Bu seminerimizde hukuk, demokrasi ve iktidarın kaynağı meselelerini ele alıp Başyücelik sisteminin neden yeni dünya düzeni teklifi olduğunu siyasî, hukukî, iktisadî vb. yönleriyle tahlile gayret edeceğiz.
20. asır boyunca dünyaya yön vermiş üç rejim var; komünizm, faşizm ve liberalizm. İlk ikisi çökmüş olup liberal sistem, emperyal güç olan ABD ve Batı’nın güdümünde hegemonyasını sürdürmektedir. Daha ziyade askerî güç ile ayakta durmakta olup kültür emperyalizmi ile de alternatiflerine hayat hakkı tanımamaktadır.
Siyasî liberalizmin ekonomik ayağına kapitalizm denir ve bu rejim teoride demokrasi ilkesine dayanır. Ancak demokrasi kavramının kullanana göre hizmet eden bir özelliği vardır.
1989’da Sovyetlerin çökmesiyle daha önce teoride iflas etmiş komünizmin pratikte de sonuna gelinmiştir. Çin ise Mao’nun ölümünden sonra peyderpey ılımanlaşarak sosyalist ve milliyetçi bir çizgide ve de dünya ticaretinde güç sahibi olur halde seyretmektedir. Rusya ve Çin’in halihazırda global kapitalist sisteme alternatif olacak bir teklifleri yoktur. Esasında Batıcı hayat çizgisi içine girmişlerdir. Batı’ya alternatif olan ve dinamizm taşıyan tek sistem İslâm kalmıştır.
İslâm’ın kendisi bir nizamdır. Yani İslâm cemiyet dinidir. Hem içi ve dışıyla insanı donatır, hem de kamu hukuku alanını doldurur.
Dünyada fikir ve eylem olarak İslâmcı hareketler var; ama sistemli ve devlet modeli olarak Başyücelik ilktir. Bu modeli Mütefekkir Necip Fazıl İdeolocya Örgüsü’nün kalbine yerleştirmiş olup onun yolunun takipçisi Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu da Başyücelik Devleti eserinde müstakil olarak incelemiş ve cemiyete tatbikine de talip olmuştur.
Türkiye’deki rejim anayasası, eğitim ve hukuk sistemi vs. kuruluşlarıyla beraber Batıcı bir çizgide dizayn edilmiştir. Ancak üzerimize zorla giydirilen Batı mukallidi bu gömlek Anadolu insanının bedenine uymamış, bütün uydurma denemeleri de akim kalmıştır. Gerek Türkiye’de yıllardır muhafazakâr ve Müslüman bir iktidarın bulunması, gerek başkanlık sistemine geçilmiş olması ve gerekse de global politikada aktif rol alınması üzerimize giydirilen Batı gömleğinin reddi anlamına gelmektedir. Ancak tam bağımsız yeni bir modelin yeterince idrak edilemediği ve rejim planında tatbikine geçilemediğini ifade edelim. Eski ve kokuşmuş rejim reforme edilip durmaktadır. Bu ise içeride köklü bir çözüm olmadığı gibi İslâm âlemine ve dünyaya deva sunmakta gecikmemize yol açmaktadır. Birçok değişikliğe rağmen bizde hâlâ Batı hukuku câridir ve hukuk eğitimi de Roma Hukuku temelli verilmektedir. Tüm eğitim sistemimiz, Batı’nın pozitivist ve rasyonalist anlayışına göre yürütülmektedir. Bu ise Müslüman halk olarak bize acilen kendi rejimimizi kurmayı ihtar etmektedir.
Hukuk Nedir?
Hukuk kelimesi, hak kelimesinin çoğuludur ve “haklar” mânâsına gelir. Gerçek ve doğruluk mânâsına gelen hak kelimesi, aynı zamanda Allah’ın bir ismidir. Hak kelimesi, hukuk kavramından daha kapsamlıdır. Hukuk kavramı kanunlarla yakın münasebet içerisinde zahirde tecelli ederken, hak kavramı vicdana dayanan bir dış olgudur. Şöyle de diyebiliriz: Hukuku iki mânâda kullanırız. En çok hukuk nizamı mânâsında kullanırız ki bu, objektif hukuk demektir. İkincisi ise “hak ve salahiyetleri haiz olma” mânâsında kullanırız ki, bu takdirde hukuk, sübjektif hukuktur. (Çağıl, 1961; 53)
Terim olarak hukuku ise şöyle tarif edebiliriz: Gerek fertler arasındaki ve gerek fertle cemiyet arasındaki menfaat münasebetlerini cebren tanzim eden kaideler bütünü.
