Handan Özduygu yazısında, uzun zamandır hayali kurulan bir yolculuğun nihayet gerçekleştirilmesini ve bu süreçte hem geçmişle hem de doğayla kurulan derin bağları anlatıyor. Yolculuk, aceleden uzak, sakin bir keşif süreci olarak tasvir edilirken, İskenderun ve çevresindeki tarihi, manevi ve doğal güzellikler ön planda tutuluyor.
Yıllardır hayal ettiğim bir türlü gerçekleştiremediğim seyahate nihayet çıkıyorum. Aslında daha önce de tek başıma arabayla yolculuklarım olmuştu ama onların çoğu belli bir hedefe kilitlenmiş olarak zamanla yarışır gibi işim gereği mecburiydi; ya da zamanla sınırlıydı. Bu sefer gayet aheste, her anın, her karenin tadını ayrı çıkararak istikametim, İstanbul’dan doğup büyüdüğüm topraklar, İskenderun’a.
Daha önceleri var öyle sanki yarışmadayız, yangından mal kaçırıyoruz, tek hamlede bin kilometreyi kat etmişliğim; şu saatte İstanbul’dan çıktım, şu saate İskenderun’daydım, demenin bir havası mı vardı, zorunluluk muydu, bir an evvel varılmalıydı hedefe, gençlik işte... Bu sefer yol güzergahındaki her dağın her tepenin ayrı resmini çekerek, her güzel manzarada, sağa çekip, çıkarıp şezlongu bir güzel tadını çıkarmayı planlıyorum. Yavaş seyahat dedikleri türden. Maksat, bir yere yetişmeye çalışmadan sadece yolda olmak duygusunu yaşamak. Artık bir bekleyende yok nasılsa.
Yıllar evvel ilk gençlik yıllarımda ilk yazılarım, Dr. Mehmet Sılay’ın çıkardığı Hatay’da Kültür ve Edebiyat Dergisinde yayınlanırdı. Aynı dergide yazan başka bir doktor arkadaşımız, Hatay’ın küçük bir kasabası olan Erzin’i anlatan yazısında “Erzin’in sarı sarı otları…” diye memleketinin otlarına yaptığı övgüyü, yıllar geçmiş olmasına rağmen hiç unutmam. Tüm mevcudat kıymetli elbette ama insanın kendi memleketine aitse, yol kenarındaki sarı otlar bile bir başka. İmam Rabbani’nin dediği gibi: “Bakmasını bilirsen alemdeki her zerre seni Allah’a götüren sultani bir yol olur…” Bu her yeri geldikçe kullanmayı çok sevdiğim, bir ibaredir. Yani işin özü, işte öyle insanı Allah’a götüren sultani bir yol hayal ediyorum.
Geçen yaz, hatta ondan önceki yazda bu hayalimi birkaç farklı arkadaşıma dile getirmiştim, özellikle İskenderunlu olanlara, birlikte gider miyiz, diye. Herkesin başka programları vs vardı, takvimler uymamıştı. Bu yaz yine içimde yolculuk kıpırtısı olduğu zaman yine içimden bir ses “Evvel refik badeyn tarik” demedi değil ama bu sefer kimselere teklif dahi etmedim doğrusu. E iyi olurdu elbette sağ koltukta bir muavin, bir sade dil olsa, ben söylesem o dinlese, o söylese ben dinlesem ama Hilmi Yavuz’un o şiirindeki gibi bir yolcuk olacak bu:
“Ve bin yayladan geçtin,
Bin dille sustun ve anladın bin dille…
Âh o vaveyla olan yalnızlık…”
İskenderun bu mevsimde pek sıcak, havalar biraz serinlesin diyerek öteliyordum ki bu sabah sevgili Sabahat “içine doğmuş niçin erteliyorsun, hiç bekleme, bekletme bence” demesiyle hemen hazırlıklara başladım.
Ne zaman bir seyahate çıkacak olsam, evdeki çiçeklerden önce kitaplarım “mazi kalbimde yara” dediği gibi şairin kütüphanemdeki kitaplarım, her biri kalbimde bir yara. Sanki canlılar her biriyle ayrı göz temasımız var da ben evden çıkınca onlar bensiz yapamazmış gibi bir his. O hisle okuma fırsatım olsa da olmasa da alabileceğim kadarını mutlaka yanıma alırım, bu sadece yolculuğa çıkarken değil, normal zamanda da bir yere giderken en son aldığım ya da o sıra okuduğum bir kitap her zaman çantam da yanımdadır. Ayrıca arabamda ilk yardım çantası gibi birkaç kitap ne olur ne olmaz, mutlaka her zaman vardır.
