Beyazıt Bestami Hazretlerine atfedilen bir söz vardır: “Arifin ulu nişanı odur ki, bizimle ola, bizimle taam yiye, bizden ala ele sata…”

Sanırım, Üstad’ın yaptığı tam da böyle bir şeydi. Hidayetinin başlangıcını Şeyhi, Seyyid Abdulhakîm Arvâsi Hazretleri’ne ithafen “Gözlerime bir kerecik baktınız, ruhuma ebed çivisini çaktınız!..” mısrasıyla anlatmıştı. Hazretin ruhuna çaktığı ebed çivisini o da satır satır, mısra mısra aynen bizim ruhumuza çaktığını, düşünüyorum. Elbette ki, tecelli herkeste farklı mertebelerde cereyan etmiştir lakin uzun yıllar sonra dönüp baktığımda meselenin tam da böyle olduğu çok daha net görülüyor. Bir o ebed çivisi çakılanlar var ki, çivinin kaç derece derine sirayet ettiği önemli, zira sonraki zamanlarda kişinin imanı, ihlası ve aksiyon almasının göstergesi gibidir. Bir de Bakara Sûresi’nde geçen “meşev fihi” ifadesinde olduğu gibi, Arvâsi’nin yaktığı meşaleden nasibi sadece bir şimşek çakması gibi, onun ışığında yürüyüp sonra karanlık olduğu zaman dikilip kalanlar oldu. O şarkıdaki gibi “Bu yolda dönenler oldu, mum gibi sönenler oldu, yar göğsüne baş koymadan vurulup düşenler oldu…”

Zaten baştan beri hareketin üç sac ayağı olarak altı çizilir; manevî boyutta Seyyid Abdulhakîm Arvâsi, fikrî planda Üstad Necip Fazıl Kısakürek ve aksiyon planı Salih Mirzabeyoğlu olarak belirtilirdi. Hareket içinde işte o manevî boyutu ıskalayanlar, fikri tam olarak yaşayıp yansıtamayarak Üstad’ın Muhasebe şiirinin bugünden konusu olmuştur. Ne camia olarak ne ferdî olarak o muhasebeyi geçebilmiş değiliz maalesef…

Yani demem o ki Üstad’ı, ortaya koyduğu eserleri okuyabilmek yaşamak yaşatabilmek için onu bu kıvama getiren kılavuzuna, ihya edicisine yönelmek lazımdı. Hiç unutmam, bundan 25 yıl önce bir vesile ile Ankara’ya gitmiştim. İşlerim henüz bitmişti ki, sadece bir belki iki kez görüştüğüm arkadaşımın arkadaşı üst düzey bir bürokrat, yine arkadaşıma jest yapmak için, son model arabasıyla gelmiş, “bugünümü size ayırdım, Ankara’da nereyi gezmek, nereyi görmek istersiniz, emrinize amadeyim” demişti. Ben hiç düşünmeden “Bağlum’a gitmek isterim” dedim. Adam küçük bir şok geçirmekle birlikte Bağlum ne alaka, demişti.

“Üstad’ın Şeyhi Abdulhakîm Arvâsi Hazretleri’nin türbesini ziyaret etmek istiyorum, vesile olursanız çok sevinirim” dedim. Tabii o yıllarda navigasyon vs. yok. Beyefendi yolu bilmiyordu, birilerini aradı, hemen bize yol göstermek üzere başka bir araç daha geldi, iki araba arka arkaya Bağlum mezarlığa ulaştık. Bir hayli aramadan sonra Üstad’ın “O ve Ben” kitabının tesirinde nasıl kaldıysam baba ocağına kavuşur gibi nihayet Şeyh Efendinin türbesine vasıl olmuştum. Dönerken dilimde o türkü: “Arar bulur muydun beni beni, sahipsiz mezar olsaydım…” Kalbimde dua, bugün benim seni arayıp bulduğum gibi, mahşer günü sen de beni bul lütfen!