Hukuk, ahlâkın pıhtılaşmasıdır. Hukuku besleyen ahlâktır ve devlet, hukuk kaidelerini koyarken toplumun ahlâkî kaidelerine uymaya mecbur... Aksi halde hukukun meşruiyeti olmaz ve hukuk zulme döner. Müeyyideye dayansa bile ortadan kalkmağa mahkûmdur. (Mirzabeyoğlu, 1989; 20)
Fikir ve ahlâkın kaynağı olan din, yani cemiyetin ortak inanç kaideleri hukukun da temelini teşkil eder...
Hukukun gayesi veya manevî ideali, adalettir. Adalet ya da toplumsal hakkaniyet talebi, hukuku, hukuk da devletin varlığını zorunlu kılar; bu silsiledeki her ciddi hata, cemiyet-devlet ilişkisinde mecburen bir zorlanma ve kırılma ve silsilenin düzgün bir şekilde yeniden kurulması ihtiyacını doğurur.
Aslında hukuktan daha kapsamlı olarak fıkıhtan bahsetmemiz icap eder. İmâm-ı Âzam’ın meşhur tanımı şöyle: Fıkıh, kişinin leh ve aleyhindekileri (hak ve yükümlülükleri) bilmesidir.”
Hukukun da nihaî gayesinin “insaniyet idesi” olmasına nazaran bir ölçüyü hatırlatmak gerekir: “Kişi kendini bildiğince Rabb’ini bildi.” “İnsaniyet idesi”ni nihaî hedef ve kıymet kabul eden anlayışın mutlak hakikatini temsil eden “Mutlak Fikir” ışığında, hukuku değerlendirmek zorundayız!... (Mirzabeyoğlu, 1989; 38)
Derinliğine fert ve genişliğine toplum hâlinde, “insan keyfiyeti”nin temsilcisi, mihrak şahsiyeti, Allah’ın Sevgilisi’dir!..
Böylece hukukun kaynağını, hangi şekilde tecelli edeceğini ve bizim de hak ve yükümlülüklerimizin neye istinad ettiğini işaretlemiş olduk.
Hürriyet Meselesi
Hürriyet meselesi özel ve kamu hukuku ile yakın alâkalıdır. Bu meselede biraz fikredince mutlak özgürlüğün olamayacağını hemen anlarız. Özgürlük, hem fert hem toplum ile bağlantılıdır ve bu alanları da belirleyen ideolojidir. İdeolojiler ve onlara nisbetle kurulan rejimleri tanımlama ölçütü, hak ve hürriyetler ile adalet ve eşitlik prensibini nasıl gerçekleştirdikleridir. Zaten hukuk da ideolojinin yani hayat tarzının bir yansımasıdır.
Toplumlar, hayat tarzlarına göre kendilerini özgür hissederler. Bir Amerikalının hürriyet algısıyla bir Pakistanlının aynı değildir. Bu açık bir hakikat ve o yüzden hiçbir ülkenin idare yapısı diğerinin kopyalanmasıyla oluşturulamaz. Toplumun genel inanç çerçevesi ve dünyayı tanımlama kriteri de diyebileceğimiz din, din ile içiçe ve esasta ondan doğan kültür ve din ve kültürün yansıması dil toplumlar arasında büyük farklılıklar gösterir ve bunların hukuk ve hürriyet anlayışı bambaşka rejim modellerinde kendini gösterebilir. En temel kıstaslarda bile farklılıkların olması tabiîdir.
Bugün bütün dünyaya “mahalle baskısıyla” dayatılan Batı modeline bir bakalım mesela. Liberalizm, fert hürriyetini ve ferdî teşebbüsü ön plâna çıkarması sonucu kapitalist bir zümreyi ve sömürgeleştirilen öteki ülkeleri doğurmuştur. Batı ve ötekiler mevzuu.
Batı için hürriyet ve demokrasi, kendi insanları için. O da kapitalist sistemlerine zarar vermemek şartıyla geçerlidir. Üçüncü dünya ülkeleri için geçerli değildir. Bunu John Stuart Mill, meşhur “Özgürlük Üzerine” eserinde açıkça belirtmiştir.
Hegel, “Tarih doğrusal gider, sürekli ilerler. Almanya ve Batı’da en mükemmel seviyesini buldu. Tarihin sonuna geldik. Tarih Batı’da zirve yaptı.” der. “Sosyal Darvinizm” tezi de Hegel’in görüşlerinin destekçisidir. Bu tezler, Batı’yı üstün ırk olarak kabul eder ve kendi dışındakileri sömürgeleştirmeye gerekçe yapar. İlim anlayışları dahî Batı merkezlidir ve onların ideolojisine göre şekillenir. Bizim üniversiteler ise bu hususu dert etmek bile istemez. Zira alternatif bir sistem kurmak zahmetlidir. İman ve aşk boyutu da olmayınca statükoya razı olunur.
İslâm’ın özgürlük anlayışı ise fert ve toplum arası dengeyi sağlar ve hak temellidir. Hak ise vazife ile birlikte düşünülmelidir. Sorumluluk taşımayanın hakkı da olmaz.
