-Bulantılı ‘devinim’ler ve karar verme sancısı-
Geçenlerde oturmuş denize bakarken, gözümle beraber zihnim de manzaraya daldı. Bakışlarımı ayırmadan bakmaya devam ettikçe, uzun zamandır karşısında durduğum bu tablo, birdenbire canlı bir illüzyona sahne olmaya başladı... İlk bakışta gayet durağan gibi görünen bu mavi devasa su kütlesi ve üzerinde asılıymış gibi duran beyaz bulutlar, aniden ve hızla harekete geçerek birbirlerine karışıyordu! Hafif tedirgin olarak ama pek de umursamadan bakmaya devam ettim…
Bir müddet sonra bu büyülü ‘devinim’ karşısında çözülen bilincim, kendiliğinden tekrar toparlanmaya başlayınca, bu sefer düşünceler âleminin kıyısında buldum kendimi… Görüntüler pastel tonlarda flulaşırken, sesler durulmuştu. İşte o zaman anlar gibi oldum: Hiçbir şekilde müdahalede bulunamayacağım, değiştirebilmesi mümkün olmayan devasa bir şey vardı orada; aslına vâkıf olunması mümkün olmayan ‘korkunç’ bir şeydi bu!..
Şimşek hızıyla o ânda her şey, her zamankinden çok daha fazla ciddi ve çok daha fazla karışık hâle büründü. ‘Basit’ gibi görünen bu kaim durağanlığın arkasındaki gizli karmaşa beni esir almaya başlamıştı… Kurtulmaya, çıkmaya çalıştıkça bu hâlin içine daha da batıyordum…
İyi ama daha önce hiç mi fark etmemiştim; burası her zaman böyle miydi?
Bir şey hem bu kadar “basit”, hem de bu kadar “karmaşık” olabilir miydi?
Bunlardan en çok hangisini görüyorduk; ‘basit’ olanı mı, ‘girift’i mi? Sadece birini dikkate almak ne kadar doğruydu peki? Yoksa her birini her seferinde bir arada düşünüp, aralarındaki ilişkiyi sürekli çözmek mi gerekiyordu? Eşyâyı, bilinçten bağımsız, ‘kendisi’ olarak nasıl görecektik? Hep söylendiği gibi duygular “yanıltıcı” olabilirdi pekâlâ ama “us”un vardığı sonuçların kesinliğinden nasıl emin olacaktık? Matematik, kişiden kişiye değişir miydi?
Mesela tamamına nüfuz edilmesi asla mümkün olmayan “bir şeyler” hakkında, saf düşünceden doğan bir “karar”a nasıl varılabiliyordu? Hem de bunların bir yerlerde uçuşan sahiden bir düşünce mi yoksa bir hissiyat mı olduğu daima birbirine karışıyor iken? Hatta bu ikisinin birbirleri üzerindeki tesirlerinin ne derece ve nasıl meydana geldiği bile çoğu zaman tartışmalıyken?
-Karada giden tekne ve
katil üst geçit-
Gözüm manzaradan yavaş yavaş geriye doğru çekilmeye başlayınca evin önündeki üst geçide “çarptı”; geçtiğimiz aylarda akıl almaz ve korkunç bir hâdisenin yaşandığı o garip mimariye…
Tam burada, bir adamın kafası, TIR'la taşınan bir teknenin üzerinde giderken bu üst geçide çarpıp kopmuştu... Evet kopmuştu! Bu olay, tabii olarak şahit olan herkesi uzun süre etkisi altında bırakmıştı. Ben buna şahit olmadım; olaydan kısa süre sonra oradan geçerken gördüklerini anlatanlardan dinledim.
Herkes gibi ben de anlam veremiyordum:
Adam… Tekne… Karayolunda... Karayolundaki tekne? Üzerinde ve ayakta? TIR gitmekteyken?..
O adam, niçin karayolunda giden bir teknede ayakta duruyordu? Haydi duruyordu diyelim… Peki, kendisine yaklaşmakta olan kocaman üst geçidi nasıl olur da görmüyordu? Çok sonradan, olayın sansürlenerek verilen haberini izleyince, adamın video kaydı almak için oraya çıktığını öğrendim. Fakat bu bilginin “ha, tamam o zaman!” diyerek içimi pek de rahatlattığını söyleyemeyeceğim!..
Öte yandan başka sorular da geliyordu akıllara… Mesela adamın telefonunun şarjı bitik olsaydı da oraya çıkar mıydı acaba? O, havada asılı duran üst geçidin kafaya çarpan noktasındaki demir levha, acaba adamın doğumundan önce mi sonra mı ve hangi madenden çıkarıldı? Sonra bu parça hangi fabrikada, kimler tarafından işlenip bir “üst geçit” olmak üzere imâl edildi? Olayı bilenler, oradan karşıya geçerken bu “katil üst geçit”in üzerinde neler hissediyor ve düşünüyordu? O tekne şimdi neredeydi ve bu hâdiseyi hatırlamadan onunla kim denize açılabilirdi? Esas, o adamın hayat hikâyesi nasıldı? Bir gün bir tekneyle karayolunda giderken, kafasının yukarıda asılı duran bir demire çarpacağını bilebilir miydi? İhtimallerin sonsuz varyasyonlu âleminde böyle bir çarpışmanın matematiksel hesabı nasıl yapılabilirdi ki?
