2004 yılı, Türk şiirinin büyük ustası ve "Şairlerin Sultanı" unvanının sahibi Necip Fazıl Kısakürek'in 100. doğum yıldönümüydü. Başta Büyük Doğu Yayınevi şahsında, yakınları ve Kültür Bakanlığı eliyle hükümet olmak üzere bütün sevenleri, "Üstâd"ın 100. yaşını, adına yaraşır etkinliklerle kutlama gayretlerini sergilediler.

Mayıs 2004'ün sonlarına doğru "Üstâd 100 Yaşında" başlığı altında toplanıp İstanbul Atatürk Kültür Merkezi'nde sahnelenen ve başta başbakan ve bakanlar olmak üzere hükümetten ve halk kesimlerinden geniş bir katılımın olduğu yıldönümü töreninde, etkinliğin merkezinde yer alan Üstâd filminin gösterilmesi dışında, sanatla ilgili çok özel bir ayrıntı daha vardı ki programın diğer unsurlarının arasında yeteri kadar dikkat çekici olamadı.

Programın bir bölümüne sıkıştırılan, Üstâd'ın bestelenmiş şiirlerinden birkaç örneğin seslendirildiği ve hem aceleye getirilmiş hem de gereken müzik hacminden yoksun olarak verilen mini konser, aslında büyük şairin dikkate değer olduğu hâlde gerektiği kadar ele alınmamış bir yönünü gündeme getirmesi bakımından önemliydi. "Necip Fazıl ve müzik" diye özetlenebilecek ve başlıbaşına bir araştırmanın konusu olabilecek kadar ilgi çekici olan bu konu, edebiyat araştırmacılarının dikkatini ne yazık ki henüz yeteri kadar çekmemiş bulunuyor.

Hayatı, eserleri ve mücadelesi hakkında az çok bilgi sahibi olan herkesin yakından bildiği gibi Üstâd, senfonik müziği, yani klasik batı müziğini iyi bilir ve tutkunluk derecesinde severdi. Birçok yazısında bu sevginin izleri görülebileceği gibi, şaheserleri arasında ön sıralarda yer alan Çile şiirinin kurgusu da batı müziği formlarının en önemlilerinden olan senfoniyle aynıydı. Yani şiirin 28 kıtalık bütünü, şekil olarak bir senfoninin ayrıldığı dört bölüme ayrılmış, yedişer kıtalık dört bölümden meydana getirilmişti.

Hatta eserin iç dinamikleri de aynen senfoninin iç kurgusundaki ifade özelliklerine göre oluşturulmuştu. Nitekim Çile'nin ilk neşredildiği dönemdeki adı da Senfoni idi.

Eserlerini okuyanlar hatırlayacaklardır, Anadolu'ya kaçış günlerinde, içine düştüğü buhranlardan biri sırasında yaşadığı son derece ilgi çekici bir hadisenin merkezinde de batı müziği bulunuyordu. Sığındığı ve içinde hiç kimsenin bulunmadığı esrarengiz bir dağ evindeki gramofonu çalıştıracak ve borudan yükselen. senfonik müzikle "iskelet haline gelmiş binlerce elin topraktan göğe doğru fışkırdığını" hissedecek kadar etkilenecekti.

Üstâd'ın, yayımlanmış olmak şartıyla okunmamış tek satırını dahi bırakmamış benim gibilerinin, Necip Fazıl imzasıyla yayımlanmış yazılarda, onun batı müziğine karşı tutkusunun izlerini yakalayabileceği çok sayıda ipucu vardır. Kaldı ki Üstâd, daha hayattayken bir klasik haline gelmiş olan ve bizzat seslendirdiği ünlü şiir albümlerinin fon müziklerini de bizzat kendisi seçmişti. Kullandığı müziklerin, şiirlerinin ruhuyla nasıl örtüştüğü ise, üzerinde ayrıca durmayı gerektirecek kadar incelikli ve önemlidir. Kısacası, tam bir ihtisas örneğidir ve çok yüksek bir estetik kaygıyla seçilmiş olduklarına şüphe yoktur.

Aynı konuda atlanmaması gereken bir diğer önemli mesele de söz konusu şiir albümlerinin fonlarındaki müzikleri değiştirmeye cür'et eden bazı aklı evvel yayıncıların işledikleri cinayettir. Üstâd'ın tabiriyle; "Beyazsaray'ın hödük esnafı" galiba, "Bu müzik gâvur işidir, Üstâd gibi bir Müslüman şairin şiirlerine kim yapıştırmış bunları? Hemen söküp atalım ve yerine 'ney taksimi' koyalım ki Üstadımız'ın eseri daha uhrevî bir hâle bürünsün" gibi trajikomik bir yaklaşımla o nefis albümlerin canlarına okumuşlardır.

