Oryantalist üslup, gotik ve barok formları kullanmanın yüksek anlayış olarak kabul edildiği Abdülaziz dönemi ve devamı halinde Tanzimat’ta etkisini giderek arttırır. Sultan Abdülhamid döneminde inşa edilen Sirkeci Garı, Osmanlı’daki oryantalizmin en müşahhas halidir.
Türkiye’nin modern mimarlık anlayışı Tanzimat dönemiyle başlar. Mustafa Reşit Paşa, konut anlayışını değiştirmek için Batı kaynaklı referansları inceleyerek yeni(!) bir dönemi başlatan ilk hamleyi gerçekleştirir ve kısmen de olsa “apartman tipi daire” devrinin tohumlarını atar.
Osmanlı İmparatorluğu 19. asırda yeni bir mimari anlayış ortaya koymak ve geliştirmek için arayış içine girer. 19. asrın sonlarına doğru Osmanlı Mimarisi modernist akımların rüzgarına kapılır ve mimari eserlerde gözle görülür bir Batılaşmaya şahit olunur. Bu anlamda Avrupa’dan gelen mimari stillerin deneme tahtasına dönen Osmanlı’da kendine has gelişim görülmez ve ortaya milli bir üslup konulmaz. Osmanlı’nın Avrupa hayranı aydınları Batı’nın kültürel mandası altına girmek için büyük bir gayret gösterir. Güzellik anlayışını kaybeden aydınlar, orduların yapamayacağı tahribatı yapmıştır. Nitekim Tanzimatçı ve İttihatçı aydınlar(!) dergi, gazete ve tiyatro vasıtasıyla bu vazifelerini yerine getirdiler.
Osmanlı’nın bu devirde üslup arayışı hala devam eder. 1873’te gerçekleştirilen Viyana Dünya Sergisi için Sultan Abdulaziz, “Usul-i Mimari Osmani” kitabının yazılması ister. Söz konusu eser üslup arayışının somut bir ifadesidir. Ethem Paşa tarafından Osmanlıca, Almanca ve Fransızca olarak üç dilde hazırlatılır. Bu eserin en büyük iddiası Osmanlı mimarisinin modernizmi yakalayıp, kendi “rönesansını” gerçekleştirdiğidir. Usul-i Osmani Mimari’ye göre; yeni mimarlık anlayışı Osmanlı’nın köklerinden doğmalıdır ve bu bağlamda başta Avrupa’da gelişen üsluplar olmak üzere birçok mimari üslup tartışılır. Kitapta bu anlayışın hâkim olması, mimari sahada Avrupa’nın üstünlüğünün kabul edildiğinin göstergesidir. Avrupa en iyi zamanlarında bile yıkılmaya yüz tutan Osmanlı’nın zayıf mimari anlayışına kavuşamamışken, kitapta Avrupa’nın üstünlüğünün kabul edilmesi büyük bir garabettir. Avrupa’nın gotik katedralleri Ortodoks Hristiyanların kanları üzerine inşa edilmişken, Süleymaniye Camii büyük bir aşk ve sevginin üzerine inşa edilerek mimaride çığır açmıştır.
Bu esere göre Osmanlı mimarisi üç döneme ayrılmıştır. Birinci dönem erken, ikinci dönem klasik ve üçüncü dönem Abdülaziz dönemi mimarisidir. Abdülaziz dönemi mimarisi üslup ve biçim olarak incelendiğinde oryantalist izlerin ve gotik elemanların etkisi ağırlıklı bir biçimde hissedilir.
Edward Said, mimari oryantalizmi “Doğulu formların, Batılı formlar içerisinde kullanılması” şeklinde tarif eder. Osmanlı da Sultan Abdülaziz döneminde mimari oryantalizmin etkisi altına girer. Bu dönemde inşa edilen yapılar Batı tipi mimarinin, Osmanlı’nın mimari üsluplarına dahil edildiği görülür. Bu yapılar kültürel zenginliğin birikimi olarak değil, kültürel çatışma oluşturmanın unsurları olacak şekilde kullanılmıştır. Böylece eklektik bir anlayış ortaya çıkmış olur. Bu döneme ait oryantalist bazı yapılar şunlardır: Beylerbeyi Sarayı, Harbiye Nezareti Binası, Çırağan Sarayı, Yıldız Sarayı, Aksaray Valide Sultan Camii… Bu yapıların ortak özellikleri eklektik siyasi tavrın etkisiyle vücuda gelmiş olmalarıdır. Mesela Çırağan Sarayı, Elhamra Sarayı’nın etkisiyle yapılmıştır fakat asıl etkisinde kalınan Elhamra’yı kendisine örnek olarak alan Wilhelma Sarayı’dır. Doğu ve Batı iç içe sentezlenmiş ve oryantalist bir anlayışla inşa edilmiştir.
