Batı'nın bağrında açan bu diken ağacı, Müslüman’ın bakış açısına yabancıdır. Müslümanca yaşamak, sanatta tefekkür ederek Allah’a yaklaşmakla mümkündür. Çağımızda, özellikle teknolojiyle birlikte savrulan insanımız estetiği tekrar yakalamak için Allah’a giden yolu tekrar gönüllere nakşetmek borcundadır.
Seyyid Ahmet Arvasî'nin “Diyalektiğimiz ve Estetiğimiz” eseri, İslâm diyalektiği ve estetiğini inceler ve İslâm'ın aklı ve vahyi dengeleyen bir diyalektiğe sahip olduğunu, hakikatin akıl yoluyla değil, vahyin ışığında anlaşılabileceğini söyler. İslâm estetiğinin ise Allah'ın yarattığı güzelliklerin soyut bir yansıması olduğunu ve sanatta manevi boyutun merkeze alındığını belirtir. Batı'dan farklı olarak, İslâm sanatı ve diyalektiği insanı Allah’a yönlendiren bir yol gösterici olarak görülür. Biz de İki bölümden oluşan bu kitabı inceleyeceğiz.
Birinci Bölüm: Diyalektiğimiz
Arvasî, eserin ilk bölümünde “diyalektik” kavramını ele alır ve Batı felsefesindeki kökenleriyle başlar. Diyalektiğin, iki kişinin belli bir konu üzerine karşılıklı konuşmaları ve tartışmaları anlamına geldiğini belirten Arvasî, bu yöntemin Antik Yunan filozofları arasında yaygın olduğunu açıklar. Diyalektiği ilk kullanan filozof olarak Sokrates’i ve onun öğrencisi Platon’u gösterir. Platon’un eserlerinde diyalektik yöntemi yaygın biçimde kullandığını ve insanın hakikate doğuştan eğilimli olduğu fikrine dayalı bir diyalektik geliştirdiğini belirtir.
Arvasî’ye göre Batı'da diyalektik, karşıt tezler arasındaki çatışmayı çözmek olarak ele alınırken, İslâm'da vahiy ve peygamber tebliğleri temel alınır. İslâm’da akıl önemli bir yer tutar, ancak tek başına yeterli değildir; vahyin rehberliğine ve manevi tecrübeye ihtiyaç vardır. Müslüman, yaratılışın işaretlerini okuyarak hakikati bulur ve Hak ile batıl arasındaki mücadelede Hakk'ı tercih eder. İslâm'ın diyalektiği, Allah’ın varlığını yaratıklar üzerinden anlamaya dayanır.
Batı felsefesinden yola çıkan Arvasî, Hegel ve Marx’ın diyalektik anlayışlarına da değinir. Hegel’in “Tarihsel İdealizm” yaklaşımı ve Marx’ın “Tarihsel Materyalizm” anlayışı çerçevesinde, her iki filozofun tez, antitez ve sentez üçlemesi üzerinden diyalektik çatışmayı ele aldıklarını ifade eder. Ancak bu batı felsefi yaklaşımlarına karşı, İslâm medeniyetinin diyalektiğinin temelinin farklı olduğunu öne sürer.
Arvasî’ye göre İslâm’da diyalektik yerine “tekellüm” ya da “cedel” terimleri kullanılır ve bu, İslâm'ın kendine özgü bir düşünce metodolojisidir. İslâm’ın, vahye ve peygamber tebliğlerine dayandığını vurgulayan Arvasî, İslâm felsefesinin sırf akıl üzerine inşa edilmediğini, aksine vahyin ışığında aklın doğru yolu bulması gerektiğini belirtir. Akıl, vahyin rehberliğinde anlam kazanır ve hakikate ulaşma sürecinde temel bir araçtır. Ancak bu aklın tek başına hakikati kavramasının mümkün olmadığını, onun vahyin aydınlatmasına muhtaç olduğunu savunur. Bu bağlamda “akl-ı cüz” (parça akıl) ile “akl-ı kül” (külli akıl) arasındaki ilişkiyi ele alır ve bireysel aklın, evrensel akla muhtaç olduğunu ifade eder.