Klasik batı müziğine düşkünlüğünü bildiğimiz Üstâd'ın, acaba Türk Müziği ile bir ünsiyeti yok muydu? Üstâd'la tanıştığım, yani onu okumaya başladığım ilk günden itibaren bu sorunun cevabını aradım. Arayışım çok da uzun sürmedi. Zira daha onunla kalbi bir yakınlık kurduğum ilk günlerde, bir kitabında rastladığım -ve aynen iktibas etmek suretiyle dikkatlerinize sunacağım- "Kör ve Musiki"* başlıklı fıkrası, sorumun cevabını fazlasıyla veriyordu. Yazının sonuna geldiğimde, içimden müthiş bir sevinç yükseldiğini, aradan neredeyse 20 yıl geçmesine rağmen bugün bile hatırlıyorum, çünkü onunla aramda çok kuvvetli bir bağ daha kurulmuş oluyordu.

"Kör ve Musiki" başlıklı yazıyı okuyanların, eğer "Üstad Türk Musikisi'ne acaba nasıl bakardı?" gibi bir soruları varsa, kendilerini benim gibi dört dörtlük bir cevap almış sayacaklarına hiçbir şüphem yok.

En kısa biçimde söylenebilir ki Üstâd, Türk Müziği'ne karşı ilgisiz olmak bir yana, zehir gibi zekâsıyla ve dikkatiyle "iyi müzik”le "kötü müzik" arasındaki farkı zaten herkesten daha iyi anlayabilirdi. Nitekim söz konusu yazısında kullandığı sıfatlar, Klasik Türk Müziği'ni ve piyasa müziğini nasıl vukufla tefrik ettiğinin ve her birini nerelere koyduğunun açık bir ifadesidir.

Peki, hayatının hiçbir devresinde ve hiçbir eserinde hemen hemen hiçbir ipucu vermediği hâlde Üstâd, Türk Müziği ile ilgili ayrıntıya inebilecek kadar ihtisas belirten bilgileri nereden almış ve incelmiş zevkini nasıl geliştirmiş olabilirdi? Bu sorunun cevabını vermek çok da zor değildir. Zaten geniş birikimi, bu hassasiyetin temelini kendiliğinden oluşturmuş bulunuyordu. İkinci ve belki çok önemli bir ayrıntı da büyük bir ihtimalle, Üstâd'ın, diğer bir Üstâd'la, Türk Müziği'nin son büyük ustalarından olan Mesut Cemil'le olan arkadaşlığıydı.

Şiirin ve yazının Üstâdı Necip Fazıl ile müziğin -ve yine yazının- Üstâdı Mesut Cemil'in dostluk çevresinin adı, "Esâfil-i Şark" idi. Âbidin Dino, Peyami Safa, Fikret Adil, Nâzım Hikmet, Calli İbrahim, Emin Âli ve dönemin daha birçok aydınının ve sanatkârının oluşturduğu bu toplulukta, sanatın ve kültürün hemen her dalından bir temsilci bulunuyordu. "Şark'ın Sefilleri"nin arasındaki musiki rüknü ise Türk Musikisi tarihinin büyük ismi Tanburî Cemil Bey'in oğlu Mesut Cemil idi. Ortak paydası sanat, kültür ve bohem hayat olan ve hemen her gece sabahın ilk ışıklarına kadar devam eden Esâfil-i Şark gecelerinde iki Üstâdın irtibatlarının, Necip Fazıl'ın -zevk noktasında gerek bulunmasa dahi- bilgi bakımından Klasik Türk Musikisi ile yakınlaşmasına bir katkısı olduğu düşünülebilir.

Birini çok sevseniz ve saysanız, o birinin yaptığı iyi işler hayatınızı yönlendirmeye çabaladığınız dönemlerde size önemli ölçüde kılavuzluk etse; fakat bütün sevginize ve yakınlaşmak istemenize rağmen o kişiyle nedense hep teğet geçmiş, hiç yakınlaşamamış olsanız; ve nihayet bir gün o sevdiğiniz ve saydığınız kişi ebedî âleme göçmüş ve bu dünyada bir daha görüşme ihtimaliniz kalmamış olsa; ve son olarak da hayatınızın en önemli odak noktalarından birini oluşturan o kişinin etten kemikten gerçek yüzünü dünya gözüyle ilk ve son olarak kabre indirildiği sırada görmüş olsanız, neler yaşar, neler hissederdiniz?

