Sadettin Ökten köklü bir aileye mensup olup ablası Hümeyra Hanım, Cumhuriyet döneminin ilk kadın doktorlarından birisidir. Babası Celaleddin Ökten ise İmam Hatip okullarının kurucusu olarak bilinir. Sadettin Ökten Avrupa ve Amerika’da eğitim görmüş, teknik meseleler üzerine yüksek lisans ve doktorasını yapıp, profesörlük ünvanını almış, bir inşaat mühendisidir.

Hâlen şehir, medeniyet ve mimarlık üzerine seminer ve konferanslar vermektedir.

Ökten; Mümtaz Turhan ve Yılmaz Özakpınar’dan fikri olarak etkilenmiş, Yahya Kemal Beyatlı’nın şiirleri üzerinde ise medeniyet tasavvuru açısından izahlar yapmıştır.

Batı’nın teknik ilerlemesiyle Osmanlı'nın son 150 yılında ve Cumhuriyet'in kuruluşundan günümüze kadar Batı’nın tekniği hakkında birçok fikir ileri sürüldü. Bu fikirler topluca şöyledir:

- Batı’nın tekniğini alalım fakat kültürünü ve ahlâkını almayalım,

- Batı’nın tekniğiyle beraber kültür ve ahlâkını da alalım,

- Batı’nın ne tekniğini ne de ahlâk ve kültürünü alalım.

Teknik ilerleme, fikri ilerlemenin sonucudur. Yani teknik, fikirden doğar. Esasen tekniğini alıp kültür ve ahlâkını almamak mümkün değildir. Günümüz bunun ispatıdır. Batı'dan ne aldıysak, ister istemez kültürü de geldi.

Batı’yı bir çırpıda tek cümlede formülleyen Necip Fazıl, Batı'yı tarif ederken şöyle der:

“Roma nizamı, Yunan aklı ve Hristiyan ahlâkı.” Batı aynen bu ifade üzerine teknik ve fikri gelişimini sürdürmüştür.

Modern mimarinin babası kabul edilen Le Corbusier şehirleşme ve mimari de manastır ekolünü benimsemiş, seyahati döneminde keşiş gibi yaşadığı dönem olmuş ve Akdeniz medeniyetinden etkilenmiştir.

Tekniği taklit aynı zamanda kültürü taklittir. Corbusier, Osmanlı mimarisinden etkilenmiş fakat kendi inanç ve değerler sistemine göre yorumlamıştır.

Mümtaz Turhan, Yılmaz Özakpınar, Erol Güngör gibi isimler Batı'nın tekniği, kültürü ve ahlâkını alıp almama meselesi etrafında medeniyet teorisi geliştirmişledir.

Özakpınar; kültür ve medeniyet kavramlarının ayrı kullanılması sonucunda bütüncül bir medeniyet anlayışının ortaya konulamayacağını savunur. “Bir teori, ayrılıkları tasnif etmek yerine onları görünüşlerindeki ve içeriklerindeki farklılıklara rağmen aynı kavram altında açıklayabilmelidir” der.

Medeniyeti ahlâk ve inançla temellendirir.

Mümtaz Turhan ise Batı'nın bilimini almanın hiçbir zararı olmayacağına hatta devlete ve topluma güç katacağına inanır. Turhan'da medeniyet, bilimsel ilerleme olarak vardır. Bilim toplumu tasavvuru geliştirir ve açıkça bu sebepten dolayı Batılılaşmayı gerekli görür. Batılılaşırken, Türk kültürüne bağlı kalınmasını da ifade eder. Bunun mümkün olmadığı günümüzde apaçık ortadadır. Batıdan ne gelirse gelsin kültürüyle beraber gelir. Çünkü kültür; bilim ve tekniğin kullanma kılavuzudur.

Özakpınar, Turhan'ı bu açıdan dolayı sert bir şekilde tenkit eder ve medeniyet anlayışını hatalı bulur.

Bilim ve tekniği kültür bağlamında ele alan Özakpınar, Batı'nın ancak tecrübelerinden yararlanılabileceğini ifade eder. Bilgi ve inanç arasındaki ilişkiyi ise şöyle açıklar:

"Kesin bilgiye erişmenin mantıken mümkün olmadığı bir alanda, bir yanılma payı ile de olsa bir şeyin hakikat olduğu kabul ediliyorsa, bu kabul, bir inançtır."