Demokrasi
Bu kavram, söyleyenin maksadına göre muhteva almaktadır, dolayısıyla istismara açıktır. Demokrasi, herkesin nemalanacağı süslü bir kavram hüviyetindedir.
Demokrasi, esasında bir muhteva ve rejim değil, bir metoddur. Kimin hükümet edeceği ve umumiyetle hangi gayelere hizmet edeceğini tayin etmeye yarayan pratik bir yoldur. Ancak artık Batı’daki egemen oligarşileri perdelemek maksadıyla kullanılır hale gelmiştir.
Demokrasi, metod mânâsının dışında muhteva kazanarak demokratik rejimler mânâsına da gelmekte ve Batı’ya ait liberalizmle beraber anılmaktadır. Onların üçüncü dünya ülkelerine demokrasi ihracı ise kendi emperyalist emelleri ve o ülkenin içişlerine karışmanın gerekçesi olmaktadır.
Hürriyetler bağlamında demokrasiyi değerlendirirsek şu soruda mesele düğümlenmektedir: “Hürriyeti yok etme hürriyeti olabilir mi? Eğer otoriter rejim kurmak isteyenlere hürriyet “gerçekten” tanınmayacaksa orada demokrasi yoktur. Demokrasi, kendini iptal edecek olan fikir akımlarına cebrî müeyyide uyguladığı an demokrasiden söz edilemez. Kendini de korumak zorunda olduğuna göre demokrasi lafazanlıklarına son verip ortaya konan nizama bakmalıyız.
Ayrıca demokrasi, isteyenin istediği gibi tanımladığı kullanışlı bir alet hükmündedir. Mesela Sovyetler Birliği, başından itibaren kendini “en mükemmel demokrasi” olarak tanımlamış ve bırakın Marksizmi, Marksizmin kendilerine has yorumundan başka hiçbir görüşe hayat hakkı tanımamışlardır. Çin de bugün bir demokrasi olduğu iddiasındadır, Kuzey Kore de, dünyaya demokrasi götüreceğim diye oligarşik bir yapının tetikçiliğini yapan ABD de. Demokrasi artık isteyenin istediği gibi kullandığı modern bir tabudur. Hülasa demokrasi modern zamanların kötülüklerinin maskesidir.
Mesela, aşağıdan yukarıya sorgulama ve hesap sorma/verme kanallarının açık olduğu bir krallık, bu kanalların kapalı olduğu demokratik rejimden daha iyidir. Cumhuriyet rejimi ve demokrasi söylemi altında zulüm rejimleri bulunduğu gibi, “hürriyetçi monarşi”lerin de bulunduğunu unutmamalıyız.
Demokrasi, eğer sayısal bir çoğunluk olarak ele alınırsa, çoğunluğun kamu hürriyetlerini ezecek bir baskı rejimi kurması pekâlâ mümkündür. Buna karşı Anayasa Mahkemesi gibi organlar oluşturulabilir. Ancak bu organlar da demokrasilerde sıkça vurgu yapılan “halkın iradesi”nin üzerinde bir yetkiye sahip olacaktır. Bu hâlde de demokrasi söylemlerinin çıkmazı görülmektedir.
İktidarın Kaynağı ve Mutlak Fikrin Gerekliliği
İktidarın kaynağı ve meşruluğu meselesi Mutlak Fikrin Gerekliliği ve kul açısından kurulamazlığı meselesidir. Ve sınırlı akıl ve sınırlı ömre sahip insanın mebde ve mead (başlangıç ve son) itibarıyla kâinat ve insanı izah edemeyeceği, Yaratıcı’yı vasıflarıyla tanıyamayacağı bedahet ifade eder. İBDA’nın “Varlık bildirebilme ile mümkün.” ve “Peygamberler olmasaydı medeniyet olmazdı.” tezlerini hatırlatmakta fayda var.
Her rejim, bir inanca istinad eder, dolayısıyla bir üst-varlık alanı oluşturup onu mutlaklaştırma durumundadır. Mutlak bir müteâl, rejimler açısından zorunludur. Mutlak’ın gerçeğini dinlerde aramak lazım, kendini Mutlak yerine koyar ve dinin yerine ikame olurken bilimsel ve rasyonel olduğunu iddia eden sahtekar ve ikiyüzlülerde değil. Mutlak’ın gerçeğinden bahseden dinlerden de tek tutarlı bütünlüğe sahip olan ise İslam’dır. Demek ki mutlak mânâda iktidarın kaynağı Allah’tır. İktidarın kaynağını ahalide, millette, insan aklında, doğal hukuk vs.’de gören görüşler işin temeline inemeyip birçok çelişki barındırmaktadır. Ayrıca bu görüşler ilahî olana boyun eğmekte zorlanır ve kabul etmezken, kendi rejimleri gereği ister istemez kula kulluğa yol açmaktadır. Zira insanın kendi fikrine tapmasına yol açtığı için sadece insana dayanan düşünce putperest düşüncedir. İnsan putlaştırmaya meyilli bir yaratıktır. Partisini, liderini, sevdiği bir şeyi abartır ve mutlak doğru kabul eder. Onun için “Şeyh uçmaz, müridi uçurur.” denmiş. İnsanın aşkın bir varlığa tâbi olması gerekir. Bizim inanışımıza göre aşkın varlık Allah ve dolayısıyla ondan gelenlerdir, yani Kur’ân ve Sünnet’tir. Bizim Mutlak’ımıza itiraz edenler ise kendi mutlaklarını ortaya koymaktadır; Karl Marks, Adam Smith, Hegel vs. gibi.