Düşündükçe mideme kramplar girmeye başladı…
Peki acaba benim ölümüm nerede, nasıl ve ne şekilde olacaktı?
Ölüm fikrinden, ikinci paketin son sigarasını yakarak kurtulmaya çalıştım…
Bütün bunları düşününce hayat birdenbire yine çok “karışık” gelmeye başladı!
***
Daha sigaranın son nefesine gelmeden, fazla oyalanmayıp hemen “ecel” kelimesine sarıldım! Böyle düşününce hayat aslında o kadar da karışık olmayabilirdi… Pekâlâ adamın buz gibi eceli gelmişti! O da başka bir şehirden aldığı yeni teknesine -TIR’ın üstünde karayolunda giderken- ayağa kalkmış ve bu ânları “ölümsüzleştirmek” isteyip telefonun kamerasını açıp çekim yapmaya başlamış, eceli geldiği için bu davranış ona hiç de tuhaf gelmemiş olabilirdi.
Şimdi de çok mu ‘basit’ bir açıklama oluyordu?
Hiç sanmıyorum!..
-Alt komşunun çocuğu Kaan Serbülent Buğrahan ve
-duyarlı- babası Şinasi Bey’in öğretisi-
İşte, dalmış bütün bunları düşünürken suratıma birdenbire bir şey çarptı. Sigaram ağzımdan uçtu. Külü havaya savruldu ve ateşi içime düştü. Ani bir refleksle kor ateşi söndürmeye çalıştım. O sırada diğer elimde bulunan çay da balkondaki çamaşırlara sıçrayarak ayağıma döküldü. Balkondaki kuşlar çıldırmışçasına kanat çırpıp, çığlık çığlığa bağrışıyordu! Sanki bu çarpmayla bir şeyler tetiklenmiş, aniden kopan fırtına ortalığı birbirine katmaya başlamıştı. Durmak bilmeden yoldan geçen arabaların ejderha gibi çıkardığı homurtular, kafamı iyice uyuşturmuş bir hâldeyken ne olduğunu anlayamadan kendime gelip irkildim.
Gözümü açıp bana çarpan bu şeyin ne olduğunu idrâk edince, şaşkınlıkla beraber kursağıma kadar gelen öfke, yerini ince bir sevince bıraktı. Zira çocukken çok sevdiğim ve dışarıda saatlerce peşimden uçurduğum bu şey; bir “şeytan uçurtması”ydı!
“Hey gidi günler… Az mı vakit geçirdik seninle…” diye geçirdim içimden… Arkadaşlarla beraber apartmanın girişinde, kâğıt, makas, ip; bütün malzemeler yanımızda tam tekmil; üzerine eğilip el maharetiyle rekor sürelerde imâl ederdik önce seni… Sonra mahallenin henüz asfalt dökülmemiş taşlı sokaklarında koştura koştura uçurarak bir panayır yerine döndürürdük ortalığı!.. Herkes balkonlara çıkar, birbirine karışarak havada süzülen bu küçük beyaz “şeytan”ları izlerdi tebessümle… Yine hayallere dalıyordum ki derinlerden bir ses geldi:
-Kaan Serbülent Buğrahaaaan!..
-Kaan Serbülent Buğrahaaan, hadi içeri annem, fırtına geliyor!
***
Toparlanınca anladım ki, alt komşunun çocuğu olan Kaan Serbülent Buğrahan yine videodan gördüğü bir projeyi, kendisine "kaliteli zaman harcama"yı görev addeden duyarlı babası Şinasi efendiyle beraber balkonlarından hayata geçiriyorlardı.
Fark edilmeden içeriye kaçtığımda muhtemelen, "bizim zamanımızda işte böyle şeyler vardı yavrucuğum" demişti “öğreten adam”; hem de acımayla karışık bir mutlulukla... Belki de hâtıralarına dalıp şimdiki hâlinden bir parça da olsa kurtulmak isteminin kendisine verdiği ince ıztırabı çocuğundan gizlemeye çalışmış, hemen sonrasında bunun “geçmişe özlem” sosuna bulanmış bir ‘ego’ hilesi olabileceğini yakalamış, bunun da getirdiği bir suçluluk duygusuyla kendi kendinden belli belirsiz utanıp azıcık da nefret etmiştir.