Hakikati Allah'ın var ettiği bilgiler kadarıyla öğrenebiliriz ancak. Yani aslında Allah'ın bildirdiği ve anladığım kadarıyladır hakikat. Bundan dolayıdır ki mutlak alim Allah, yalnızca hakikati bilendir. Bizim bildiğimiz sadece hakikatin bir cüzüdür. Bu da hakikat olur mu, tartışılır.

Şu anki çatışma bilginin azlığından değil değerler sisteminin çatışmasından doğuyor.

Ökten, kendi değer yargılarımıza göre teknik ilerlememizi ve Batı’nın ise tecrübelerini aslına irca ettikten sonra kullanmayı savunur. Değerler sistemini ve kimliği şöyle tarif eder:

“Birey, bir değerler sistemini bilir, benimser ve bu sisteme inanır. Değerler sistemi, bireyin evrensel sorularına cevap vererek hayatına bir anlam ve gaye tanımlar. İnsan bu anlamı ve gayeyi gerçekleştirmek üzere belli tür eylemler yapar. Bu eylemleri ile inandığı değerler sisteminin kendisi ve “öteki” için görünür hale getirmiş olur. Bireye yaptığı bu eylemlerine göre bir nitelik izafe edilir ki ona “kimlik” diyoruz. Kısaca kimlik, eylemle ortaya çıkar, eylem de değere bağlı olarak biçimlenir veya değer eylemle görünür hale gelir.”

Sadettin Ökten'in medeniyet anlayışını anlamak için şu kısımlara dikkat etmek gerekiyor:

Şehirleri;

Revnaklı şehir: Yalnız akli ilkelere göre tasarlanmış,

Efsunlu şehir: Akıl, tefekkür, inanç esaslı planlanmış şehir olarak ayırır.

İstanbullu olmayı iki kısma ayırır;

Alt kimlik: Yalnızca bir semte aidiyet hisseden,

Üst kimlik: kendini İstanbul'a ait hisseden şahsiyet olarak ayırır.

Medeniyeti ikiye ayırır;

İhtiras medeniyeti: Modernizmin medeniyeti olarak tanımlar. Gürültü, kargaşa, kapitalizm… hakimdir.

İslâm medeniyeti: Genel itibariyle iyi, doğru ve güzel adına ne varsa İslam medeniyetini teşkil eder, der.

Medeniyet tasavvurunu öz ve biçim olarak ifadelendirir. Biçim, özün takipçisidir, der.

Tarihte yerleşik toplumları üç kısma ayırır;

Tarım, sanayi ve bilgi.

Modern dönemde şehirleri iki kısma ayırır.

İşlevsel şehir: Ekonomik ve sosyal ihtiyaçlara cevap veren şehirlerdir,

Simgesel şehir: İnsanın tekâmülünü sağlayan şehirlerdir.

Osmanlı medeniyet tasavvurunu iki kısma ayırır;

Nisbet ve iktifa.

Şehre bakışı üç kısma ayırır;

Silüet, doku ve üslup.

Terkip özelliklerine göre şehri üç kısma ayırır;

Hiyerarşik, üniform ve kaotik şehirler.

Kimliği ikiye ayırır;

Modernite kimliği: Seküler kaynaklı,

Müslüman kimliği: Vahiy kaynaklıdır.

Yukarıda sözünü ettiğimiz Sadettin Ökten’in medeniyet tasniflendirmesini detaylı bir şekilde misalleri ile izah edeceğim.

Bir şehre baktığımızda öncelikle fiziksel yapılarını/maddi unsurlarını görürüz. Bunlar cadde, meydan, dini anıtlar, ticarethaneler, hanlar, trafik levhaları, kaldırımlar, yeşil alan gözümüze ilk temaşa eden yapılardır. Bu yapılara hangi anlayış ile bakmalıyız nasıl değerlendirmeliyiz ve nasıl görmeliyiz? Sadettin Ökten bu sorulara cevap arayıp şehircilik anlayışını ortaya koyar.