Arvasî, İslâm diyalektiğinin temellerini İmam-ı Gazali’nin attığını söyler. Gazali’nin İslâm diyalektiğini “Mahluk, Hâlık'ın anahtarıdır” sözüyle açıkladığını aktarır. Burada anlatılmak istenen, Müslümanların yaratılanları gözlemleyerek yaratanı bulabilecekleri anlayışıdır. Bu, İslâm’ın varlık anlayışı ve diyalektiği olarak tanımlanır. Müslüman için varlıklar arasında kurulan ilişkiler ve çatışmalar, Hakk’ın ve batılın çatışmasıdır. Müslüman, bu çatışmada aklını kullanarak doğruyu bulmakla yükümlüdür ve nihayetinde Hakk’ı tercih ederek hakikati seçer.
Aklın İslâm’daki yeri üzerinde dururken Arvasî, “akl-ı selim” (sağlam akıl) ile “akl-ı sakim” (bozuk akıl) ayrımını yapar. Sağlam akıl, insanı Allah’a götüren, hakikati bulmaya yönelten akıl iken, bozuk akıl insanı yanlışa sürükleyen, materyalist ya da nihilist yaklaşımlarla dünyayı anlamaya çalışan akıldır. Bu bağlamda, İslâm’ın diyalektiğinin temelini oluşturan akıl, Allah’a götüren bir vasıtadır. Arvasî, çağdaş Batı düşüncesinin insanı maddi dünya ile sınırladığını ve insan ruhunu ihmal ettiğini ifade eder. Batı’nın aklı, insanı mekanik bir varlık olarak ele alırken, İslâm aklı insanın ruhunu da kavrayabilen ve onu anlamaya çalışan bir sistemdir. İslâm diyalektiği, insanın fani olanla ebedi olanı, çirkinle güzeli, ölümle yaşamı karşılaştırarak hakikate ulaşmasını sağlar.
Arvasî’nin bu bölümde temel vurgusu, Batı diyalektiğinden farklı olarak, İslâm’ın akıl ve vahyi dengeleyen bir sistem geliştirdiğidir. İslâm'da akıl, insanın Allah’a ulaşmasına rehberlik eden bir araçtır. Arvasî, bu çerçevede modern akılcılığın, insanın ruhî ihtiyaçlarını ihmal ederek eksik kaldığını belirtir. İslâm düşüncesi ise insanın maddi ve manevi dünyasını bir arada ele alır.
Arvasî, eserinde tasavvuf için de İslâm'ın özünde yer alan ve insanı hakikate ulaştıran bir yol olduğunu söyler. Arvasî, aklın İslâm'daki önemini vurgulamakla birlikte, salt aklın hakikati kavramakta yetersiz kaldığını, vahyin rehberliğine ve mutasavvıfın (tasavvuf ehlinin) tecrübesine ihtiyaç olduğunu belirtir. Tasavvufu, sadece teorik bir bilgi değil, Allah'a yakınlaşma yolu olarak görür.
Arvasî, tasavvufun "eserde müessiri görmek" yani yaratılan varlıklar üzerinden Yaradan'ı keşfetmek şeklindeki bir anlayışın olduğunu ifade eder. Tasavvufun bu yönünü İslâm’ın diyalektiği olarak kabul eder ve tasavvuf sayesinde insanın, Allah'ın yarattığı her şeyde O'nun yüceliğini görebileceğini ifade eder. Tasavvuf, insanın ruhunu ve aklını vahyin ışığında eğitir, onu maddi dünyanın ötesine, manevi derinliklere taşır.
