Mezhep “yol” demek, din de “yol” demek. Dine ulaştıran mezhepse ne âlâ; dine ulaşmak için bir mezhebe, bir aracıya ihtiyaç var. Mezhepsizlik yol tanımamak demektir ki hiçbir şeye ulaştırmaz. Onun için halk arasında “dinsiz-kitapsız” mânâsında “mezhepsiz” denir.
Hak mezhepler “Ehl-i Sünnet” adıyla isimlenmiş olup, bâtıl mezhepler ise “Ehl-i Bid’at” adıyla isimlenmiştir.
Hak mezhepler amelde 4’tür: Hanefî, Şâfî, Malikî, Hanbelî. Bunlar yürürlükte kalan 4 Hak mezheptir. Hak mezhepler itikatda ise ikidir: Maturidî ve Eşarî. Bütün bu hak mezheplerin toplu adı da “Sünnet ve Cemaat Ehli”dir.
Bidat mezhepleri ise sayısızdır. Kendilerini İslâma nisbet etmeye çalışsalar bile elimizde ayırıcı ölçü vardır, Kurtuluş Yolu’nun sistemleşmiş adı “Sünnet ve Cemaat Ehli”ne uygun değilse her mezhep dalalet yoludur. Bidat mezheplerden bazıları: Şiîlik, Vehhabilik, Reformistlik, kuru akılcılık, Selefîlik, mezhepsizlik mezhebi vs. vs…
Hak mezhepler arasındaki ayrılık esasta değildir, rahmete vesile olucu teferruat nevîindendir. Bu ayrılıktan bazıları: Cemaatle namazda fatihayı kimi mezhep içinden okur, kimi okumaz. Kimi mezhepte kan abdesti bozar, kiminde bozmaz; kiminde kadın eli değmesi bozar, kiminde bozmaz. Hepsinin bir hikmeti ve delili var ve rahmete vesile olucu farklılıktır; yani esasa taalluk etmez.
“Mezheplere gerek yok!” diyen de, bu görüşüyle bir yol, bir mezhep sahibi olmaktadır; “Mezhepsizlik Mezhebi” dediğimiz durum. “Mezheplere gerek yok!” diyen çoğu ilahiyat mamulü hocalar(!) bir otelde toplanmışlar, bu hâli gören ve orada yanlışlıkla bulunan Ehl-i Sünnet bağlısı bir mümin, mezhepsiz bir prof’a işin saçmalığını vurgulamak için şöyle bir teklifte bulunur: Madem kendi aklımızla kendi mezhebimizi kuracağız, 4 hak mezhebe gerek yok. O zaman ben yeni bir mezhep kurdum seni benim mezhebe üye olmaya çağırıyorum”. Mezhepsiz Profesör suratını buruşturarak oradan uzaklaşır. Kendi aklını rehber edinen insan sayısında yol ortaya çıkar.
Din edeptir, edep ise hadlere riayet... “Mezhebe gerek yok!” diyenler, sahabîyi bizim gibi bir insan görürler, müçtehid mezhep imamlarımızı edepsizce eleştirirler, İmam-ı Âzam’ı da edepsizce eleştirirler, hatta Allah Resûlü’nü bile postacı derekesine indirirler ve böylece dinlerini de kaybederler. Bir Müslümana, mezhepsiz bir yazarın (Mustafa İslâmoğlu) bir kitabını satmaya kalkmışlar. Kitabı şöyle karıştırmış ve edebsizliği hemen yakalayarak demiş ki: “Burada ‘Ebubekir’ yazıyor, Hazret-i Ebubekir onun asker arkadaşı mı? Bu kitabı ben almam!”. Aslında edep tavrı herşeyin özüdür ve edebi olmayanın dini de yoktur.
“Mezhep fitnesi” diyerek, “ne şiî, ne sünnî” diyerek mezhepsizliği savunanlar, fitne yapmaktadır. “Ne Şiî”yi anladık da, “ne Sünnî” ne demek? Sünnîlik sapık bir yol mu, fitne mi? Bunu mu demek istiyorlar? Aslında Türkiye’deki mezhepsizler, İslâm ümmetinin ayrılıkçısı Şiîlere (bir isimleri de rafizî-ayrılıkçıdır) yani İran’a pek lâf etmezler. İran’ın “mezhepleri yakınlaştırma” adı altındaki fitnesini desteklerler. Mezhepleri yakınlaştırmaktan dem vuran İran’da, anayasaları gereği Sünnîlik yasaktır. 10-12 milyonluk Tahran’da bir tane Sünnî camiî yoktur; ve Şiîliğe göre Sünnî camileri düşman hedefidir. Amerika ile işbirliği yapan Irak’taki Şiiler, İran’dan da destek alarak Sünnî camileri bombaladılar ve 3200 Sünnî imamı şehid ettiler. Şimdi “mezhep fitnesi” kim? Şu hususu vurgulayalım ki, mezhebin kendisi fitne değil, Hak mezhebi var, “Bidat” mezhebi var; fitne olan bidat mezhepleridir. Hak ile bâtıl mezhepleri birbirine karıştırmak ise devrimizin önemli bir fitnesidir.
