim ve dönüşümü Üstad Necip Fazıl’ın şehre ait kavramları kullandığı “Kaldırımlar” şiirlerinde arayacağım.
Üstad Necip Fazıl 1925’de “Örümcek Ağı”, 1928’de “Kaldırımlar”, 1932’de “Ben ve Ötesi”, 1953’de “Sonsuzluk Kervanı” ve 1969’da “Şiirlerim” ismiyle yayınlanmış şiir kitaplarının kendisini bir bütün halinde ifade etmediğini dile getirip, 1923’de Yeni Mecmua’da yayınlanmış şiirlerinden başlamak suretiyle bizzat kendisi tarafından süzgeçten geçirip, ayıklayıp “Çile” ismiyle kitaplaştırmıştır.
Muhyiddin-i İbn Arabi Hazretleri “mekanlar, latif kalpleri etkiler” demiştir. Şiirleri, mücadelesi ve Büyük Doğu’suyla baştan sona keyfiyet ve eşsiz ruh iklimini gözler önüne seren, münevver tabakanın oluşması için her türlü sıkıntıya göğüs geren Necip Fazıl, şiirlerinde kullandığı şehir ve mimari simgelerle geçirdiği ruhi buhranı kemiyetten keyfiyete doğru anlatmıştır.
Bir devlet ideali olan şehirlerin nasıl tanzim edilmesi gerektiğini “varlık hikmetim” dediği “İdeolocya Örgüsü”nde “Şehir” başlığı altında izah etmiştir.
Şehir imajı şiirlerinde buhran içerisinde kaotik yapıda olan şehirden, ufki-yüce şehre dönüşüm vardır.
Üstad, Cumhuriyet dönemi şairleri gibi şehirlerden kaçmamıştır veyahut salt bir biçimde şehri kötülememiştir. Abdülhak Hamid şehir hayatını kötüler, Cenap Şehabettin şehirden zifiri karanlık geceye kaçar, Yahya Kemal şehre nostaljik yaklaşır. Üstad Necip Fazıl dışında şairler şehri bir bütün olarak ele alamamıştır. Çünkü şehre bakışta bir dünya görüşü zaruridir.
1925 yılında yayınlanan ve Üstad’ın ilk şiir kitabı olan “Örümcek Ağı”nın genel muhtevasını “yalnızlık, kıvranırcasına Allah’ı arayan, endişeli ve metafizik bir buhran” oluşturur.
“Yeryüzünde yalnız benim serseri,
Yeryüzünde yalnız ben derbederim.
Herkesin dünyada varsa bir yeri
Ben de bütün dünya benimdir derim.
Yıllarca gezdirdim hoyrat başımı,
Aradım bir ömür, arkadaşımı.
Ölsem dikecek yok mezar taşımı;
Halime ben bile hayret ederim.
Gönlüm ne dertlidir, ne de bahtiyar;
Ne kendisine yâr, ne kimseye yâr,
Bir rüya uğrunda ben diyâr diyâr,
Gölgemin peşinden yürür giderim...…” 1
Mekânın en geniş tabiri olan yeryüzünde, Üstad Necip Fazıl kendini diğer tüm insanlardan ayrı tutmaktadır. Adeta terazinin bir kefesinde kendisi diğer kefesinde tüm insanlık vardır. Dünyanın tüm yükünü ve kederini sırtlamış bir portre görülür.
İkinci dörtlükte evinden uzakta, hoyratça yaşamaktadır ama aynı zamanda eve dönmenin hasreti içindedir de. Bu dik başlılığına kendisi de hayret etmektedir. Uzun ve çileli yolun ilk adımlarında yalnızlık ve hoyratlık kendini baş gösterir.
Gölgesiyle beraber yürümesi, kendi fani varlığına vurgusu ve akşam sokakta yürürken gölgesinin belirmesidir.
Üstad’ın ikinci şiir kitabı olan “Kaldırımlar”da şehre ait unsurlar çokça kullanılır. Daha sonra “Çile”de toplanan şiirleri içerisinde “Kaldırımlar” şiiri “Şehir” başlığı altında yer almaktadır.
Kaldırımlar’da şehir imajı sıklıkla kullanılır ve ontolojik birçok mana yüklenir. Tüm şehri kaldırımlar üzerinden izah ederken, yeryüzünü de şehir üzerinden izah eder. Ruhî birçok hale giren şair, hakikatin peşinden koşup kaldırımlarda adeta kıvranır.