Benim Necip Fazıl ile ilgili maddî anlamdaki irtibatım, -manevî olanlar daima mahfuz kalmak üzere- bundan ibaretti. Vefat ettiği günün gece yarısı, Pangaltı Hamamı'nın köşesindeki gazeteciden almayı ve biraz ilerideki bekâr evime yürürken başlıklarına gözatmayı alışkanlık hâline getirdiğim Tercüman gazetesinin akşam baskısının ilk sayfasında, "Sultâ-nü'ş-Şuarâ Ebediyet Aleminde" manşetini görür görmez onun tâbiriyle "kafama balyoz yemiş" gibi olduğumu, gözlerimin karardığını ve düşmemek için bir duvara yaslandığımı gayet iyi hatırlıyorum.

Bir kere bile karşılaşamadığım, sadece bir kere yüzünü görmeden sesini işittiğim biri için duyduğum sevginin ve saygının ve onu kaybedince yaşadığım bu derin üzüntünün sebebi ne olabilirdi? Sebep, galiba hiçbir zaman doğrudan doğruya yüzyüze gelmemiş olsak bile Üstâd'la hiçbir zaman hatırlayamayacağımız bir zamanda beraber olduğumuzdu; tıpkı şimdi olduğu gibi.

Üstâd'la irtibatım, ne mutlu ki onun ebediyet âlemine göç ettiği tarihten itibaren kesilmiş olmadı. Bazılarını bilmem kaçıncı defadır okuduğum yazılarının birçoğunda, hâlâ eskiden olduğu gibi beni bana anlatan nüfuzunu hissedebiliyorum. Kendisine duyduğum büyük sevginin ve saygının karşılıklarını da -belki garip gelebilecektir ama, yaşadığım gerçekler olduğu için kaydetmeye mecburum hâlâ görmeye devam ediyorum. Kaleminden çıkmış birçok satırda benimle sohbet ettiğini, yaşadığım sıkıntıların çözümlerini gösterdiğini, hatta bazen keskin zekâsının ürünü olan zehir gibi şakalar yaptığını hissediyorum.

Üstâd'a duyduğum sevginin ve saygının en anlamlı karşılıklarından biri, bestelenmiş şiirlerinden oluşan bir albümünü yayımlamanın bana kısmet olmasıydı. Hiçbir şekilde düşünmediğim, yapmak için herhangi bir girişimde bulunmadığım bu güzel çalışma, kelimenin tam mânâsıyla ellerime bırakılmış ve projeyi oluşturup sonuçlandırmam istenmişti. Üstâd'a lâyık şekilde yapılıp yayımlanan albümün altındaki imzamın, sanat hayatımın en anlamlı çalışmalarından birini belgelediğine inanıyorum.

"Bestelenmiş Şiirleriyle Necip Fazıl Kısakürek" adını taşıyan ve Şenol Demiröz ile Beşir Ayvazoğlu'nun istekleriyle İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı adına hazırladığım albümün muhtevası, o güne kadar araştırıp ulaşabildiğim eserlerden oluşuyordu ve Üstâd'ın bestelenmiş şiirlerinin büyük bir bölümünün albüme kaydedilmesini sağlamıştım. Albümün yayınlanmasından birkaç ay sonra varlığından haberdar olabildiğim iki eserden ilki Alâeddin Yavaşça'nın Hicaz makamından bir şarkısı, diğeri ise Murat Bardakçı'nın Segâh makamından bir ninnisi idi. Ayrıca yıllar önce bestelediğim, fakat albüm çalışmaları sırasında bütün aramalarıma rağmen bulamadığım ve ne yazık ki hatırlayamadığım "Anneye Ninni" de albüme giremeyen eserler arasındaydı.

Kaydedilip yayımlanan ve kültür dünyamızın istifadesine sunulan CD'deki eserlerin notalarını, ilgi duyacakların faydalanmasına bir vesile olabilir ümidiyle bu yazının ekinde kaydediyoruz. CD'ye giremeyen üç eserden Alâeddin Yavaşça'ya ait olanının notasını da diğerlerinin arasına eklemiş bulunuyoruz. Murat Bardakçı'nın Segah Ninni'si ile bana ait ve şimdilik hâlâ meçhul olan "Anneye Ninni" ise repertuvarımızda yine eksik bulunuyor.