Yine Arvasî bu bölümde millî zevkin korunmasının bir milletin varlığını sürdürebilmesi için hayati olduğunu ifade ediyor. Emperyalist güçlerin, bir milleti işgal etmeden önce onun kültürel değerlerini ve estetik zevklerini ele geçirerek toplumu yabancılaştırdığını, özellikle güzel sanatlar yoluyla bu yabancılaşmanın başladığını ve milletin kendi değerlerine olan bağlılığını kaybettiğinde bir daha dirilemeyeceğini belirtiyor. Arvasî, bir milletin varlığını sürdürmesi için kendi kültürel temellerine ve estetik değerlerine sahip çıkması gerektiğini, modern gelişmelere uyum sağlarken millî kimliğini kaybetmemesi gerektiğini anlatıyor.
İkinci Bölüm: Estetiğimiz
Arvasî’nin kitabının ikinci bölümünde “estetik” konusu ele alınır. Bu bölümde Arvasî, estetiğin ne olduğu, İslâm medeniyetindeki estetik anlayışın nasıl şekillendiği ve sanatın İslâm düşüncesindeki yerini inceler. İlk olarak estetiğin bir bilim dalı olarak ele alınması gerektiğini savunan Arvasî, estetiğin yalnızca sanatsal bir alan olmadığını, hayatın her alanını kuşatan bir bakış açısı olduğunu ifade eder. Estetik, sadece sanatta değil, medeniyetin her unsurunda var olan bir olgudur. İslâm medeniyetinin estetik anlayışı da bu kapsamda ele alınmalıdır.
Arvasî'ye göre estetik, insanoğlunun güzellik arayışının merkezinde yer alır ve bu arayış, İslâm medeniyetinde "mutlak güzelliği" bulma gayretine dayanır. İslâm estetiğinde güzellik, Allah'ın "cemal" sıfatının bir tecellisi olarak görülür ve bu bağlamda estetik, sadece sübjektif bir algı değil, aynı zamanda ilahi hakikatlerin keşfi anlamına gelir. Arvasî, İslâm sanatkârının güzelliği ararken aslında Allah'ı aradığını, yaratılmışlardaki güzelliklerden mutlak güzelliğe ulaşmaya çalıştığını ifade eder.
Arvasî, estetiği bir ilim olarak tanımlarken, onun normatif bir bilim olduğunu, yani kaideler koymaya çalışan ve güzellik normlarını araştıran bir alan olduğunu vurgular. Ancak, estetiğin felsefi bir temele ihtiyaç duyduğunu ve insanın sübjektif dünyasını derinlemesine ele alması gerektiğini de belirtir. Estetik, İslâm medeniyetinde daha çok ilahi bir tecrübe, bir aşk ve vecd haliyle ilgili bir fenomen olarak anlaşılır ve bu anlayış, estetiğin sadece form değil, aynı zamanda ruhî bir tecrübe olduğu fikrine dayanır.
Arvasî, İslâm sanatının temel özelliğini “soyutluk” olarak tanımlar. İslâm sanatında figüratif tasvirler yerine soyut ve manevi bir anlatımın hâkim olduğunu ifade eder. Bu durum, İslâm'ın tevhid inancından kaynaklanır. Sanat, İslâm’da Allah’ın yarattığı güzelliklerin yansımasıdır ve bu nedenle sanatçı, fani olanın ötesinde bakmaya çalışır. Arvasî, İslâm sanatının Batı sanatından farklı olduğunu ve bu farkın Batı tarafından genellikle anlaşılamadığını belirtir. Batı sanatı, daha çok bireyi ve dünyayı merkeze alırken, İslâm sanatı Allah’ı ve manevi dünyayı merkeze alır.
18. yüzyıldan sonra Batı sanatında maddiyatçı yaklaşım öne çıkmış, bu sanat akımı kaosu ve ruhî savruluşu yansıtırken, Doğu sanatı aydınlık ve hikmet dolu eserler sunmuştur. Hegel, Yunan sanatının mükemmeliyetini bile bir eksiklik olarak değerlendirirken, Batı sanatında maddiyatın insan acılarını ve tutkularını sanat adı altında tabiri caizse yutturmuştur.