“Bu yaptığımız yolculuk değil, yolculuksu bir şey,
Gitmiyor gibiyiz, giderken…”
Kendimce hazırlıklarım tamam, her okuduğumda ufak bir yolculuk heyecanı yaşatan ayet dilimde, nihayet yola revan oldum.
“O, yeryüzünü sizin ayaklarınızın altına serendir. Haydi onun üzerinde yürüyün ve Allah’ın rızkından yiyin. Dönüş ancak O’nadır.” Mülk/15
Buyurulduğu üzere, farklı iklim ve coğrafyaların rızıklarından yiyelim, ayaklarımızın altına serili yeryüzünde yürüyelim; bu arada Necip Fazıl Kısakürek şiirinde “Bana kalacaksın yine son günü.” mısraını bu ayeti kerimeden mülhem mi yazdı bilemem ama, amenna elbette nihai dönüş Allah’adır.
Bir de “Göklerde ve yerde ne varsa size musahhar kılmıştır” ayeti geliyor gönlüme; Kur'an'ı Kerim’deki bazı kelimeler vardır ki manasından önce ritmi, ahengi kalbinize sirayet eder. Musahhar benim için o kelimelerden biridir. Yerlerde ve göklerde ne varsa emrinize amadedir, buyuruluyor. Evde mukim iken okuyoruz bu ayetleri de şimdi yolculuk esnasında manasını tefekkür ve tecellisi bir başka olacak gibi geliyor.
Sanki ilk defa yalnız yola çıkmışım gibi içimde fevkalade bir heyecanla hız yaptığımı fark ederek, hani yaydan fırlamış ok gibi değil sakin, içinde bulunduğum anın ve coğrafyanın farkına vararak, her iki üç saatte bir mola vererek gidecektim diye ara ara hatırladıktan sonra nihayet Konya’ya vasıl oldum. Uçsuz bucaksız o bozkırda yol alırken, doğrusu dünyanın yuvarlak değil de düz bir tepsi gibi olduğu fikrine insan ister istemez kendini daha bir yakın hissediyor.
Konya civarından her gelip geçerken uğramayı, ziyaret etmeyi çok istediğim ve hep bir yerlere yetişme telaşının engel olduğu eski bir dostu, yolu uzatma bahasına bu sefer, çok şükür ziyaret edebildim. Bir buçuk, iki saat sohbet ve muhabbetten sonra, onu anlatan son kitab elimde, yola devam ettim. Eski dostu ve yapılan sohbetin mahiyetine girecek olsam konu mecraının dışına çıkacağı için bu kadarla iktifa ediyorum…
Yolun bir kıvrımından sonra güneşin vuran şavkından dolayı pırıldayan Akdeniz’in ışıltılı suları göründüğü zaman İskenderun’a vasıl olduğunuzu anlarsınız. Bir de o canım palmiyeler. Doğup büyüdüğüm bu şehirde gelip geçtiğim tüm yolları, yeniden yürümek, eski evimin ve gittiğim okulların önünden ağır adımlarla geçmek, namaz kıldığım camileri yine ziyaret etmek istiyorum. Yıllar sonra eski arkadaşlarımla buluşmak, yine gözlerine bakmak, aynı samimiyetle kaldığın yerden devam edebilmek insanı mutlu ediyor. Bu kadar aradan sonra onları arayıp bulacağım hiç akıllarında yoktu ama “her zaman hatırlarım seni, bir keresinde şöyle demiştin” diye söze başlamaları nasıl ilgimi çekiyordu, insanın kendi adımlarını, bıraktığı izleri dönüp yeniden sürmesi gerçekten hoş anlar yaşamaya vesile oluyor.
Bu buluşmaları çay kahve sohbetlerinin ötesine taşıyalım istedim ve yakın çevre gezilerimiz böylece başlamış oldu. İstanbul İskenderun yaklaşık bin km, o kadar olmasa da yakın çevrede ki yaylalar, göller köyler dereler tepeler bir hayli yolu bu sefer kızlarla birlikte kat ettik.