Veya belki, dışarıda bunca tehlikenin olduğu hem de böyle bir zamanda, çocuğuyla -daha da bir yakından- ilgilenerek onu bunlardan korumak ve Kaan Serbülent Buğrahan’ı şüphe kabul edilmez doğrularına göre yetiştirmeyi ulvî bir amaç belleyip bu çabasından dolayı da kendinden son derece memnun olmuştur. Buna rağmen can sıkıcı bir yetersizlik duygusuna kapılmış, daha fazla ne yapabileceğine odaklanmış ve bunun için ileriye yönelik hedefler belirlemiştir kendine…
Ya da çocuğuyla bir “arkadaş” olarak, onun küçük dünyasına “seferler düzenleyip” onunla oyunlar oynamayı, eğlenmeyi, eğlenirken öğrenmeyi, öğrenirken yeni şeyler keşfetmeyi, bu keşiflerden küçük mutluluklar edinmeyi, bu edimlerden ‘salt’ kazanımlar çıkararak yeni erdemlere yelken açmayı, bu “etkileşimli paylaşımcılığın” çocuğun üzerindeki olası psikolojik bağlılığında artış sağlayacak bir motivasyon unsuru olarak rasyonel bir fayda sağlar.
-Neyse bilemiyorum Kaan Serbülent Buğrahan. Dediğim gibi hayat bazen çok karışık olabiliyor!..
Hem sizi tanıdığım da söylenemez...
Ama durun bi’ dakka…
Belki de hiçbiri öyle değildir!..
Şinasi efendi işten eve gelmiştir, çocuk bir aile mecmuasından gördüğü projeyi yapmaya çalışırken, babası kayıtsız kalmayarak “dur bakiyim sen, ben bunu biliyorum, getir bakiyim iple makası!” diyerek iki dakikada uçurtmanın kafasını katlayıp, ipliğin dengesini bulduktan sonra, kuyruğunu da halledip soluğu balkonda almışlardır.
Ya da ne biliyim, Kaan Serbülent Buğrahan ve babasının dümdüz canı sıkılmış, “n’apalım n’apalım” derken, kendilerini birdenbire şeytan uçurtması uçururlarken bulmuşlardır. O esnada da üst komşu ‘ayakta’ durarak bir takım düşünce sanrılarına kapılmış, uçurtma onun yüzüne hafifçe değdiği halde aşırı tepkiler vererek bundan olmayacak mânâlar filan çıkarmıştır?
Belki de bu iş, bu kadar da basittir!
Hem çocuğa ve babaya isimler takılıp yaftalanır, babanın belki de gayet sıradan olan bu davranışı “aşırı ilgili”, sürekli “duyar kasan” “uyuz baba modeli” olarak sunulursa, tabii ki o adamcağız öyle görünecektir.
Bundan fenası, alt komşumuzu sahiden tanımadığım gerçeğidir. Şeytan uçurtması ise belki de bir metafordur! Peki ya üst geçit?..
Hiç sanmıyorum!..
***
Gel gör ki bu noktada her şey yine birbirine karışıyor! Gerçekle hayal, duyguyla düşünce, deniz ve gökyüzü gibi birbirinin içine giriyor!
Bunları nasıl ayırt edeceğiz? Bunlardan hangisine bakacağız?
Basite mi karışık olana mı? Ya, basit olan gerçek dışı; karışık olan ise gerçeğin kendisiyse? Ya da tersine, karışık olan gerçek dışı, basit olan gerçek ise? Veya karışık olan aslında karışık filan değil de bize öyle geliyorsa? Üstelik bunların birbirleriyle olan bağlantısı hiç de öyle sanıldığı gibi “mantık”lı bir şekilde açıklanamıyor ise? Basit sandığın şey, içi kör düğüm olan bir iplik yumağının sadece dış yüzünden görünen düzenli tarafıysa? Peki yalan? Yalan bu işin neresinde? Gerçek olmayanla yalan aynı şey olabilir mi?
-Kim Bunlar ve Burada Neler Oluyor?
ve bu "bazı şeyler” de ne?-
Bir hadise karşısında adım adım ilerlerken kaçınılmaz olarak, ilk bakışta tespit edilemeyen başka “bazı şeyler”in de olabileceğine varılır…
Neler var mesela?
Bir, bir vaka var.
İki, vakaya şahit olan var.
Üç, şahidin beyanı var.
Dört, şahide muhatap olan var.
Öte yandan bu vakanın gerçekleştiği bir zaman var. Meydana geldiği bir mekân var. Vakanın zuhuru için gereken şartlar var. Hepsinin en başında bu şartları neden-sonuç ilişkisi dahilinde veya haricinde sağlayan bir “aşkın” güç var…
Şahidin beyanının doğru olup olmamasından önce, bu şahidin vakayı tam olarak nereden, ne zaman ve nasıl gördüğü, aklî yeterliliği, o esnada hangi hissiyatta olduğu meselesi var. Muhatabın kavrama kabiliyeti, duygu ve düşünce dünyasının bu anlayıştaki etkisi, aktarılanı olduğu gibi alıp alamaması, araya kendi yorumunu katıp hadiseyi kendi zihninde çarpıtıp çarpıtmaması var.
***
Şimdi biraz daha “rahat” düşünelim:
Böylesi durumlarda sıklıkla akla gelen örnek, aynı objeye bakan ressamların her birinin farklı farklı eserler ortaya çıkarması olur. Demek ki, eserde ortaya çıkan farklılık sadece objenin karşısında durdukları yer ile değil; tabii olarak onların kabiliyetleriyle de “görme biçimleri”yle de, seçim yapabilme hürriyetleriyle de, şahsiyetleriyle de ve çevreyle de yakından alakalıdır.