Arvasî, İslâm'da estetiğin metodunun nasıl olması gerektiği üzerinde de durur. Ona göre estetik, akılla değil, daha çok ruhla kavranabilecek bir şeydir. İslâm estetiği, Allah’ın yaratışındaki güzelliği yansıtır ve insanı daha derin bir anlam arayışına götürür. Sanatçı, bu güzellikleri keşfetmeye ve görünür kılmaya çalışır. İslâm medeniyetinde sanata bu sebeple büyük bir değer verilmiş ve sanatçılar toplum tarafından her zaman saygı görmüştür.
Sanatın bir ilim olarak ele alınması gerektiğini ifade eden Arvasî, İslâm sanatının sadece görsel ya da işitsel sanatlarla sınırlı olmadığını, hayatın her alanında estetik bir bakış açısının var olduğunu vurgular. Sanat, toplumun manevi değerlerini ve estetik zevkini şekillendiren bir unsur olarak görülür. Estetik, toplumun manevi ve kültürel yapısının önemli bir parçasıdır. Bu nedenle, İslâm medeniyetinde estetik, toplumun ahlaki değerleri ve inançlarıyla iç içe geçmiştir.
Arvasî, ayrıca İslâm estetiğinde mizahın da önemli bir yeri olduğunu belirtir. İslâm’da mizah, ölçülü ve ahlaki çerçeveler içinde kalmak koşuluyla hoş görülmüştür. Güzel sanatlar ve felsefe ilişkisi üzerine de duran Arvasî, sanatın insan ruhunu besleyen ve onu yücelten bir alan olduğunu ifade eder. Sanat, insanı Allah’a yakınlaştıran bir araçtır ve bu nedenle İslâm’da sanatın yeri büyüktür.
Sanat ve toplum arasındaki ilişkiyi ele alan Arvasî, sanatın bir toplumun manevi yapısını yansıttığını söyler. İslâm medeniyetinde sanatın bu kadar değerli olmasının sebebi de budur; sanat, toplumu manevi olarak besleyen ve şekillendiren bir unsurdur. Arvasî, İslâm sanatının hem bireyi hem de toplumu Allah’a yönelten bir gücü olduğunu vurgular.
Medeniyetlerin gelişimi sanatla iç içedir ve 15. ile 18. yüzyıllar arasındaki tarihimiz, dünyaya bu gerçeği göstermiştir. Hattatlarımız, ince ve derin duygularla sanatın gerçek sahibi olan Allah’a yüceltirken, camilerimizdeki ince el işçiliği, nakkaşlarımızın işlediği motifler ve ebru sanatçılarımızın çiçeklerle oluşturduğu ahenk, sanatımızın sadeliğini ve derinliğini yansıtır. Ancak son yüzyılda Batı’ya kayan şablonlar, ruhu acı ve ihtirasla doldurmuş, insanı ezen bir görgüsüzlükle komünizm ve liberalizm gibi akımlarla en aşağı seviyeye çekmiştir. Batı'nın bağrında açan bu diken ağacı, Müslüman’ın bakış açısına yabancıdır. Müslümanca yaşamak, sanatta tefekkür ederek Allah’a yaklaşmakla mümkündür. Çağımızda, özellikle teknolojiyle birlikte savrulan insanımız estetiği tekrar yakalamak için Allah’a giden yolu tekrar gönüllere nakşetmek borcundadır.
Malum, cinayetlerin, gayri ahlakî işlerin, çirkinliğin çoğaldığı bu dönemde, insanı “eşref-i mahlukat” yapan o asra geri dönmek, maddede aradıklarımızı mana ile tefekkür eleğinden geçirmeye başladığımızda, unuttuğumuz yahut çöpe attığımız tarihimizi, kültürümüzü, değerlerimizi yeniden hatırlayacak, tekrar ve yeni bir anlayışla inşa etmiş olacağız.
Bu bağlamda bize ait olan değerlerimiz Allah’a esaretle ve sanat ve estetik planda yeniden keşfedilmeli, madde yeniden etüt edilmelidir.
Aylık Baran Dergisi 33. Sayı, Kasım 2024