Bugün olduğu gibi toplumda ayrışma o yıllarda da söz konusuydu elbette. Bir tartışmada karşı cenahtan kızın biri “Ben bir Ahmet Altan tiplemesiyim, onun kitapları ile büyüdüm” demişti, ben de hiç düşünmeden “Ben de bir Necip Fazıl tiplemesiyim, ben de onun kitapları ile büyüdüm” demiştim. Bu o kadar doğruydu ki. İlk gençlik yıllarımdaki bu ifade on dördüncü yaşıma denk gelir, zaten her şey o yıllarda olup bitmişti ve o yaşıma kadar dünya klasiklerinden ve Türk edebiyatından örnekler okuyan biri olarak nihayet Necip Fazıl’la tanışmıştım. Her ne kadar ilk hidayetime İmam Gazali vesile olduysa da sonradan İmam Gazali’nin kıymetini Necip Fazıl’la öğrenecektim. Çöle İnen Nur’u kaç kez okuduğumu hatırlamıyorum bile. Yazımın başında ifade ettiğim Beyazıd Bestami Hazretleri’nin sözünde olduğu gibi, Arvâsi ile birlikte olmuş, ondan aldıklarını satır satır, mısra mısra bize iletmişti. “O ve Ben”den kendi ifadesi: “Zaten bütün dâva, irşad dâvası, erdiricilik sanatı işte o «şey»de... Gerisi dedikodu...”

İrşad olmadan, aksiyon keskin sirkenin küpüne verdiği zarardan öte olmuyor. Mümkün olsa tüm külliyatı baştan geçmek gerek. Her kitabın izi, eseri bir diğerinden farklıydı elbet. Cinnet Mustatili, Nur Harmanı, Esselam, Çöle İnen Nur, Başbuğ Veliler vs. en çok da Çile daim başucu kitabımdı ve şiirlerin birçoğu ezberimdeydi. İnsanın gençlik yılları bir başka oluyor tabii. Tesirinde kaldığım yazarlara ulaşmak, tanışmak önü alınamaz bir duyguydu kimi zaman. O yıllar da İskenderun’dayım. Sarı rehberler vardı, oradan Üstadın telefon numarasını ve adresini bulmuştum ve bir ay arayla yazdığım iki mektubu göndermiştim. Bir süre geçtikten sonra da diyaloğu zor bir insan olduğunu biliyor olmama rağmen dayanamayarak, muhtemel konuşacaklarımı yazdığım kâğıt elimde, telefonla aradım. Necip Fazıl Beyefendiyle konuşmak istiyorum, dedim. O tüm karizmasını beyan eden ses tonuyla:

-Buyurun efendim benim, dedi.

Şok olmuştum. Zira öncelikle bir asistan, yardımcı vs. telefonu açar, kendisini rica ederdim, belki de cevap vermez diye düşünüyordum. Direkt kendisi karşımdaydı, sesim kısıldı, kala kaldım… Üç kez alo alo dediğini duyuyor cevap veremiyordum. Nihayet kendimi toparladım. Heyecanımı bastırdım ve ismimi, nereden aradığımı belirttim ve farklı zamanlarda zat-ı âlilerine yazdığım mektuplardan bahsettim. 

-Yazılan mektupların bana ulaşmadığını, el konulduğunu bilmiyor musunuz? Hay Allah ne yazmıştınız, dedi.

-Bilmiyorum, ama müsveddeleri elimde, isterseniz okuyabilirim, dedim.

Okumamı istedi ve baştan sona mektuplarımı dinledi.

-Ben Hatay’a geldim. Orada bir adam göremedim. Sen oralarda öyle nasıl yetiştin bakiim…” dedi ki sanırım aldığım en güzel iltifat buydu ve beni ru beru görüşmek dileği ile İstanbul’a davet etmişti. Telefonu kapadıktan sonra bir süre sevinçten ayaklarım yere basmamıştı ama yıllar sonra bu hatırayı yazarken o müsveddeleri saklamadığım için şimdi çok müteessirim…

O muhteşem davete icabet edememiştim ama bir zaman sonra, dayanamayarak tekrar telefon ettim.