Günümüzde Ehl-i Sünnet geçinenlerin durumu içler acısıdır. Amerikan işbirlikçisi Fethullaha da sorsan “Ehl-i Sünnetiz”, Enver Ören’e de sorsan “Ehl-i Sünnetiz” derler.. Demek ki “Ehl-i Sünnetim” demeyle olmuyor, Ehl-i Sünnete bakışı da ölçülendirmek gerekiyor. O zaman şu soruyu sormalıyız: Ehl-i Sünnet’i nasıl anlamalıyız ve çağımızda Ehl-i Sünnet anlayışı ve duruşu nedir? İşte İBDA’nın misyonu da burada devreye giriyor. “Ehl-i Sünnet ve İBDA” ilişkisi içinde bu soruyu cevaplıyalım:
Yeni bir “şuur” terkibi ifade eden sistem olmadan, şuurun kendini ve yaşadığı düzeni eleştirmesi de, eleştirdiği süzgeçten geçmektedir; içinde yaşadığı düzenin etkisinde ona karşı gelmektedir. Bunun için yeni bir “şuur süzgeci” oluşturan dünya görüşü şart; bu da mütefekkirlerin işi. İslâm hikemiyatı şart. Bu anlayış olmadı mı, geride hiçbir şey kalmaz. Çağın ihtiyacı bu!
Önce İslâma Muhatap Anlayış sistemi yerli yerine oturacak, sonra İslâmî ilimler ona paralel gelişecek. Doğru anlayış sistemi olmadan, “Ehl-i Sünnet”, tasavvuf, fıkıh vs. mevzuların doğru anlaşılması mümkün değil. Ölçülere nasıl bakılması gerektiğini gösteren “ölçülendirme ölçüleri”, yani doğru anlayış sistemi olmadan hiçbir şey yerli yerine oturmuyor. Tarihin tozlu raflarından günümüze “Ehl-i Sünnet” ve “İslâm fıkhı” gelemiyor.
Hadis ve tefsire yaklaşacak ruhî ve fikrî eğitimden geçmeden, açıkçası Büyük Doğu- İbda’nın tuttuğu mercekle İslâma ve âlem’e yönelmeden “haydi tefsir okuyalım!” demekle hadis- tefsir okunmuyor. “İslâma Muhatap Anlayış” olmadan hiçbir şey olmuyor.
Salih Mirzabeyoğlu’nun temel eseri olan “İBDA Diyalektiği”nin alt başlığı “Kurtuluş Yolu”. Ehl-i Sünnet yolunu günümüzde sistemleştiren ve böylece geleneksel Kurtuluş Yolu çizgisinin bir halkası olan İBDA, kendini şöyle tanımlıyor: “Allah ve Resûlü davasında, DOĞRU YOL-KURTULUŞ YOLU’nun bir alemi, bir remzi!..”
İslâm toplumunun yeniden inşâına ihtiyaç var. Bu da bir toplum projesiyle ve bunun aksiyonu ile mümkün; fikirde ve fiilde... İşte fakîh, mütefekkir-müceddid Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu, anlayışları yenileyerek ve yeni bir dünya görüşü ortaya koyarak bu vazifeyi yerine getiriyor; devrinin icabı fikir ve fiili birleştirerek, İslâm’ın “Kurtuluş Yolu” anlayışına ve kavramlarına canlılık kazandırarak.
İBDA, tahkikî imânı temsil eder ve İBDA, mihenk taşı özelliği taşır. Sayın Mirzabeyoğlu’nun “İBDA Diyalektiği” adlı eserinin takdiminde belirtildiği üzere:
“Bu eser... İnsan ve toplum meselelerine “Kurtuluş Yolu” hakikatine uygun olarak yanaşabilmenin “ilmî” hâlidir. Ve, bilerek veya bilmeyerek İslâm’a hainlik edenleri enselemenin biricik anahtarıdır.”
Üstad Necip Fazıl, fakîh-müceddid-mütefekkir olarak “Doğru Yolun Sapık Kolları” adlı eserinde İslâm arsasına giren bütün sapık kolları deşifre eder. Necip Fazıl, “Sünnet ve Cemaat Ehli” çizgisinin sadece fıkıhtan ibaret olmadığını, tasavvufun, İslâm’ın bâtını demek olduğunu ve zâhirle (fıkıh ilmi) bâtının  (tasavvuf) birbirinden ayrılmasının mümkün olmadığını belirtir. Tasavvufu yani topyekün Allah Resûlü’nün bâtınını inkâr edenler için, Salih Mirzabeyoğlu’yla söyleşisinde şöyle der Necip Fazıl:
“İslâm’ın derinlik buudunu reddeden ahmakların hâlini söyleyeyim sana: Bir nevî, İslâm’ı reddeden İslâmcılar!.. Ruhsuz ruhçular!...”
Ehl-i Sünnet deyince sadece fıkıh anlaşılmamalı, tasavvuf da anlaşılmalı. İslâm, zâhir-bâtın ayrılmaz bir bütündür.
Sünnet ve Cemaat Ehli nin çağımızda billurlaşması ve yürüyen tek çizgi halinde sistemleşmesi, BD-İBDA budur!..
 
 
Baran Dergisi 20. Sayı
24.05.2007