Müslümanlar birbirine Allah ve Resûlü emirleri çerçevesinde tâbi olurlar. Ancak istikameti gösteren lider olur, liderin keyfine göre istikamet değil. Bir kişinin çok bilgili veya filozof olması onun haklı olduğunu göstermez. Düşünce adamının ortaya koyduğu dil ve diyalektiğine karşı onu test edecek üst dil-üst diyalektik gerekir. Ayrıca yukarıda da belirttik, insan bir milyon yıl yaşasa yine mutlak olamıyor. Özetle bütün aklî, hissî ve tecrübî deliller hukukun ve devletin kaynağının “Mutlak Fikir” olduğuna işaret ediyor.
İnsan ve toplum için değişmez sabiteler ve değerler vardır. Ahlâk, adalet, iyilik, doğruluk, hakkaniyet, eşitlik, din ve vicdan hürriyeti, insan onuru, temel hak ve vazifeler, emniyet ve masuniyet (dokunulmazlık) gibi. Bütün bu değişmezleri Kur’ân ve Sünnet’e göre izah edenler, değişen akıllara (filozoflara) göre izah edenlerden daha tutarlıdır.
“Her an kendini oluşturan şuur süzgeci ile Mutlak Fikir kurulamaz!” gerçeği bizi Mutlak Fikre bağlı Başyücelik Modeli’nin lüzumuna vardırır. Sabitelere bağlı ve çağının yeni ihtiyaçlarına da çözümler sunan yenilikçi fikrimizdir ki, yeni dünya düzeni teklifi olarak “Başyücelik Devlet Modeli”dir.
Devletin Farz Oluşu
İslâm devletinin liderine halife veya imam denir. Üç kişi dahi bir yola çıktığında bir baş seçmek zorunda olduğunu belirten hadisi hatırlatalım. Çünkü bu şekilde ihtilaftan ve “benim dediğim olsun” tefrikasından kurtulunur.
Hilâfet ve imâmet şer’i bir farzdır. Şeriat onu her Müslümana vacip kılar, herkesi ona muhatap kılar.
Allah Resûlü Müslümanlardan siyasî bir birlik meydana getirdi. Bu devletin reisi de kendisi oldu.
Kur’ân ve Sünnet’i Müslümanlara uygulayacak ve onları İslâm sınırları içinde idare edecek birine şiddetle ihtiyaç vardır. Allah Resûlü Müslümanları siyasî bir birlik olarak görmüş ve şöyle buyurmuştur:
“Bana itaat etmeniz Allah’a itaattendir. İmamlarınıza itaat etmeniz de bana itaattendir.”
“Kim itaatten çıkarsa kıyamet gününde dayanağı olmadan Allah’la karşılaşır. Ve, kim boynunda bir biat olmaksızın ölürse, cahiliyet ölümüyle ölmüştür.”
Bütün bu nasslar Müslümanların siyasî bir birlik olmalarını ve şartlarını taşıyan birine biat etmelerini ihtar ediyor. Tek bir ümmet olmak, bir devlet altında toplanmak bizden istenmiştir.
Müslümanların hepsi tek bir ümmet olduklarından dolayı kendilerine yalnız bir kişiyi seçerler. Birden fazla kimseye biat etmeleri caiz değildir. (Havva, 199?; 309)
Şu hususu da burada hatırlatalım. Tarih boyunca Müslümanlar kurdukları devlete “İslâm devleti” demekten sakınmışlardır. Zira İslâm, devletle veya herhangi bir şeyle özdeşleşemez. İslâm esaslarına dayalı devletler, genellikle kurucu ailelerin isimleriyle anılmıştır. İslâm devleti gibi bir isimlendirme, sanki devletin zatı İslâm’ın kendisiymiş gibi tahdidi bir mânâya yol açmasının yanında, ortaya çıkan her olumsuzluk da İslâm’ın imiş gibi bir mânâ doğurur. Sıfatla isimlendirme gibi bir hafifliğe düşmemek için “İslâmî Devlet” yani “İslâm” isminin bir ekiyle “İslâmî” diye kullanılmasından da sakınılmıştır. (Mirzabeyoğlu, 2004; 223) Devletimizin isminin “Başyücelik” olması hem yukarıda saydığımız edeb ölçülerine riayet hem de devletlerin “idare şekilleri”nin onlara isim olması bakımından da hem doğru ve hem de güzeldir. (Mirzabeyoğlu, 2004; 223)
İslâm bir idare şekli değildir; Başyücelik ise İslâm’a nisbetle kurulmuş bir idare şeklidir. “İslâm’da idare şekli yok, idare ruhu vardır.” ölçüsünü hatırlatalım.
