Kalabalığın ortasında kavruk, esmer, cılız, kısaya yakın orta boylu bir genç eliyle göğsüne vurarak “Alemde bir ben! Var mı?” diye bağırdı. Yanlardan saçları seyrelmiş, patlıcan dudaklı, kepçe kulaklı bir şeydi. Semtin bütün yollarının kavuştuğu o kavşakta insan kalabalığı ve arabaların yoğunluğu ayrı bir keşmekeş oluştururken birdenbire, gencin ciğerlerini paralayarak kopardığı bu ses güya kabadayıca bir tavırdı. Genç, kalabalıktan sadece birkaç meraklı bakış celbetti, fakat insanlar hemen her zaman gördükleri bir şey görmüş gibi, başlarını çevirip yollarına devam ettiler.
Hemen karşımda ise ellilerini henüz devirmiş ve artık hayatta bir eşiği geçtiğini belli eden kır ve düz saçlı adam hariç herkes çoktan o genci unutmuştu bile. Adam inatla tanıdığı birine bakar gibi, gencin arkasından bakıyor, esner zayıfça çocuğun yürürken garip bir şekilde ellerini sağa sola savuruşunu çatık kaşlarla izliyordu. Gerçekten o genç bu haliyle bir maymunu taklit eder gibi, hareketler yapıyordu. Adam onu bir süre daha bu şekilde izledi. Dört bir yanından gelip geçen insanlara aldırış etmeden kalabalığın ortasında o şekilde duruyordu.
Delikanlının arkasından meşum bir şeyi süzer gibi, uzun bir süre baktıktan sonra gözleri sonbaharda sararmış bir yaprak gibi önüne düştü.
Adama onu tanıyacakmış gibi baktım, aslında bu semt küçük bir yerdir, ama şairin dediği gibi, “ana rahmi zahir” geleni alır, gideni alır, ben de onu buranın yerlisi olarak belki hatırlarım diyerek uzunca süzdüm, ama çıkaramadım.
O bu zamanın insanı değil gibiydi, nesli tükenmekte olan bir varlık olduğu her hâlinden belliydi. Kıyafetleri yeni değil, ama düzgün, temiz, birbiri ile uyuşturulmaya çalışılmış, titizlikle seçilmişti. Bizim neslimizin her türlü sakilliğine ters bir duruşu vardı. Ayakkabıları birçoklarının artık tercih etmediği tarzdaydı. Üzerlerinde en ufak bir toz yoktu. Çoklarının ayakkabıya yer paspası muamelesi yapmasına zıt bir şekilde cilalı ve temizdi. Ve de bütün bunlar onun yüzündeki ifadeye uygun bir tarz ile şekillenmiş gibiydi. Adam hayıflanır gibi kendine geldi, etrafına tekrar şöyle bir baktıktan sonra, yokuş aşağı yürümeye başladı. Gösterişsiz, âlâyişsiz bir yürüyüştü. Ayak uçlarına bakıyor, ona yol gösteren bir ışık veya çizgiyi takib ediyor gibi, yürüyordu. Şimdi bomboş bir kaldırımda bile rahat bir şekilde yürümek mümkün değilken o bunca kalabalık arasında kimsenin bakışlarına değmeden yürüyüp gidiyordu.
Sahi bu adam niye benim dikkatimi çekmişti? Neydi, ondan kendimi alamayış sebebim? Çoklarından farklı olması değildi, şimdilerde farklılık adına neler yapılıyor, ama hemen unutuluveriyor. Çünkü imrenilecek hiçbir tarafları yok onların. Adam yolun sonuna doğru kaybolup giderken önümden ben yaşlarda ellerinde pazar alışverişinden çantalarla yorgun argın bir adam geçti. Ne imrenirim ellerinde ekmek, alışveriş çantaları, evinin maişetini temin etmiş evine dönen adamlara. Dışarıdan dünyanın en mesud insanları gibi, gelirler bana. Onlar, kafalarında her türlü müşkülü halletmiş, hadlerini bilen, haddi olmayan şeye karışmayan, bildiğini yapan, bilmediğine girişmeyen, nerede ne konuşacağını ne kadar konuşacağını, nasıl davranacağını bilirlerdi. Evinin içini dışarı dökmez, dışardaki meseleyi evine getirmez, etrafında bir huzur hisarı kurmak için uğraşan adamlardır bunlar…
Hah, şimdi hatırladım o adamı. Evet, ben onu şahsen tanımıyordum. Ama çok yakından tanıdığıma da eminim. O, gerçekten de nesli tükenmekte olan bir türdü. Evvelden semtimiz değil, mahallemiz vardı. Bize her şeyden ve herkesten daha yakın olan bir mekân ve insanlardan müteşekkil, mücerred bir mefhumun adıydı mahalle. Ve de mahalle dediğimiz o şeyi var eden bu adamlardı.
İlk olarak bunlar belli bir yerden bir ehliyet almışlar gibi, yazılı olmayan ananevi bazı kaidelere uyar gibi, davranır, yaşar ve konuşurlardı. Endamlarından, yürüyüşlerine kadar kendilerine adam vasfını verdirecek bir hâl içinde olur, o şekilde, giyinir ve davranırlardı. Evvel zamanda gündüzleri kalemde, geceleri ceketi omuzunda atıp, fesini de bir kaşının üzerine devirdikten sonra kendi muhitine sahip çıkmaya memur külhanbeylerinin soyundandı bu adamlar.
Bu adamlar, sanki evvelden belli bir yaşa gelince bir yerlerden mezun olmuş gibi, hemen bu saydığım vasıflara bürünür, belli şeyleri yapar belli şeyleri katiyen yapmazlardı. Bir defa mahallelerinde olan biten her şeyden haberdar olurlardı. Bir esnafa, tanışına selam vermeden geçmez, hâl hatır sormayı ağız lakırdısı kabilinden bir iş gibi değil, muhatabının hâlini tedkik etmek, ondan gerçekten haberdar olmak için yaparlardı.