Öyleyse insan eşyâ ve hâdiseleri nasıl anlayabilir? Tam olarak anlayabilir mi? ‘Kısmen’ anlamak kurtarır mı, “doğruyu”, “yanlış yerde kullanmak” her şeyin seyrini bir anda nasıl değiştirir?
***
Bütün bu karmaşa evreninde insan ne yapacak? Nasıl hareket edecek? İnsan, kainattaki bütün ihtimalleri tespit edebilir, istisnaları bir kenara ayırıp, hepsini tek tek elekten geçirebilir, birbirleriyle kıyas edebilir ve muhtemel sonuçların en iyisini, en güzelini ve en doğrusunu bulabilir mi?
Gökten zembille inmiş gibi kendini yeryüzünde bulan insan, etrafta olup bitene nasıl anlam verecek? Bunu neye dayanarak, nasıl yapacak? Bu yapılmasa olmaz mı!?
Ezberleri bir kenara bırakarak bu kez de “basit” düşünelim... Şinasi Bey çocuğunu hangi doğrulara göre yetiştirecek? Bugün şeytan uçurtmasını sevinçle uçuran Kaan Serbülent Buğrahan, yarın büyüyüp ‘güvenli evinden’ çıkmak zorunda olduğunda, karşısına çıkan acımasız dünyanın kötülüklerinden kendini nasıl koruyacak? Kaan Serbülent Buğrahan yavrum yazık; o gün geldiğinde, “Kim bunlar ve burada neler oluyor?” demeyecek mi? Ve Şinasi Efendi, kimin kim olduğunu veya olan biteni neye göre, kime göre, hangi “zan”lara göre belirleyecek? Bir bilgi, nasıl öğrenilecek veya öğretilecek?
***
Öte yandan bunca belirsizlik içinde, insanın bu ‘özgüveni’ nereden geliyor? İnsan, yargılarından nasıl bu kadar emin olabilir? Gerçi pek de olamıyor ama nasıl öyle "zan" ediyor?
-İnsanın zanneden bir varlık oluşu-
ve şüphenin şuur kemiren etkisi-
Bakalım bu konuda lügat ne diyor?
Lügatte Zan:
Arapça ẓnn kökünden gelen ẓann ظن "sanı" sözcüğünden alıntıdır. Arapça ẓanna "sandı" fiilinin masdarıdır.
Sanı:
Arapça s̠ny kökünden gelen s̠ānī ثاني "ikiye katlayan, ikinci" sözcüğünden alıntıdır. Arapça sözcük Arapça is̠nān إثنان "iki" sözcüğü ile eş kökenlidir. Bu sözcük Arapça s̠anā ثنا "ikiye katladı" fiilinden türetilmiştir.
Demek ki zanda, bir “ikinci” söz konusu. Bu noktadayken, en azından “bir ihtimal daha var” anlamı çıkıyor…
İhtimal ne peki?
Arapça ḥml kökünden gelen iḥtimāl "tahammül etme, tolere etme, taşıma, olasılık olarak tanıma, mümkün görme" sözcüğünden alıntıdır.
Arapça ḥml kökünden gelen ḥaml "taşıma" sözcüğünden alıntıdır. Arapça ḥamala "yük taşıdı, yüklendi" fiilinin masdarıdır.
Yük: Taşınan şey…
İnsan yük taşıyan... Taşınan ne? Neyi yüklendiysen o! Ne taşımak istiyorsun? Neyi taşıyıp, nereye götürüyorsun?
Bu “zan” meseli üzerinde düşünülmeye ve tartışılmaya değer gayet ciddi bir meseledir. Bilindiği gibi özellikle ilahiyat ve felsefe sahasında uzun uzun işlenmiştir. Mahiyetine istinaden İslâm Ansiklopedisinden bu maddeyi kısaltarak verelim:
“Sözlükte “kuşkulanmak, kesin bilgiye ulaşmak, itham etmek” anlamlarındaki zan (zann) masdarından isim olup hem “yakīnin zıddı, kuşku, kesinleşmemiş kanaat” hem de “ilim, düşünüp taşınarak ulaşılan kesin bilgi” mânasına gelir. Zan kökünden türeyen birçok kelime zannın bu iki temel anlamını yansıtır. Meselâ “bir şeyin bilinme noktası” ve “bir şey hakkındaki bilginin potansiyel kaynağı” anlamındaki mazınne, kelimenin “yakīn” anlamı ile, “töhmet/itham” mânasındaki zınne ve sanık anlamındaki zanîn ise aynı kökün “şek” anlamı ile ilişkilidir. (…)