Şiîlerin kurduğu İran devletinin başına İslâm kelimesini eklemeleri ise yukarıda saydığımız dinî incelikleri anlamama ve Şiîliklerini İslâm kelimesiyle örtme ve ekseriyeti teşkil eden Sünnî dünyaya propaganda amaçlıdır.
Başyücelik Devleti
Üstad Necip Fazıl’ın İdeolocya Örgüsü eserinde “Devlet ve İdare Mefkûremiz” bölümünde sunduğu Başyücelik Devlet Sistemi seçkin ve çilekeş insan kadrosunu ön plâna çıkarır ve ehliyete ehemmiyet verir.
Bu modelde Yüceler Kurultayı, Başyüce ve Başyücelik hükümeti vardır. Başyüce, Yüceler Kurultayı içinden seçilir ve karşılıklı birbirlerini denetlerler ve ancak ağır şartlar içinde birbirlerini feshedebilirler. Bir fikir manzumesine inanan ve seçkin insanlar topluluğu olacağı için çatışma ihtimalleri azdır. Üstad’ın ifadesiyle, “Yüceler Kurultayı vicdan, Başyüce irade”dir.
Başyücelik hükümeti ise meclis dışından seçilir ve doğrudan Başyüce’ye bağlıdır. Başyüce, yürütme ve yargının başıdır. Bu da devlete hızlılık ve ahenk kazandırır. Yasama organı olan Yüceler Kurultayı 101 üyeden oluşur ve altında namzedler kadrosu vardır.
Yüceler Kurultayı üyeleri en başta Müessisler Meclisi tarafından oluşur. Yüceler Kurultayı; seçkin, ehliyetli, dürüst ve çalışkanlığıyla nüfuz etmiş millet ileri gelenlerinden oluşur. Yüceler Kurultayı bu vasıftaki fertlere namzetlik unvanı vererek meclisin boşalan üyelerini yeniler. Meclisin duvarında “Hakimiyet Hakk’ındır” düsturu yazar ve Allah korkusu içindeki fertler devleti yönetir. Kokuşma ve pörsüme alâmetleri gösterenler ise Kurultay tarafından namzetlikten ve meclis üyeliğinden çıkarılır. Ehliyet ve basirete göre hiyerarşi oluşturulur ve buna göre mekanizmalar kurulur.
Başyücelik modelini diğer tüm rejimlerden ayıran en önemli fark, seçimle gelmeyen, herhangi bir çıkar grubuyla veya sınıfla bütünleşik ya da iltisaklı olmayan üyelerden teşkil edilecek Yüceler Kurultayı’dır. Seçimle gelmediği için popülizm ve oy avcılığı peşinde koşmayacak, yasama ve denetleme vazifeleri dolayısıyla pasif değil bilakis her an etkin olacak, kendi mensuplarını kendi seçecek bir meclistir bu. Gerektiğinde Başyüce’yi görevinden azledebilecek, yapacağı kanunlarla bütün ülkeye yön verecek merkezî organ. Oligarşiye kayma tehlikesini önlemek için de üyelik kriteri olarak her şeyden önce iyi bir Müslüman olmak, yani faziletli ve Allah korkusu taşıyan bir insan olmak şartı getirilmiştir. Bir menfaatçinin içine giremeyeceği, girse bile barınamayacağı bir topluluk. Hülasa bütün Başyücelik sisteminin nihai dayanağı Yüceler Kurultayı’dır.
Başyücelik sisteminde Halk Şurası vardır ve burada seçimler söz konusu olur. Toplum katmanlarındaki tüm işlerin aksayan tarafları Halk Şuralarında yani Halk Divanlarında masaya yatırılır ve denetlemeden çıkan sonuç yaptırım gücüne kavuşur. Zira milletin en altındaki ferdi, milletin en tepesindeki ferdin bir öğünde kaç tabak yemek yediğini dahi sormak hakkına sahiptir. İslâm hukukuna sımsıkı bağlı olan Başyücelik rejiminde “la yüs’el” yani yaptığından sual olunmaz kimse yoktur, bu kişi isterse Başyüce olsun. Halk şurası, sistemin bütün toplum kesimleriyle daimi ve canlı bir irtibatı olacaktır.