İlk olarak şehrin “silüet”ine bakarız. Semayla olan ahengini veya uyumsuzluğunu inceleriz. Mesela klasik bir Orta Avrupa şehirlerine baktığımızda gotik katedrallerin çanlarını veya 16. yüzyıl Osmanlı payitahtına baktığımızda semayla ritim halinde olan Süleymaniye Camii’ni görürüz. Günümüz de şehirlere baktığımızda beton yığınlarını, düzensiz dağılan fabrika bacalarını görürüz.

İkinci olarak şehrin “doku”suna bakarız. Genelden özele doğru bakıyoruz. Siluetine bakarken tüm şehri görüyorken, şimdi bir mahallesine veya caddesine bakacağız. Mahallenin dokusunda kaldırımlar insanlara göre mi yoksa araçlara göre mi inşa edilmiş? Tabiatla iç içe halde ağaçlar, mahallenin kalbinde bulunuyor mu veya yeşil alan mevcut mu? Müstakil evler mi yoksa arka arkaya sıralanmış apartmanlar mı var? Cami, mahallenin merkezi yerinde mi yoksa bir köşeye itilmiş halde mi bulunuyor? Dükkanlar biçimsiz ve estetik kaygıdan uzak, yüksek sesle çalan müzikle müşteri çekmeye çalışırken, diğer insanların huzurlu dinlenme hakkını mı gasp ediyor? Mahalle sakinleri kaynaşmış mı yoksa herkes maddi sınıfına göre mi mesken tutmuş? Ve daha birçok ölçüyü ekleyebiliriz. Dokusu hakkında bilgi edinmek için bu ölçülere bakabiliriz.

Üslubun ikinci ölçüsü “kapasite”dir.

Araçların ve mekanların bir kapasitesi vardır. Mesela yol kapasitesi; yolun trafik akımını sağlamaktaki etkisidir veya hâkim şartlar altında belirli bir yol kesiminden birim zamanın içinde geçebilecek taşıt sayısıdır. Kapasiteyi aştığımız zaman trafik kilitlenir ve akmaz hale gelir. Mekanlarda da aynı kapasite vardır. Bir konferans salonunun alacağı insan sayısı bellidir. Fazlası ortamdaki temiz havayı hemen bitirir ve sıkıntılar baş göstermeye başlar.

Bu ölçülerle şehirlere bakarız ve şehirlerin birbiriyle uyum veya terkibini inceleriz.

Bazı şehirlerde hiyerarşik bir sistem vardır. Bir merkez var ve yapılar, o, merkez etrafında şekillenmiştir. Şehir birbiriyle tekâmül içindedir ve yapıların kargaşası ve karmaşası bulunmaz. Mesela Süleymaniye Camii inşa edildikten sonra, Süleymaniye’nin çevresine yapılan evlerin pencereleri, Süleymaniye’nin pencerelerinden daha küçüktür. Muhitteki yapılar, merkezdeki yapıya teknik ve estetik olarak tâbidir.

Bazı şehirlerde ise üniform sistem vardır. Mahalleler arası, ayırıcı unsur veya merkez bulunmaz. Mahalleler birbirinin aynısı gibidir. Donuktur ve gelişime açık değildir.

Diğer bir sistem ise kaotik sistemdir. Hiçbir ahenk, sistem, anlayış bulunmaz. Gökdelenlerin yanında gecekondular vardır. Kaldırımlar ve yollar birbirine girmiştir. Şehirde kaos hakimdir. Şu anki büyük şehirlerin yaşadığı buhran, kaotik olmasından kaynaklanıyor.

Bu sistemlerin hepsinde yapılar statik ve durağandır. Artık yapıların hareket kabiliyeti bitmiştir. Geleneksel mimarimiz hâkim olmadığı için, geleneksel mimariye ait ölçülerden bahsetmek hata olur şu anki mevzuumuzda. Halihazırdaki durumumuzdan bahsediyorum.

Ökten ortaya koyduğu şehircilik ve medeniyet anlayışıyla modernizm ve post-modernizm kıskacında sıkışan entelektüel kesime yol göstermektedir.

Not: Devamı gelecek.

Aylık Baran Dergisi 26. Sayı, Nisan 2024