Kur’ân-ı Kerîm’de 20 kadar âyette zan, 50’ye yakın yerde türevleri geçmektedir. Bu âyetlerin çoğunda zan “vehim, kuruntu”, bazılarında “bilgi, yakīnen bilme, inanma”, bazılarında ise “kesin olmayan kanaat, kuşku, tahmin, beklenti” mânalarını içerir (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ẓnn” md.). İbnü’l-Cevzî, Kur’an’da zan kelimesinin şek, yakīn, töhmet, husbân (tahmin), kizb (yalan) karşılığında kullanıldığını belirtmiş ve bunlardan her biri için örnekler vermiştir (Nüzhetü’l-aʿyün, s. 425-426). (…)
Felsefe. Zan kavramı mantık, felsefe, kelâm, usûl-i fıkıh gibi alanlarda terim olarak genelde “tercihe yakın olan (râcih), ancak aksi de mümkün görülen kanaat, görüş, hüküm; bir şeye aksini de mümkün görerek inanmak” şeklinde açıklanır (Tehânevî, II, 939; Sa‘d b. Nâsır b. Abdülazîz eş-Şisrî, I, 94-96). Bu tanımlarda “râcih” ve ona benzer anlamlar içeren kavramların özellikle zikredilmesi zannı şüphe ve vehimden ayırmayı, zanla ulaşılan hükmün kesinlik taşımadığını vurgulamayı; aksinin de mümkün olduğuna işaret edilmesi ise zannı ilim ve yakīnden ayırmayı amaçlar.(…)
Sözlük anlamından ve kaynaklardaki bilgilerden anlaşıldığına göre zanna en yakın kavram şektir. Nitekim bazı fakihler zannı şek kabilinden sayarak, “doğruluğu ve yanlışlığı eşit derecede mümkün görülen veya biri diğerine tercih edilebilen hüküm” diye tanımlamışlardır. Ancak fukahanın çoğunluğu ile mantık, felsefe ve kelâm âlimleri zannı bu tanımın yalnız ikinci şıkkı için kullanırlar. Buna göre zanda -kesin olmasa da- bir tercih ve tasdik söz konusudur. (…)
Zannın doğruya yakınlık derecesine göre iki türünden söz edilir. Eğer zanla verilen hüküm, hükmün konusu olan nesne veya olayın gerçekliğine uygunsa, diğer bir ifadeyle bir bilgi aslında kişinin inandığı şekilde doğru olmakla birlikte inanan onun aksini de ihtimal dahilinde görüyorsa buna “mutlak zann-ı sâdık, zann-ı hak” veya -hükmün doğruluğu konusunda zan sahibinin kesin bilgisi olmadığından- “basit bilgisizlikle karışık zann-ı sâdık” denir. (…)
Ahlâk. Zan kavramının bazı hadislerde olumlu ve olumsuz anlamlarda kullanılması dikkate alınarak İslâm ahlâk kültüründe bir kimsenin kesin bilgisi olmamakla birlikte başka biri hakkında iyi kanaat beslemesine “hüsn-i zan”, kötü düşünce ve kanaate sahip olmasına “sû-i zan” denilmiştir. (…)
İslâmî kaynaklarda kulun ilâhî af ve merhamet konusunda iyimser düşünmesi “Allah hakkında hüsnüzan besleme” diye ifade edilir. Bir kutsî hadiste, “Ben kulumun zannının yanındayım; benim hakkımda dilediği şekilde zanda bulunabilir” buyurulmuştur (Buhârî, “Tevḥîd”, 15, 35; Müslim, “Ẕikir”, 2, 19). Farklı bir rivayette bu hadisin ikinci cümlesi, “Kulum benden hayır beklerse onu görür, şer beklerse onu görür” şeklinde geçer (Müsned, II, 391). Genellikle bu hadis, Allah hakkında hüsnüzanda bulunmanın ve O’nun rahmetinden ümit kesmemenin gerekliliğine delil gösterilir (İbn Hacer, XXVIII, 163). Gazzâlî’ye göre ümitle amel etmek korkuyla amel etmekten daha üstündür; çünkü ümidin temelinde sevgi vardır ve sevgiyle yapılan ibadet Allah katında daha makbuldür. Nitekim bu hususta hüsnüzannı teşvik eden öğütler vardır. “Ölmek üzere olan herkes mutlaka Allah hakkında hüsnüzan taşıyarak ölür” meâlindeki hadiste (Müslim, “Cennet”, 81, 82; Müsned, III, 293) buna işaret edilmiştir (İḥyâʾ, IV, 144-145). İbn Ebü’d-Dünyâ Ḥüsnü’ẓ-ẓan billâhi ʿazze ve celle (teʿâlâ) başlıklı eserinde (nşr. Muhlis Muhammed, Riyad 1406/1986) konuya dair 150 hadisi toplamıştır.
Görüldüğü üzere “zan” anlaşılması gayet mühim bir mesele ve tökezlemelerin çoğu bu sahada gerçekleşiyor.
***
Peki ne yapalım?
Pratik hayatta zanlarımızı nasıl düzenleyelim?
Kalplerimizi “KİM”e bakarak ayarlayım?