Çağımızda İslâmî düşünceyi sistem çapında temellendiren Mütefekkir Necip Fazıl, en ileri toplum olan Allah Resûlü ve sahabîlerin devrine en yakın bir devlet modeli olma gayesiyle Başyücelik Modelini çizmiştir.
İBDA’nın temel ölçülerini bilmek, Başyücelik Devlet Modeli ve onun ardındaki düşünceyi tanımak açısından önemlidir. Burada kısaca bu beş ölçünün isimlerini sayalım: Sır idraki, dışa bakış, muradı kestirebilmek, şehidlik şuuru, işi ehline vermek.
Kuvvetler Ayrılığı
Başyücelik’te kuvvetler ayrılığı prensibi benimsenmiştir. Kök ideolocya etrafında kurulan bir sistem olduğu için kuvvetlerin birbirine şüphe ile bakması söz konusu değildir. Ancak insanoğlu çiğ süt emmiştir. Bu sistem de sağlam kazığa bağlanmış, madde ve ruh birlikte ele alınmıştır. Başyüce ile Yüceler Kurultayı arasında bu modelde kurulan denge, kuvvetler ayrılığı veya birliği meselesini çözer niteliktedir. Öbür kurumlar da Başyüce’ye bağlıdır zaten. Bu rejimde nefsani çekişmelere yer yoktur ve bu çekişmeleri önleyecek olan da Yüceler Kurultayı’dır. Her biri mevzu sahibi, samimi Müslüman 100 kişinin yanlış üzerinde birleşemeyeceği faraziyesinden yola çıkılan Yüceler Kurultayı düşüncesi, nefsani çekişmeleri daha baştan engellemektedir. Başyüce ile Kurultay arasında çok zayıf da olsa çatışma ortaya çıktığında, meclis 4’te 3 oy oranıyla Başyüce’yi azledebilirken, Başyüce de meclisin % 40’ını yanına alarak referanduma gidebilir ve eğer halktan destek görürse Yüceler Kurultayı’ndaki diğer % 60’ın üyeliğini düşürebilir. Destek veren % 40 ise yerinde kalır. Meclis hiçbir zaman tamamen tasfiye edilemez. Kalan % 40 üye, eksik üyeleri tamamlar ve meclis gene aynı sayıya ulaşır.
Bürokrasi Meselesi
Vurdumduymazlık, nemelazımcılık toplumları ve devletleri tehdit eden bir tehlikedir. Hele hele maaş garantisi ile devlete sırtını verenlerin, devleti hepten hantallaştırdıkları ve çağımızda “bürokratik oligarşi”den sıkça şikâyet edildiği malumdur.
İslâm Devleti’ni ilk teşkilâtlandıran Hz. Ömer’in idareciler üzerinde ne kadar ehemmiyetle durduğu, bugün de son tahlilde şikâyetçi olduğumuz insan unsurunun ehemmiyetini gösterir. Öyle ki, bir sistem iyi olsa bile vurdumduymaz kadrolar elinde zulme dönüşebilir.
Ehliyet ve şeffaflığa önem veren Başyücelik rejimi, Allah ve Resûlü korkusu altında, devleti ve milleti emanet gören bir anlayışla sistemini kurmayı en başa almıştır. “Yüce” kelimesi boşuna seçilmemiştir, işin düğümü buradadır.
Kötülüklerin hızlı yayılmasına karşı, suyun başı tutulduktan sonra, iyiliklerin de hızlı yayılacağını, şimdiki gibi mal-makam ve koltuğa özenilmek yerine, iyi, doğru, güzel gibi meziyetlerin baştacı edileceğini, uzak ihtimal ve kuru bir temenni olarak değil de, yakinen hissederek söylüyorum. Allah ne gösterir bilmem, bilemem, ancak biz bunu diler ve duayı icrada ararsak Allah’ın vereceğine de inanmalıyız...
Asıl cari sistemin oligarşik olduğunu ve demokrasinin sadece resmî uygulamalarda ve kanunlarda ortaya çıkan bir dış görünüş olduğunu ortaya koyan Robert Michels (1876-1936) “Oligarşinin Tunç Kanunu” adlı teorisini geliştirmiştir. Örgütlenme olan yerde bürokrasinin tabiî olarak zuhur edeceğini ve bununla başa çıkmanın zor olduğunu iddia eder. (Eryılmaz, 2013; 267)
Bürokrasi ile en başta hizmeti sevdirmek olmak üzere, maddi-manevi yöntemlerle mücadele edilebilir, Başyücelik sisteminin varlık sebebi manevi değerler olduğu ve devletin de bu hiyerarşiye göre kurulduğu düşünülünce bürokrasi başından engellenmiş olur. Gerisi ise maddi tedbirlere bakar. Yine de bürokrasi tüm devlet için önemli sorundur. Zira tepedekiler de rehavete düşebilir. Din büyüklerinin uyarıcı rolleri devreye girer.