Notalarını verdiğimiz eserlerin her biri için kısa da olsa açıklamalarda bulunmak, sözkonusu eserler üzerinde yaklaşık on yıldan beridir en yoğun biçimde çalışmış bir müzisyen olduğum ve içlerinden üç tanesinin bizzat bestecisi bulunduğum için gerekli hâle geliyor.

Bestesi Muzaffer Şenduran'a ait olan Sabâ şarkı, "Elimde sükütun nabzını dinle" mısraıyla başlayan Veda adlı şiirin birinci ve üçüncü dörtlüklerinden oluşuyor. Bestekârın, şiirin ikinci dörtlüğünü bestelemeyi tercih etmediği ve ortaya son derece sağlam yapılı, hatta kusursuz bir şarkı çıkarmayı başardığı görülüyor.

Necip Fazıl gibi kuvvetli şairlerin şiirlerini bestelemeye soyunan müzikçileri bekleyen büyük bir tehlike vardır ve bu ilgi çekici şiir-müzik ilişkisi, bestekârlığın temel kurallarındandır. Eğer güçlü bir şairin eserini bestelemeye girişmiş iseniz, yaptığınız müziğin kullandığınız şiirin gücü ve ağırlığı altında ezilme tehlikesini göze alıyorsunuz demektir. Bin küsur yıllık bir geçmişi olan geleneksel müziğimizin tarihî çöplüğü, bestelemeye çalıştığı şiirlerin altında ezilip kalmış bestekârların eserleriyle doludur. Bir bestekâr olarak müzik dünyamızda geniş kitleler tarafından tanınmayan Muzaffer Şenduran'ın şarkısı, eğer başka hiçbir esere imza atmayacak dahi olsa, uzun yıllar boyunca adını bestekâr olarak yaşatabilecek cinsten bir eser olmaya adaydır.

Başyücelik emirleri: Faiz Başyücelik emirleri: Faiz

Üstâd'ın şiirleri esasen hiçbir şekilde "güfte", yani müzik sözü olsun diye kaleme alınmadıkları için, bestelenmeleri büyük zorluklarla dolu olan eserlerdir. Hafakanların, sancıların, kavgaların ve korkuların şiiri diye tavsif etmenin pek de yanlış olmayacağı Necip Fazıl'ın şiirinin, özellikle Türk Müziği tarzında bestelenebilmeleri ise başlıbaşına imkânsız gibidir. Zira geleneksel müziğimizin ruhu ile Üstâd'ın şiirinin dünyası, yolları pek az noktada kesişen iki ayrı ırmak gibidir. Az sayıdaki yakınlaşma alanları ise zaten öteden beri bestekârların ilgilerini çekmiş ve üzerinde Türk Müziği tarzında yoğunlaşılabilecek yine az sayıdaki eser ortaya çıkarılmıştır.

Şenduran'ın Sabâ şarkısına güfte olan Veda şiiri, aynı zamanda Üstâd'ın Türk Müziği bestekârları tarafından en çok ilgi gören şiiridir. Şiirin, "Akşamı getiren sesleri dinle" misraiyla başlayan eski versiyonu ise, Şenduran'ın beste çalışmasından uzun yıllar önce Türk Müziği'nin kıdemli müzisyenlerinden Sadun Aksüt tarafından Acemkürdî makamında bir şarkı olarak bestelenmiş ve repertuvarlardaki yerini almıştı. Aksüt'ün en kıymetli eserlerinden biri olarak değerlendirmenin yanlış olmayacağı şarkının da zamanın aşındırıcı etkilerinden rahatlıkla sıyrılıp, uzun yıllar sonra bile ilgiyle karşılanacak kalitede bir eser olduğunu belirtmek gerekiyor.

Aynı şiire, yani Veda'ya ilgisiz kalamayan üçüncü bestekâr ise, Türk Müziği'nin günümüzdeki en büyük Üstâdlarından olan Alâeddin Yavaşça'dır. Yavaşça'nın, şiiri güfte olarak ele alırken yakıştırdığı ve uygun gördüğü makam ise Hicaz'dır. Bu şarkı da, bestekârının ustalık derecesinden ve eseri büyük bir vukufla vücuda getirmiş olmasından dolayı zamana karşı direnebilecek sağlamlıkta ve güzellikte bir eserdir.

Veda'yı "Ayrılık Vakti" başlığıyla besteleyen dördüncü bestekâr Hüseyin Gökmen'dir ve şarkısı Nihâvend makamındadır. Az sayıda eser vermiş bir bestekâr olan merhum Gökmen'in çok az icra edilen bu şarkısı, CD çalışmamızla kayıt altına alınmış ve belki de unutulmaktan kurtulmuştu.