-“Köpek gibi büyütülmüş çocuk”,
“Pedagoji” ve “ceviz”ler-
Hiçbir insan evladının -sağlıklı bir şekilde- doğada tek başına canlı kalabildiği görülmemiştir. İnsanlar doğduktan sonra uzun bir müddet daima bir başka insana muhtaçtır. Hatta uzmanlar tarafından yeni doğan bir bebeğin, hayatının ilk aylarında kendisini anneden bağımsız bir varlık olarak algılayamadığı, bu süreçte annesiyle bir “bütün” olarak varlığını devam ettirdiği söylenir. Bebeğin ve çocuğun öğrenme sürecine gelince, bu konuda ortaya konulan devasa bir literatürün olduğu malumdur… Malûmdur mâlum olmasına da, meselenin envai çeşit yolları da vardır…
Latince processus kelimesinden gelen ve "ileriye gitmek", "değişim" anlamına gelen “süreç" kavramı, pedagojik (eğitimbilim) sahasında, eğitim faaliyetindeki mevzuların ve meselelerin birbirini sürekli tesir eden tarafıyla ilgilenir. Bu sahanın temel özelliği, sistemin bütünlüğünü ve genelliğini korumak temelinde eğitim, yetiştirme ve gelişme birliğinin sağlanmasıdır.
Profesyonel anlamıyla uzmanlık gerektiren bu alanın, günlük hayatta icra edilen haliyle daha çok tecrübeye dayalı -doğru-yanlış- bilgilerden yürütüldüğünü biliyoruz. Anne-babalık en sahici tarafıyla yaşanılarak öğrenilen bir şey… Bu, öğrenenin olduğu kadar öğretenin de tecrübe ettiği bir “eğitim” alanı... İnanç, kültür, çevre, mizaç, ekonomik refah seviyesi vesaire gibi faktörlerle sürekli etkilenen bu “süreç”, daima değişim göstermeye gebedir.
Burada sözü asıl getirmek istediğimiz yer ise her meselede olduğu gibi bunun da fikrî bir alt yapıya sahip olunmasının gerekliliğidir. Eyvallah “pedagoji” de, bu disiplini hangi dünya görüşünün prizmasından geçireceksin? Öyle kuru ezberden, “bilimle yaparız”cılıkla oluyor mu? Hâlimize bakarsak olmadığı zaten aşikâr!..
***
Bu noktada, bu başlığın en başında geçen ifadeyi destekleyecek tarzda bir misâlden bahsetmek isabetli olacak gibi görünüyor:
“Köpek gibi büyütülmüş çocuk”un hikâyesi…
Yaşanmış olan bu hâdise, Amerikalı psikiyatrist Bruce D. Perry'nin Türkçe’ye “Köpek Gibi Büyütülmüş Çocuk” ismiyle çevrilmiş kitabında mevcut. Çocuk psikolojisi ve travmalar üzerine yazılan bu kitapta, sıra dışı gerçek vakalar ele alınarak, bunların psikolojik analizleri yapılıyor.
Bir köpek yetiştiricisinin hasbelkader bakmak zorunda kaldığı akrabasının bebeğini, elindeki diğer köpekler gibi kafese koyup büyütmeye çalışmasının anlatıldığı bölüm oldukça etkileyici…
Bir başka vakada, anne sevgisinden mahrum kalan bir bebeğin -çok çarpıcı olarak- fizikî olarak da büyüyememesinin anlatıldığı bölümlerle beraber, -iç rahatlatıcı bir tarzda- travmaların her zaman sanıldığı kadar “onulmaz” yaralar bırakmayabileceği sonucuna varması bakımından da dikkate değer bir eser...
Bu kitapta da temas edilen insan evladının bu “muhtaç” olma hâli, onun en zayıf yeri olduğu gibi aynı zamanda en güçlü tarafıdır. Bu zayıf tarafıyla insan, “Topluluk Hakikati”nin içinde nefsine bir emniyet bularak buraya bir katılım sağlar. Medeniyetlerin inşasında kendi üzerine düşen ne ise onu gerçekleştirir.
Dünyada hikmet sırrıyla dağıtılan istidatlar, mizaç hususiyetleri ve topyekûn tesirlerden fert fert hisse alanlar, “eşya ve hâdiseyi sadece aksettiren pasif bir ayna olmayıp” varlığa “ben”likleriyle muhatap olarak katılım sağlarlar.
Ne derler bilirsiniz; "Dünya bir tiyatro sahnesidir. Kimine kral rolü düşer, kimine çöpçü. Rolünü en iyi oynayan alkışlanır."
Kumandan Salih Mirzabeyoğlu son derece mühim olan bu meseleyi “Hakikat-ı Ferdiyye” isimli eserinde benzersiz bir şekilde müstakil olarak işlediği gibi, İbda Külliyatı’nda da eserler boyunca izah ederek, “Doğruyu mu istiyorsun? Allah ile Resûlü’nün bildirdiği… Güzeli mi istiyorsun? Allah ile Resûlü’nün gösterdiği… İyiyi mi istiyorsun? Allah ile Resûlü’nün öğrettiği!…”diyerek bir sonuca bağlar.