Başyücelik ve Başkanlık Sistemi
Başyücelik modeli kendine özgü bir sistem olduğu için herhangi bir şablona oturtulamaz. Büyük Doğu-İbda dünya görüşüne odaklanıp, teklif ettiği modeli hem teoride hem de pratikte iyice anlamalıyız. Zira, bu model mevcut sistemlerin iyi taraflarından istifade etmiş, kötü taraflarını dışarıda bırakmış, bütün İslâmî devlet tecrübelerini süzmüş ve ondan sonra ortaya konmuş yeni bir sentezdir.
Yine bir karşılaştırma yapmak gerekirse, benim kanaatimce Başyücelik sistemi, Yüceler Kurultayı ile Parlamenter sisteme benzer iken yürütmeye ehemmiyet vermesi ve Başyüce’nin tek başı temsil etmesi bakımından Başkanlık sistemine daha yakındır. Her şeyden önce öbür sistemlerde manevi yön eksiktir ve bunun devlet ve topluma katacağı hız çok farklıdır. Orijinal bir sistem olan Başyücelik’in başka sistemlere benzetilmesi de doğru değildir. Şunu da ifade edeyim, mevcut sistemlerin devamlı buhran ürettiğini, bir modelden başka modele, bir şekilden başka şekle geçtiğini hatırlatalım. Dünyada hakim olan artık kaos olmuştur. Kaosu üreten sistemler olup, Başyücelik sisteminin kök ideolocya ile toplum ahengini sağlayacağı söylemi abartı olmaz. Mevcutlar üzerinden düşünmeye alıştığımız için bir an önce bu alışkanlıkları bırakıp Başyücelik üzerinde yoğunlaşmamız ve onun toplumun ve çağın sorunlarını ne kadar temelinden tesbit edip çözümler ürettiğini incelememiz gerekiyor.
Başyücelik’te İktisad, Paylaşım ve Gelir Dağılımı
Çağımızın en büyük sorunlarından biri de gelir dağılımındaki adaletsizliktir. Müslüman ülke olmamıza rağmen bizde de gelir dağılımında önemli adaletsizlik vardır. Bunun sebebi, İslâmî bir rejim olmaması ve İslâm’ın kardeşlik ve paylaşım olgusuna karşı modernizmin bencillik ve köşeyi dönme anlayışının daha yaygın olması ve sistemin de buna dönük olmasıdır. Başta on yedi yıldır muhafazakâr hükümet olsa bile sistemin çarkları maalesef böyle işlemektedir.
Başyücelik sisteminde zenginlik, popülerlik, nüfuz gibi şeyler baştacı edilmeyeceği için rant ve çıkar sınıfının doğmasına da müsaade edilmez. Toprak rantına engel olucu tedbirler alınır; mesela 1850’lere kadar zirai alanlar devletin malıydı ve alım satıma konu teşkil edemezdi. Hatta çoğu yerleşim yeri de aynı pozisyondaydı. Şehirlerde oturan insanlar devlete 19. Asrın ortasına kadar evlerinin arsaları için mukataa/ecrimisil öderlerdi ve bu arsaları satamazlardı. Osmanlı’dan ve diğer İslam devletlerinden toprağa dayalı oligarşik oluşumların çıkmayışını burada aramak lazımdır. Yani zirai toprak üzerindeki özel mülkiyet kutsal olmadığı gibi Hz. Ömer’in içtihadına da uygun değildir, gerekirse makul bir bedel ödenip kaldırılabilir.
Ferd hürriyeti ve ticaret serbestisi vardır. Ancak sermaye urlaşmaya başladığı an hemen müdahale edilir. Ticaret helaldir ve teşvik edilir, ancak tekelleşmesine ve kapitalist bir sınıfın doğmasına müsaade edilmez. Ticaret ve büyüme için sermaye gereklidir ve teşebbüs sahipleri şarttır. Marksizm gibi herkese tek tip elbise giydirmek ne insanın fıtratına uyar ne de toplumun yapısına. Başyücelik’te karşı olunan husus gelirin belli ellerde temerküz etmesi ve kazancın topluma yayılmamasıdır. Bu hususta maddi ve manevi tedbirlerin alınması modelin temel ilkesidir. İslâm’ın emirleri icabı faiz yasak ve zekat şart olup, İdeolocya Örgüsü’ndeki dokuz temel prensipten biri de “Sermaye ve Mülkiyette Tedbircilik”tir. Mesela, vakıf kuruluşları sermaye çevrelerinin haddini aşan gelirleri için önemli bir alternatiftir. Vakfeden için manevi bir tatmin olurken toplum için yardımlaşma ve dayanışmaya vesile olur. Tarihteki örnekleri gibi vakıflar canlandırılacak ve hayatın içine sokulacaktır.