-Yine mi kilometrelerce uzaktan arıyorsunuz, ben geldim diyen telefonunuzu bekliyorum, demişti…

Ahirete intikalinden sonra; “o davete icabet edemedim, daha da İstanbul’a gitmem” demiştim ve uzun süre gelmemiştim. Yıllar sonra geldiğim zaman da beni karşılayan arkadaşım, doğru kabrine götürmüştü. İstanbul’da ilk ziyaretim o olmuştu.

Rüyada Mirzabeyoğlu’nun tahliye müjdesi

Medreseyi Yusufiye dediğimiz zindan yılları uzadıkça uzamış, sabırlar azalmış olduğu bir ara enteresan bir rüya görmüştüm. Malum o yıllarda Abdullah Gül Cumhurbaşkanıydı, rüyamda bir asansör önü gibi bir yerde Abdullah Gül ile karşılaşıyorum ve esefle “iki dudağının arasında, bir talimat yazsanız da Mirzabeyoğlu artık tahliye olsa” diyorum. O da gayet içten:

-Tamam yazarım sen almaya git, diyor.

-Bak almaya giderim vermezlerse, iyi olmaz, diyorum.

-Yok yok müsterih ol, sen almaya git, diyor…

Rüya içimde bir ümit... Rüyamı Mirzabeyoğlu’nun eşi Hayran Hanım’a ilk karşılaşmamızda anlattım ve “Bolu’ya ne zaman gidecekseniz, haberim olursa, sizi bu sefer ben götürmek isterim, zira rüyama göre benim oraya gitmem lazım, öyle hissediyorum” dedim.

Hayran Hanım sanırım biraz tereddüt etti, ben de üsteleyemedim... Üstünden zaman geçtikçe içime dert olmaya başladı. Sürekli içimden bir ses, “benim oraya gitmem lazım” diyordu.

Nihayet Fatma Parmaksız’ın Bolu Hapishanesi’nin önünde ailece kamp kurduğunu, sürekli gidip geldiğini öğrendim. Onunla irtibata geçtim... Ramazan ayı, oruçluyuz ve geceden uykusuz bir şekilde Bolu’ya yola çıktım. Bir gün daha beklemeye tahammülüm kalmamıştı, sanki ben gitmiyorum, o da tahliye olamıyor gibi bir duygu kaplamıştı içimi. Fatma Hanım, beni karşıladı. Hapishanenin tam önünde slogan atıyorlar, Kumandan içeride sesimizi duyuyor, demişti. Hapishanenin önünde bir an yalnız kaldım ve bir araç durdu, içinden inen şahıs, “Mirzabeyoğlu’nun yakını mısınız, aracınızı kapının önüne çekin, kimse gelmeden hemen tahliye ediyoruz” dedi… Rüyam gerçek oluyordu. Avukatlarını aradım, “tahliyesi bir iki gün alır” dediler. İçeriden tekrar biri geldi, “çıkarıyoruz” müjdesini verdi. Avukatların İstanbul trafiğinde çıkıp gelmeleri elbette çok zaman alacaktı ama Bolu Belediye Başkanı ve yakınlardakilere haber ulaştı. Bir anda ortam bayram yerine dönmüştü. Konvoy oluştu, yolda bir yerde topluca iftar yapıldı ve Sapanca İstanbuldere Köy Aşiyan Otel’de toplanılmış Ankara’dan İstanbul’dan herkes gelmişti. İzdiham olduğu için ben çekimser kalmıştım nihayet çağırıldığım haberi geldi, karşılıklı görüşürken şehidimiz Halil Kantarcı “Kalabalıktan dinleyemedim ama sizinle sohbet zevkiyle konuştu” notuyla, fotoğrafımızı çekmiş göndermişti…

Üstad ve Kumandan ve şehidimize sonsuz rahmet dileği ile…

Aylık Baran Dergisi 27. sayı, Mayıs 2024