Hala “zan”nın üzerindeyiz… Ve bu “zan”ların kime bakılarak ayarlanması gerektiği…
Aslında, nereye varmak istediğimiz kendiliğinden ortaya çıktı ama buna rağmen birkaç adım daha atalım…
Önce şunu hatırlatmakta fayda var: Bilindiği üzere “hakikat yolculuğunda” bir kişinin erginliği -elbette ehilleri tarafından! - “şuur” seviyelerine göre değerlendirilir. Mektubat’ta İmam-ı Rabbani Hazretleri’nin, yaşadıkları bazı mânevî hâllere takılıp ilerleyemeyen bazı talipleri “çocuk gibi cevizlerle oynamayın” diye ikâz ederek onları “zan”larından agâh ayık/ olmaları için tenkid ettiğini görürüz. Hazret, “ergin”den öte yol gösterici bir “yetişkin” (Eren!) olarak, söz konusu hâl üzerindeki – genelde yolun başındaki talipleri- bir “çocuğa” benzetir. Öyleyse, hakikat arayıcılığında yetişkinlik veya çocukluk, esasında bir “şuur” keyfiyetidir ki; “yaşa bakılmaz…”
Bulandırıla sulandırıla cılkı çıkartılmış “içimizdeki çocuk” ucuzluğu bir tarafa, “Allah ile ilgisi henüz çok taze” olduğu için kendinden büyük olanlara kuvvetle tesir eden bir eser olarak “Çocuk Hikmeti”nin başka bir bağlamda ele alındığını belirtmeye burada gerek duymuyoruz.
İleri-geri tekerlemelerinden azade, içinde yaşadığımız vasatta fert ve toplumun umumî hâli ortadayken (erginleri tenzih edelim) bugün hangi “yetişkinlik”ten, ne kadar bahsedebiliriz? Hazret’in “çocuk” diye payladığı -işin henüz başındaki- o taliplere kıyasla toplumun ortalama şuur yaşı bugün kaça tekabül eder acaba! Peki, 30, 40 hatta 50 yaşında koca koca çocuklar olarak bizim “ceviz”lerden ne haber?
Bu toplumun kültürel mânâdaki -dürtüleriyle yönetilen- “köpek gibi büyütülmüş” çocuklarının travmalarına ne olacak? Bunlar, kimin çocukları?.. Bu çocuklara hangi mütehassıs -pedagog!- bakacak? İçimizdeki “Kaan Serbülent Buğrahan”lar, “zanlar”dan adım atılmaz hâle gelen “enfüs”teki mahallelerinde o uçurtmaları nasıl uçuracaklar? Daha fazla “metafor” paralamaya hacet yok; bu “çocuk”lar yollarını sahiden nasıl bulacaklar?
***
-“İş içinde eğitim” ve
Usta-çırak ilişkisinin gerekliliği-
Çok çeşitli eğitim stratejileri arasında en kapsayıcı, kestirme olan ve mâkul kabul edilenlerden birinin, bir “rol model”den, “görerek”, hatta meselenin içine dahil olup doğrudan “yaparak” olduğu ortak bir kanaattir. Kumandan Mirzabeyoğlu’nun “iş içinde eğitim” şeklinde formüle ettiği yöntem… Bu modelde süreç içinde yapılan hataların, giderek azaldığı ve “doğru”ya tahvil edildiği de bilinir. Üstelik bu süreçte bazı hatalar öylesine kıymetlidir ki, buradan alınan verilerle varılmak istenen nokta bâkî, müspet bazı -sürpriz- sonuçlar çıkması gayet tabii ihtimal dahilindedir.
Aslında, bir bilginin muhatabına doğrudan aktarılıp bunu “içselleştirerek” anlamasını sağlayabilmek (irfan kazandırmak) muallakta olan bir alandır. Hatta bazı görüşlere göre, -irfan bir yana-, hiçbir bilgi karşı tarafa “kesin olarak” aktarılamaz bile! Bu görüşe göre, yeni bir öğrenme sürecinde -seviyeler de dikkate alınarak- yapılabilecek belki en esaslı davranışın, bilgiyle muhatabı arasında bir çelişki meydana getirilip, muhatabın bir iç muhasebeye başvurmasına- kendisini sorgulamasına izin vererek bu çelişkiyi aşma çabasına yol açmak olduğu söylenir... Böylece daha çok ezbere dayalı ve gelişigüzel edinilmiş “ıztırabı çekilmemiş” bilgi ile, yeni muhatap olunan -daha ziyade komplike, karşıt ve “sistemli”- bir bilgi arasında ortaya çıkan gerilim, muhatabında aşılması gereken bir problem olarak ortaya çıkar. Bu problemin çözülme süreci “öğrenme”nin en önemli adımıdır. Nihayetinde doğrularıyla- yanlışlarıyla beraber muhatap şuur bir değerlendirilmeye tabi tutularak, belli bir mesafe kat edip etmediği ölçülebilir. Bu süreçlerde “aslolanın gayret olduğu”, başarının ise daima izafi olarak ele alındığını görürüz.