Kaldırımlar şiirinin basılı ilk hali Hayat Mecmuası’ında 1928’de çıkar. Kaldırımlar şiiri üç bölümden oluşur.
Kaldırımlar şiirinin birinci bölümünde;
“Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.
Yolumun karanlığa saplanan noktasında,
Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.
Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık;
Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.
İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık;
Biri benim, biri de serseri kaldırımlar.
İçimde damla damla bir korku birikiyor;
Sanıyorum, her sokak başını kesmiş devler...
Üstüme camlarını, hep simsiyah, dikiyor;
Gözüne mil çekilmiş bir âmâ gibi evler.
İlk üç kıtada bomboş ve karanlık sokakta yürümektedir. Sessiz ve herkesin uyuduğu bir zaman diliminde kendisine yalnızca kaldırımlar eşlik eder. Üçüncü kıtada ise yükselen ve insani ölçüleri aşmış olan apartman boyları korkutucu safhaya ulaşmış, insanı karanlığa ve yalnızlığa itmektedir. Adeta modern mimarinin şairane ifadesi, Fransız İhtilali ve Sanayi İnkılabıyla beraber insanın değeri azalmaya başlamış, insanlara toplu şekilde hükmetmek için göğe doğru yükselen apartmanlar inşa edilmiş, apartmanlarla komşuluk ilişkileri hiçe sayılmış, insanın ontolojik ve psişik durumuna ihanet edilmiş ve nihayetiyle bir âmâ gibi duvara toslamıştır.
Corbusier “makine evler”i dev şeklini almış ve sokak başlarını işgal edip sosyal hayatın sekteye uğramasına sebep olmuştur. Bir sokaktan diğer bir sokağa, sokak başından girilir. Sokak olacak yerlere dev yapılar inşa edilirse; sokakla insanın ilişkisi kesilir. Yeni inşa edilen yapı, suni bir kalabalık oluşturur.
Adım başı dev gibi dikilen apartmanlar birbirlerinin rüzgarını, güneş ışığını ve manzarasını keser. İnsancıl bir biçime yaşamanın kodlarını veren geleneksel mimarimizin üç temel prensibi ihlal edildiği zaman, insanın hayat hakkından da bahsedilemez. Ha ordularla işgal edilen, ha dev apartmanlarla işgal edilen sokaklar... Her ikisi de insanla sokağın arasını açar, tekamülünü engeller, toprakla bağını keser. Özünü kaybetmesine neden olur.
Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi;
Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.
Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi;
Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.
Daha önceki kıtada yoldaş olarak nitelendirilen kaldırımlar; artık annedir, insandır, sestir ve lisandır. Kaldırımlar üzerinden içinde yaşadığı ruhi buhranı ifade eden Üstad Necip Fazıl, içindeki buhranı bastırıp, ruhunun derinliklerine yol aldığında lisan ile karşılaşır. Kendi iç dünyasını kaldırımlar üzerinden yansıtmaktadır.
Önceki kıtaya nazaran kaldırımların yani sokakların insan üzerinde tepeden tırnağa tesiri vardır. Kaldırımlarda tecrübeleriyle bir ömür sürmüş insan, yolda kalmışlara sahiplik eden bir anne, insanlarla konuşan sokaklar ve yaşayan bir lisan vardır. Kültürün bütün unsurları bir arada. Esasen geleneksel mimarimizin hayatımız üzerindeki insancıl ve samimi etkisi anlatılmış. Ya şimdiki kaldırımlar da ne var?
Bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta;
Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum!
Aman, sabah olmasın, bu karanlık sokakta;
Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum!
Bu kıtada Üstad adeta meydan okumaktadır. İkinci mısra itibariyle mücadele ederek öleceğini, yumuşak bir iklimde ölümü beklemeyeceğini haykırmaktadır. Bu aynı zamanda onun mizaç ve karakterinin de bir tezahürüdür. Son mısra da ise içinde giriştiği buhranı yenebilmek için yolculuğunun bitmemesini ister. Bu yolculuğun hedefi yine kendisidir. Üstad kendini, asli benliğini aramaktadır.
Ben gideyim, yol gitsin, ben gideyim, yol gitsin;
İki yanımdan aksın, bir sel gibi fenerler.
Tak, tak, ayak sesimi aç köpekler işitsin;
Yolumun zafer tâkı, gölgeden taş kemerler.
