Hz. Hamza (r.a.) gibi bir büyüğü şehit eden Hz. Vahşi’yi affeden Peygamberimiz, böylece kıyamete kadar örnek alınacak bu davranışı ile İslâm’a teslim olmuş bir Müslüman’ın kendisinin nazarındaki değerini de ihtar eder. O, amcasını şehid eden kişiyi Müslüman olduğu için affeder.

Şimdi kendi kendimize soralım: Aynı olay bizim başımıza gelse nasıl davranırız?

Bir an için düşünüp verdiğimiz cevabı kıyaslayacak olsak, içinde bulunduğumuz hâlin vahameti daha net ortaya çıkar.

Maalesef dün ne söylenmişse bugün de aynını tekrarlamak durumundayız.

“Aramıza katılmamaya sebep gösterebilecek hiçbir mazerete açık kapı bırakmamak için tekrar belirtelim ki; kim pazarlıksız Allah ve Resûlü diyorsa biz ondanız ve o da bizdendir. Bizim gibi dar çerçevelerini tepeleyecek ve kaleme aldığımız bu deklarasyona imza atabilecek olanlarla hiçbir meselemiz olamaz. Dar çerçeveler içinde kendilerine yönelttiğimiz doğru tenkitler de, üzerinde ‘Girilmez!’ yazılı levha olarak kalır.” (1)

Üzerinde “Girilmez!” yazılı doğru tenkitler her zaman için bir Müslüman’ın diğer Müslüman’a karşı aslî vazifesidir. Bu vazife bizzat Allah Resûlü tarafından da tebliğ edilmiştir. İBDA’nın ortaya koyduğu “kendinden zuhur”un da bir gereğidir.

“Bir kötülük gördüğünüzde onu elinizle düzeltin. Eğer buna gücünüz yetmiyorsa, dilinizle düzeltin. Eğer buna da gücünüz yetmiyorsa gönlünüzle buğz edin. Bu da îmanın en zayıf derecesidir.” (2)

Hareketin bünyesini tahrip etmeye yönelik “haset/fesat karışık” her teşebbüs akim kalmaya mahkûmdur. Bu davanın her ferdi geçmişten günümüze kadar kendince bir bedel ödeyerek bu günlere gelmiş insanlardan oluşmaktadır. Verilen mücadelede gelinen yol “yok” sayılamaz. Falanları filanları kötülemek, olmadık karalar çalarak “yol” yürümek mümkün değildir. Başkalarını kötüleyerek “iyi” olunmaz. Her şeyden önce “sen” iyi olacaksın!

İyiliğin alâmetleri nelerdir? Önce samimiyetini ispat edeceksin. Çünkü samimiyetin hakikatine mensup bir lidere bağlılık bunu gerektirir.

Onun çizdiği rotada ilerleyeceksin. Edepli olacak, “hadlere riayet edeceksin”. Peygamberimiz, “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” (3) diyor… Biz ne yapıyoruz? Öbür dünyada da açıkgöz olup sıranın önüne geçecekmişiz gibi davranıyoruz! Bir insanın doğru şeyleri bilmesi, o insanı doğru yapmaz ki... Çünkü, “bilmek, yapabilmenin aynı değil”. Ne yapıyorsun, ne yapıyoruz? Bol keseden ahkâm kesiyoruz. “Şu çöpü şuradan kaldıralım.” dense, “Benim vazifem o değil ki!” ayaklarına yatıyor, kara çalmaya devam ediyoruz. “Kanadın birini ben oluşturdum, diğerini de sen oluştur uçalım!”

Olmaz! Niye?
Kendi yaptıkların kutsal(!). Başkalarının yaptıkları kötü!

Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethetti ya! Güzel misal! Herkes Fatih olmak istiyor! At’ın b.kunu temizlemeye talip olan yok!

İsmin çıkmış ne güzel. Sen de bizdensin. Ama, düşman başına bela olma değil de dost ayağına çelme takma peşindesin.

Ne yapacağız? Orijinal bir şey yumurtlayalım! Konuşarak kazanım (!) elde ediyoruz.

Adalet, merhamet, mücadele duygusuyla üç dört kişi bir araya gelip bir tavır geliştirebiliyor muyuz? Mevzumuz ne?

“Fikir sahibi olmak, terkibi hükümleri öğrenip her şeyi yerli yerine koymak” değil mi?

Fikirler şahıslara egemen olur.
“Ruh ve onun emrinde kol. Düğüm burada”
“Ben” duygusunu ortadan kaldır.

Fikre egemen olduğunu sanan insan, kendi egosuna teslim olur. Öyle olunca, “Benim doğrum iyi, seninkiler yanlış.” mantığı bütün benliğini kaplar.

“O kötü, bu kötü” iş dedikoduya döner.
Tabiî dedikodu ile de bir yere varılmaz.  
Gıybet harmanından elde edilecek hasattan bir halt olmaz!
 
Kaynaklar

1-
Kavgam Salih Mirzabeyoğlu İBDA Yayınları 1987, 1.Cilt Sh.45 “Deklarasyon”
2-(Tirmizî, Fiten, 11; İbn-i Mâce, Fiten, 20) hadîs-i ...
3-
(Ahmed İbni Hanbel, 2/381; Hakim el. Müstedrek 2/670)


Baran Dergisi 673. Sayı