Bu adamlar evlerinde bir baba, evlad, sokakta sözüne, duruşuna itibar edilen kimseler olurlardı. Giyimi kuşamı, oturuşu kalkışı, konuşması düzgün olurdu. Şimdilerde kırk yaşında adamların yeni yetmeler gibi giyinmeye çalışmaları, en galiz ve bel altı konuşmaları âdet hâlinde yapmaları gibi bir durum mevzu bahis bile olmazdı. Mahallelerinin her şeyi ile ilgilenir, sahip çıkarlardı.
Ben o adamları daha ufacıkken tanımıştım. En ufak gevşek konuşmaları bile olmazdı. Kahvede bile şu şimdi meşhur olan “kahvehane ağzı” yoktu. Meseleleri ciddi konuşurlar, hâl hatır sorarken laubali olmazlardı. Birinin derdi varsa onunla gerçekten alakadar olur, aralarındaki şakalaşmalar bile bir seviyenin altına inmezdi. Ne çabuk kaybolup gitmişlerdi. Geride bu huylarını, âdetlerini, yaşayışlarını miras bıraktıkları kimse de mi olmamıştı.
Mahallede hiç mi marazlı insan tipi, zararlı ve etrafına huzursuzluk veren kimse yoktu? Elbette vardı; bunlar varsa da kendi işretlerini, insanları huzursuz edecek işlerini kıyıda köşede, mezbelelik ve kimsenin uğramadığı virane yerlerde yaparlardı. Bunlar azınlık ve dışlanmışlardı. Bütün mahalleli onları mimlemiş olurdu. Bunlar haşarat gibi en karanlık köşelere kaçarlardı. Kolay değildi millet içinde insanların huzurunu kaçıracak işler yapmak; böyle bir tip istediği kadar bileği kuvvetli olsun, bir edepsizlik yapacak olsa, pazardan dönen beli bükülmüş bir teyze bile hiç etrafından yardım dilemeden elindeki pazara çantasını oracıkta kafasına geçirirdi. Şimdi işler tersine döndü galiba, utanmaz, arlanmaz meydanda, efendi kuytularda.
Ne garip bir zaman! Sanki birdenbire bir yerlerden biten bir insan nesli ortaya çıktı. Bir nesil kendinden önceki neslin devamı olduğuna göre şu zamanın insanları kimin çocuklarıydı. Bu adamlar sanki kaybolup giderken, kendi huy, âdet ve yaşayışlarını da alıp gitmişlerdi. Kendileriyle beraber, geçmişe ait hatırladığımız birtakım güzelliklerini de beraberlerinde alıp götürmüşlerdi. Bir zaman amcamız, dayımız olur kulağımızı çekerler, bir zaman müşfik bir tebessüm olur, şefkatle başımızı okşar nasihat ederlerdi. Başınız derde girdiğinde, sadece abiniz ablanız, anne babanız değil, mahallenin bütün adamları sizin aileniz olur, hemen size sahib çıkarlardı.
Bu adamlar kendileri yok olup giderken rengini kattıkları mahalleyi de kendileriyle beraber sırtlayıp götürmüşlerdi sanki. İçlerinden biri şimdiki insanların arasına gelip otursa ve kendi meşrebince konuşsa ona emsali görülmemiş bir şey gözüyle bakacağız. Şimdi hafızamı yokluyorum da üzerinden o kadar da zaman geçmedi, bu adamlar ya gerçekten mahallelerini terk edip gittiler yahut bir köşede yeni hayatın ve âdetlerin hışmından kurtulmak için bir köşeye çekilmiş bekliyorlar.
Zaman bir sel gibi bizi sürükleyip götürürken bazen kaybettiklerimizin veya sahib olduklarımızın çok da farkına varamıyoruz.
Yol kenarındaydım. Artık bir kaldırımı bir tabure ile işgal edip karşıdaki çay ocağından çay söylemek tabii şeylerdi. Ben de oradaki taburelerden birine oturdum, o mesafeden ocakçıya işmar ettim. Oysa bu şekilde oturmak gayri tabii sayılması gerekirken, işte kendi keyiflerimizle insanların en tabii haklarını gasb edebiliyoruz. Sırf bu bile, benim hatırladığım bahçeli, asma altı ile kapatılmış hususi bir çıkması olan mekânlardan ne kadar uzaktı.
Çayım gelip daha ilk yudumu almadan benden biraz daha genç belli ki karı koca olacaklar, tam önümde pazar alışverişi çantaları, ekmekler elleri dolu bir şekilde durup, evlerinin bir köşesinde konuşur gibi konuşmaya başladılar. Manzaramı işgal ediyorlardı, ama hoş ben de kaldırımda onların yollarını işgal ediyordum. Çok geçmeden aralarındaki mahrem işleri konuşmaya başladılar ki, benim önümde olmaları bir yana gelip geçenler dahi başlarını çevirip onlara bakmadan edemediler. Artık bunlar bile tabii sayılıyordu. Şimdi usulünce gidip uyarsam güzel bir “sana ne!” yerdim herhalde.
Yüzüm ekşidi. Yokuş aşağı baktım. Gözlerim o adamı aradı. Belki o da şu hay huy içinde kendisine hususi bir köşe edinmiş çok lazım olmadıkça dışarı çıkmıyordu. Bir zaman gelir belki ben de öyle olacak ve bize zorla zerk edilmiş gibi dayatılan bu hayattan kaçacağım.
Aylık Baran Dergisi 35. Sayı Ocak 2025