Bu kıtadan itibaren karamsarlık, korku ve yalnız yürümek son bulmuş. Onun yerine coşku, heyecan ve artık somut imar vardır. Gölgeden taş kemere geçiş yapmıştır. Mimari yapı elemanı olan kemer, iki sütunu üstten birbirine bağlar. Aynı zamanda taş olması sebebiyle de yüksek mukavemete-dayanıma sahiptir. Muzaffer bir kumandan gibi zafer taklarının altından geçer. Her savaş, askerleri yoracağı gibi büyük kumandanları da yorar.
Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim;
Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları!
Islak bir yorgan gibi, sımsıkı bürüneyim;
Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları.” 2
Yorgunluğu gün yüzüne çıkmış, yolculuğunun ve seferinin sonuna gelmiş ve bir şilte gibi geceyi kendine örtü yapmak ister. Hüzünle başlayan kaldırımlar, coşkuyla devam eder ve nihayetinde kadere teslim olur.
“Başını bir gayeye satmış bir kahraman gibi,
Etinle, kemiğinle, sokakların malısın!
Kurulup şiltesine bir tahtaravan gibi,
Sonsuz mesafelerin üstünden aşmalısın!
İslam Türk mimarisi ve şehirciğine baktığımız zaman çocuklar, ergenler, yetişkinler ve yaşlılar hepsi sokağın malıdır. Sokakta büyür, sokakta yaşar, sokakta oynar, sokakta arkadaşlık kurar, sokakta birbirlerini selamlarlar. Sokaklar insanın kendi hakikatini aramada ve derin tefekkür buuduna giden yolda başat rol oynar. Bir fidanın dikilmesini, gelişmesini, yavaş yavaş fakat hareket halinde fidanın ağaçlaşmasını, yaprak açıp dökmesini temaşa eden gözler her an Allah’ı hatırlamakta, mutlak hakikati aramakta ve insan olmanın şuurunda ve bu şuurun getirdiği görev bilinciyle her an kulluğunu yaşamaktadır. Bütün bir varlık alemi, sokakta sonsuz mesafeler üstünden aşılır. Ontolojiye giden yol sokaktan geçmektedir. Şehir, sokakta bütünleşmiştir.
Fahişe yataklardan kaçtığın günden beri,
Erimiş ruhlarınız bir derdin potasında.
Senin gölgeni içmiş, onun gözbebekleri;
Onun taşı erimiş, senin kafatasında.
Kaldırımlar şiirinin ikinci kısmının son kıtası adeta günümüz mimarlık anlayışını anlatmaktadır. Sanayi İnkılabının ürünü olan apartmanlar ve gökdelenler içinde erimiş ruhlar, ustasını arayan çömlek gibi serseri biçimde yeryüzünde dolanmaktadır. Gölgenin tasavvufi manası düşünüldüğünde mahremiyetin celbi nazara gelmesi İslam’ın zarafet ve eşsiz güzelliğinin kalkmasına sebep olmuştur. Geleneksel mimarimiz mahremiyet yani kadın merkezli gelişim göstermiştir. Eriyen taşlar ise cumbalarımız, kim geldi pencerelerimiz, yapı malzemesi olarak taşlarımız, ahşaplarımız ve kerpiçlerimiz. Artık her yer tek tip, her yer betonarme.
Yağız atlı süvari, koştur, atını, koştur!
Sonunda kabre çıkar bu yolun kıvrımları.
Ne kaldırımlar kadar seni anlayan olur...
Ne senin anladığın kadar, kaldırımları...”3
Artık şehri fethetmiş, kaotik düzenden ufki düzene geçmiştir. Yeni bir şehir, yeni bir düzen ve daimî hareket halinde tekâmül eden insan. Ta ki kabre kadar. Yağız atlı süvari atını koştururken insan için yapılmış yoldan koşturur. Modern dönemde olduğu gibi insanı hiçe sayıp araç için yapılan yollardan atını koşturmaz.
Kıtalar arası geçiş çok keskin bir biçimde anlayış farkını ortaya koymaktadır. Birinde insanı hapseden, diğerinde ise sokaklarda insanın tekamülüne izin veren anlayış vardır.
Bu vesileyle Üstad Necip Fazıl ve İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nu vefatlarının sene-i devriyelerinde rahmet ve minnetle yad ediyorum…
Dipnotlar:
1- Necip Fazıl Kısakürek, Örümcek Ağı, İstanbul, 1925, s.23
2- Necip Fazıl Kısakürek, Çile, Büyük Doğu Yay, 46. Basım, 2002, s.156-158
3- A.g.e, s.159
Aylık Baran Dergisi 27. Sayı Mayıs 2024