Oryantalist üslup, gotik ve barok formları kullanmanın yüksek anlayış olarak kabul edildiği Abdülaziz dönemi ve devamı halinde Tanzimat’ta etkisini giderek arttırır. Sultan Abdülhamid döneminde inşa edilen Sirkeci Garı, Osmanlı’daki oryantalizmin en müşahhas halidir. Siyasi, askeri ve ticari ilişkiler aracılığıyla Osmanlı’ya giriş yapan oryantalist formlar, her alanda Osmanlı’yı etkisi altına alır. Demiryolu projesi Avrupa’nın imkanlarından yararlanılarak projelendirilmiştir. Bazı tarihçilere göre bu demiryolu ile Avrupa’ya hammadde ulaşımı sağlanarak, sömürgeciliğin altyapısı oluşmuştur. Sultan Abdülhamid’in düşüncesi ise bu demiryolu ile orduya teknolojik açıdan üstünlük katmak ve İslam Birliği’nin temellerini atmaktı. Osmanlı’nın 1839’da Almanya ile yapılan ticaret ve dostluk antlaşmalarıyla Batı ile olan kültürel etkileşim arttı ve bunun izleri mimari sahada belirgin bir şekilde görülmeye başlandı. Berlin mimarlık okulunda görev yapan Jashmund, Almanya tarafından Osmanlı’ya gönderilir. Oryantalist tavrın eklektik biçimlerini yapılarında kullanan Jashmund, Sirkeci Garı planına Alman yapılarının katı-simetrik formlarını taşır. Simetrik bir aks üzerine planlanan gar, yapı maliyeti çok olduğundan tek katlı olarak tasarlanır.
Sirkeci Garı’nın başka bir önemli yanı ise Osmanlı’nın mekânı kullanımındaki değişimi göstermesidir. Gar, deniz kenarına inşa edilip klasik Osmanlı üslubuna taban tabana zıttır. Pencerelerin şekli, sivri ve at nalı kemerler, girişte kullanılan kuleler, aynalı manastır tonozu, gülün birçok yerde kullanılması gibi örnekler garın gotik üslup ile inşa etme isteğinin bir sonucudur.
Cumhuriyet’in ilanının erken dönemlerinde Türk mimarisinde eklektik anlayışın izleri belirgin olarak görülür. Bu dönemle beraber birçok mimar yerli ve milli bir mimarinin arayışı içine girmişlerdir. Bu arayış dönemine “I. Ulusal Mimarlık dönemi” denir. Bazı mimarlık tarihçilerine göre Türk mimarlığının ilk modern dönemi olan bu süreç ile yeni yapı tipolojisiyle tanışılmış, mimari birikimden hızlıca kopuş yaşanmış, Batı’nın birçok sahada etkisi altında kalınmış ve milli mimarlığı arayışın dışında bir zihin ve anlayış kayması yaşanmıştır. Bu süreç uzun soluklu bir dönem olamamıştır, kaldı ki bu dönemi Cumhuriyet’in yetiştirdiği mimarlar değil, Osmanlı’nın yetiştirdiği mimarlar başlatmıştır.
Şehirleşme, çağdaşlık, yenilik ve modern mimari hakkında en kapsayıcı ifade olarak tarihçi Toynbee’nin şu ifadesi her şeyi izah eder: “Eğer yeniliği siz üretemiyorsanız ve yenilik dışarıdan geliyorsa yapağınız iki şey vardır. Ya Zealot gibi katı bir inkâr yoluyla reddetmek ve içine kapanmak, ya da Herodes gibi yeniliği üretenlere benzemeye çalışarak, gelen yeniliklerin imkanlarından istifade etmek.”
Zealot ve Herodes, Roma İmparatorluğu yönetiminde bulunan Kudüs’teki Yahudi Krallığı’nın iki sembol ismidir. Zealot, gelenekselciliği temsil eder. Roma kültürünü toptan reddederek ve kendi içine kapanarak Yahudi değerlerinin korunacağını savunur.
Herodes ise Romalı askerlerin desteğiyle kurduğu krallığını ancak Roma’ya benzeyerek ayakta tutacağını düşünür.
1909 yılında Mimar Vedat Tek tarafından I. Ulusal Mimari döneminin ilk önemli yapılarından sayılan Sirkeci Merkez Postanesi tasarlanır. Bu yapıda kullanılan sivri kemerler, yalancı kubbeler, çini süslemeler İslam-Türk mimarisinin görünüşte unsurlarını barındırır. Mimari anlayışın olmadığı bu devirde Tek, teferruat üzerinde yaptığı süslerle yapıyı kuvvetlendirmeyen, sahte bir dekor havası oluşturmak ister. Dış cephede hiçbir taşıyıcı fonksiyonu bulunmayan sırf dekoratif amaçlı kullanılan korint sütunlar, barok anlayışı güçlendirmek için kullanılmıştır.
Cumhuriyetin kurulmasından sonra milli bir mimari anlayış, geleneksel mimari üslubumuzu reddederek oluşturulmaya çalışıldığı için bu dönemde ortaya konulan eserler hem Batı’yı hem de Doğu’yu taklitten öteye gidememiştir. Mukallit oryantalistler doğurmuştur. Ankara Palas Oteli’nin girişinde kullanılan ve hiçbir örtü görevi bulunmayan yalancı kubbeler, geçmişe nostaljik bir öykünme olarak kalmıştır. Bu dönem mimarlığı, devletin denetimi altında gelişmiştir ve pratikte hiçbir etkisi olmayan birçok yapı elemanı kullanılmıştır.
Aylık Baran Dergisi 18. Sayı, Ağustos 2023