İslâm toplumunda fakir ve zengin olacaktır. Zira çalışan-çalışmayan, girişken olan-olmayan farkı bunu icap ettirir. Ancak fakir ile zengin arasında derin ayrılıklar olmayacaktır. Kapitalist toplumlarda gelir dağılımı piramit şeklinde olurken, İslâm toplumlarında yumurta şeklinde olup üst tabaka ile alt tabaka arasında uçurum söz konusu olmaz. (Genç, 2018) Başyücelik Devleti gelir adaletini sosyal, siyasî ve ruhî tedbirlerle sağlamak vazifesindedir. “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” şeklindeki Peygamber buyruğu bunu gerektirir.
Mutlak Fikre bağlı olmayan rejimlerin kula kulluk ettiklerini söylemiştik. Bir misal verirsek: Liberal devlet anlayışında mülkiyetin mutlak hak olması neticesi böyle bir durum doğmaktadır. Prof. Dr. Ayferi Göze’nin tesbitiyle verelim: “Bireysel mülkiyetin zamanla kapitalist mülkiyete dönüşmesi sonucunda, mülkiyet, BİR İNSANI DİĞERİNE TÂBİ KILAN bir araç durumuna gelmiştir. Modern çağın gelişen kapitalist ekonomi düzeni içinde tekeller ekonominin çeşitli alanlarında hükümranlıklarını kurmuşlar ve tüm ekonomik hayata hükümdar olmuşlardır.” (Göze, 2017; 425)
Liberal devlette sosyal-ekonomik demokrasi gerçekleşmiyor. Eşitlik ilkesi ise kapitalist zümrenin lehine işliyor. Yasal eşitlik ilkesi ise şans, fırsat ve imkân eşitliği meydana getirmiyor ve “sosyal devlet” anlayışına dönülüyor. Bunun aslı ise Başyücelik’te.
Sonuç ve Değerlendirme
Üstad’ın, “aydınlar aristokrasisi” ismini verdiği üstün ve çilekeşlerden oluşan aydınlar topluluğu Başyücelik rejiminin dayandığı sınıflar üstü bir sınıftır. Kur’ân ve Sünnet’e bağlı ve içinde yaşadığı toplumu bilen fikir ve aksiyon adamlarından oluşur. Bu durum, Başyücelik rejiminin “hukuk devleti” vasfını ve diktatörlüğe kapalı olduğunu da gösterir.
Modernizmin bilhassa muhafazakâr nesilde açtığı değer kaybı, iktidarın bunu seyretmesi ve bu gidişattan duyulan memnuniyetsizlik gibi hususlar büyük değişimi şart kılmaktadır. Karşı tarafın ve şımaran Kemalistlerin ne istediğinden ziyade inkılâp çapında bir değişimden yana olanların istediğini bilmesi önemlidir. Bu şartlar altında ise Başyücelik modelinin kurtarıcı reçete hüviyeti daha bariz olmaktadır. Dünyada kan dökmeden büyük değişimlerin olduğu da vaki değildir. Devrim, bedel ister. Yeni devirde ise bugünden farklı düşünüleceğini ve nice olmaz denen şeylerin tabiî karşılanacağını ifade edelim. Toplumun seviyesine göre tedricîlik ilkesi gözetilirken aynı zamanda kartopu misali hayırda ilerleneceğini ifade edelim. Kötülüklerin aleniyetinin engellenmesi ve içimizdeki mikropların tecridi bunu sağlamaya yeterlidir.
İktidar koltukları kaymak yeme yeri değildir. O makamlara emaneti taşıma şuurundaki insanlar oturduktan sonra içeriden ve dışarıdan gelen belalar imha edileceği gibi dünyadaki 1,5 milyar Müslüman ile kenetlenme yolları da canlanmış olacaktır. Ondan sonra kartopu misali bir güç ile dünya dengesinin değişmesi kolay ve hızlı olur. İdrak etmemiz gereken mesele şudur: İslâm inkılabında kaldıracın dayanak noktası Türkiye’dir ve Başyücelik modeli dengeyi lehimize çevirecek yegane ağırlık merkezidir. Başka da şansımız yoktur.
Kaynakça:
Çağıl, Orhan Münir, Hukuk Başlangıcı Dersleri, İstanbul Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 1961.
Eryılmaz, Bilal, Kamu Yönetimi, Umuttepe Yayınları, Kocaeli, 2013.
Genç, Mehmet, Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2018.
Göze, Ayferi, Siyasal Düşünceler ve Yönetimler, Beta Yayınları, İstanbul, 2017.
Havva, Said, İslâm, trc. Said Şimşek, İkbal Yayınları, Ankara, 199?.
Mirzabeyoğlu, Salih, Hukuk Edebiyatı, İbda Yayınları, İstanbul, 2004.
Mirzabeyoğlu, Salih, Hukuk Edebiyatı, İbda Yayınları, İstanbul, 1989.
Baran Dergisi 673. Sayı
05.12.2019