İlkokulda, okul olarak pikniğe gittiğimiz, yakın zamanda restore edilen, Cenevizlilerden kalma, Sokullu Mehmet Paşa’nın yaptırdığı Mimar Sinan eseri, Payas Kalesi ile gezi programımız başladı. Külliyenin içindeki caminin bahçesinde 1350 yaşındaki, hala her yıl 300 kg zeytin veren anıt ağacın çevresinde zaman geçirmek tüm seyahatin en özel anlarından biriydi bence. Hemen yanı başında ki kumsalda kimselerin olmadığı bir zamana rast gelmek bizim için fırsat oldu, kıyafetlerimizin ıslandığına hiç aldırmadan çıplak ayakla dalgaların arasında yürümek terapi gibi bir şey.
Yıllar önce yine İskenderun sahilinde yazdığım Lena isimli hikayemde, bir ucu tüm denizlere okyanuslara açıldığı ulaştığı için Akdeniz’in kıyısında yürümeyi sevdiğimi anlatmıştım. Yine Dubai, Kahire, Yafa ve Cidde sahilinde yürürken de bu denizlerin bir ucu İskenderun’da diye tahayyül ederdim. Dünya küçük, arada sırada birinci kat semaya çıkıp oradan aşağılara bakmak lazım.
Efendimiz Aleyhisselam’ın “Yolculuğumuzu kolay et, uzağı yakın et” duasıyla yakın çevrede her gün farklı mecralara konup göçmelerimize devam ediyoruz. Hatay’ın Kırıkhan ilçesi Sultanül Arifin Beyazıt Bestami Hazretleri türbesini ziyaret amaçlı her fırsatta gittiğim bir yer ama çok yakınında üzeri su sümbülleri ile kaplı bir göl olduğunu maalesef bilmiyordum, bu sefer arayıp buldum arkadaşlarla, kıyısında oturup çay içtik, su yüzünde biten sümbüllere hayran olup resimler çektik. Çevre düzenlemesi yapılsa turizm cenneti olurdu ama garip iki köyün arasında kalmış dağ başında yetişen berivanlar gibi tüm güzelliği ile mahzun duruyor orada.
İskenderun normalde denize sıfır olduğu için basık nemli havasından dolayı şehre çok yakın yaylaları büyük nimettir. Sarımazı, Belen ve kaplı olduğu çam ormanlarının mis gibi kokusuyla Soğukoluk benim için çok özel bir yerdir. Orada Kınalı Tepe’ye çıkıp körfezi izlemek başkadır. Bir zamanlar kitap okumak için özellikle gittiğim bu mekânda yine zihnimde hatıralarım elimde kitaplarım havasını teneffüs edebilmenin hazzı bir başkaydı.
“Yeryüzünde gezip dolaşın ve Allah’ın ilk yaratılışı nasıl başlatıp devam ettirdiğini görün. Allah, daha sonra ikinci hayatı da işte böyle gerçekleştirecektir ve O her şeye kadirdir.” Ankebut/ 20 buyuruluyor ya, insanın kendi kozasının dışına çıkıp, bir başka zaman bir başka yaşayıştan bakması gerekiyor bazende hayata. Yasin Suresin de geçen Habibün Neccar’ın atölye olarak kullandığı, şehre hâkim tepedeki mağaradan Antakya’ya bakmak, Titus tünelinden gelip geçmek, Musa Aleyhisselam’ın asasını sapladığı yerde abı hayat suyuna maruz kaldığı için yeşerip fidana dönüşen, şimdilerde gövdesinin kalınlığı 7.5 metre olan Musa Ağacına bakıp hayallere daldıktan sonra, Kur'an'ı’ Kerim’de bahsedilen, Musa Aleyhisselam ve Hızır Aleyhisselam’ın buluşmasının geçtiğine inanıldığı sahillerde ki gezintinin üstüne Hatay’ın mutlaka o meşhur künefesinden yemek gerekir.
Böyle üst üste saydığınız zaman, -ki muhtemelen eksik saymışımdır-, bölgenin ne kadar özel duraklar ve konumlar içerdiğine insan hayret ediyor ama rivayet o ki, zaten İskenderun ve Hatay, yeryüzü cenneti olarak tasvir edilen Bilad-ı Şam sınırları içindedir. Gezmek gerekir…
Aylık Baran Dergisi 32. Sayı, Ekim 2024