Fizikte olduğu gibi, bilince tekâmül sağlayan şeyin ise dozunda verilen bir “disiplin” ve “zorluk” olduğu kabul edilmiş bir gerçektir. Aksi durumlarda gelişim sağlamak pek mümkün görülmez. Gayret, herkesin istidadına göre bunlarla mücadeleye girip aşabilmesinin adıdır. Zorlanmadan, kendini aşmadan gelişmenin pek bir imkânı görülmez. İstidatlar ise “öz sermaye”den sayılırlar ki, gayretle desteklenmez iseler tükenmeye, ziyan olmaya mahkûmdur…
***
İlim (bilgi) ve irfan (öğrenmek-anlamak/anlayışa ermek) birbirini besleyici özelliktedir. Birinin olmadığı durumda diğerinin kıymetinde eksilme görülür. İdealde bu iki kıymetin her zaman at başı gitmesi gerekir. Aksi halde, anlayışsız bir ezberci veya ilimsiz bir sezgici durumunda kalmak kaçınılmazdır.
“Üniversite”nin de içinde olduğu “eğitim kurumları”nın esasında bir “öğrenmeyi öğrenme”nin müessesesi olduğu hatırda tutularak bakılırsa, burada hedeflenen ideal gayenin, “mezara kadar” devam eden bir süreçte, ergin olma yolundaki bilincin yetkinliğe kavuşma çabası olduğu görülür.
Kelime köküne bakıldığında ise gayet güzel bir tarifle karşılaşırız: “Üniversite kavramı, Latince "uni-versitas" sözcüğünden gelir. "Uni-versitas" sözcüğü, "unum" (bir) ve "vertere" (-e yönelmek, etrafında dönmek) sözcüklerinin bileşiminden oluşur. Universitas, "bire yönelmek/birin etrafında dönmek" anlamındadır ve üniversitenin temel niteliğini dile getirir.”
İşte esas gelmek istediğimiz yer, tam da burası...
Her davada “Bir’e yönelmek…”
“Bir’in etrafında dönmek…”
Bu “Bir”in meselemizin bağlamında muhataba (talip/talep eden/talebe) dönük yüzü ise sahasında “tam” yetkin ve “Yetişkin” olan bir “Usta”dır.
Lügatte, “Usta, Farsça üstad kelimesinden türemiştir. Kelimenin Orta Farsçadan geldiği ve ava-stata köküne dayandığı düşünülmektedir. Ava-stata'nın anlamı “başta duran, öncü, veli” şeklinde verilmektedir.”
İster hoca, muallim, öğretmen, ehil, erbap, mahir, arif, hâkim, hekim, üstad, pir, mir, master, expert, hatta ister yoda olarak düşünülsün; bir öğretinin başında duran “Yetişkin ve Yetkin” bir “bilen”in varlığı kaçınılmazdır. Öğrenme sürecinde bu “aktör”ün rolü olmazsa olmazdır. Bütün bunların hakikati ise “Peygamber”de mahfuzdur…
***
İşinin ehli “bir bilen”den öğrendiğimize göre, tahrif edilmiş tanımının aksine “din”in, esasında “edinilen” bir bilgi branşı değil de bunun varlık alanına bizatihi katılımdan doğan bir “hayat tarzı” demek olduğudur. Bu katılımı gerçekleştirmenin en sağlıklı yolu ise “Yetkin-bir bilen”e “teslim” olarak muhatap olmaktır.
Bu metod, hayatın her (meslek) alanında geçerlidir. “İlim”e ve “irfan”a iştiyak gösteren her talip, bir “Usta”nın etki alanına girerek ilerlemeye çalışır. Bütün bilgilerini önce ona “bakarak”, ondan “görerek” kazanır. Eğer bu yolda istidadı varsa yükselerek “kalfa” olma yoluna girer. Bu seviyede ilerleme kaydeder ve “kalfa” olma liyakati gösterebilirse, bu defa yeni çıraklar yetiştirmesinde ustasına yardımcı olmaya hak kazanır. Böylece, basamak basamak yükselen şuur seviyesi, bulunduğu sahada yetkin ve yetişkin olana kadar seyrine devam eder.
Ustalığa kadar giden bu yol açık bırakılmıştır... Gidebilen gider!..
***
Özetlemek gerekirse;
-“Gerçeklik algısı”nın çarpıtılabilir oluşunu mümkün olduğunca gözden kaçırmayıp, bunun düzenlenebilir olduğunu unutmamak gerekir.
-Bu düzenlemede daima bir dünya görüşüne ihtiyaç vardır.
-Karşısında durduğumuz "karışık" veya "basit" bir şeyin bilinç düzeyimizle doğrudan alakası vardır.
-Eşya ve hadiselere "tamamen" tesir etmek mümkün değildir ama bunlara karşı olan tavrımızı belirleme yolu açık bırakılmıştır. Hürriyet davası da burada düğümlüdür.
-Ecel kavramına da şamil, son tahlilde kader değiştirilemese de insana verilen “yorumlama” kabiliyeti bâkidir.
-Dünya görüşü daima başta olmak üzere, bu kabiliyetin icrasında, şahsiyet ve çevreyle ilgili faktörlerin rolü vardır.
- Aslı “din” olan “hayat”a muhatap olan “çocuk”lar için zanlardan kurtulmanın en sağlıklı ve kestirme yolu, -özellikle işin başında iken- bilinci, ehil olan “Yetişkin” bir “Bilen"e bağlayıp "muhatap anlayış" kazanmaya çalışmaktır.
Aylık Baran Dergisi 18. Sayı, Ağustos 2023