CD'ye kaydedilen bir diğer Nihavend şarkı ise Üstâd'ın "Yattığım Kaya" adlı şii riydi. "Sonsuz Sefer" adı verilerek tarafımdan bestelenmiş olan "Bu akşam o kadar durgun ki sular / Gömül benim gibi kedere diyor" beytiyle başlayan şarkı, özellikle Şenduran'ın ve Yavaşça'nın klâsik ölçülere riayetle besteledikleri şarkıların tumturaklı yapısına karşılık fantezi bir edâ taşımaktadır.

Mahmut Yivli adlı pek tanınmayan bir bestekâra ait olan ve TRT repertuvarına da girmiş olan Nev'eser makamındaki şarkı, Üstâd'ın "İçerimde koca bir dağ gizlidir" misraiyla başlayan şiirinden bestelenmiştir.

"Bu akşam o kadar durgun ki sular / Gömül benim gibi kedere diyor" beytiyle başlayan "Ninni"ni ile ünlü "Bu Yağmur"un makamları Hicaz'dır. Tarafımdan bestelenmiş olan parçalardan ilki ninni, ikincisi şarkı formundadır. Her ikisinin de birer besteleniş hikâyesi vardır.

Ninni, yakın bir dostun dünyaya getirdiği bebek için armağan olarak, Bu Yağmur ise, Yeni Bir Dünya adlı kitabında bu şiir üzerine harika bir hikâye yazmış olan merhum Necmettin Hacieminoğlu'na ithafen bestelenmişlerdir.

Üstâd'ın bestelenen şiirleri arasındaki Hicaz makamındaki bir diğer şarkı ise Ahmet Hatiboğlu'na aittir. "Gönlüm ne dertlidir ne de bahtiyar" mısraıyla başlayan şarkı da zamanın yıpratıcı etkilerine karşı koyabilecek ölçüde kuvvetli şarkılardan biridir.

Şiir dünyamızda Kul Ozan mahlasıyla tanınan, müzik alanında kullandığı gerçek adı Fırat Kızıltuğ olan usta müzisyenin Hüseynî makamından orkestra ve koro için bestelediği çoksesli eser, Aydınlık şiiriyle aynı adı taşımaktadır. "Uyan yârim uyan söndü yıldızlar" mısraıyla başlayan şarkının ayrıca bir de ana melodisinin esas alınmasıyla oluşturulmuş bir teksesli versiyonu bulunmaktadır.

Çoksesli versiyonu Ayangil Türk Müziği Orkestra ve Korosu tarafından çeşitli tarihlerde birçok defa seslendirilmiş olan eser, Üstâd'ın çok sevdiği batı müziği tarzında bestelenmiş olması bakımından diğer eserlerden ayrılmakta ve özel bir örnek teşkil etmektedir. Bu eserin her iki versiyonuna ait notalar yazının ekinde verilmek suretiyle mukayese imkanı sağlanmış olacaktır.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi adına yaptığımız CD çalışmasından sonraki yıllarda bestelediğimiz için albümde yeralmayan bir diğer şarkı da "Su" adını taşımaktadır. İSKİ'nin bir kuruluş yıldönümü etkinlikleri kapsamında verilecek olan "Su" konulu bir konserin hazırlık çalışmaları sırasında yazdığım ve adı geçen etkinliklerde bir koro tarafından seslendirilen eser, Üstâd'ın su üzerine yazdığı ünlü 6 beyitin bestelenmiş biçimidir ve Mâhur makamındadır.

Üstâd'ın bestelenen son şiirlerinden biri ise ünlü "Zindandan Mehmed'e Mektup'tur. Geleneksel Türk Müziği beste şekilleri arasında bulunmayan "Destan" formunda vücuda getirilmiş olan eser Fırat Kızıltuğ'a aittir ve makamı Uşşak'tır. Eserin bir diğer özelliği de ilk bestelendiği dönemde esas olarak ilk beşliği ile son beşliği kullanılmasına rağmen, daha sonraki yıllarda bestekârı tarafından tekrar elden geçirilip, şiirin geriye kalan 12 beşliğinin de ayrı ayrı bestelenmek suretiyle esere ilk bestelendiği halinden ayrı ve yeni bir kimlik kazandırılmış olmasıdır.

Ünlü şiirle aynı başlığı taşıyan, yani Zindandan Mehmed'e Mektup adı verilmiş olan destanın da ilgi çekici bir besteleniş hikâyesi vardır. Yaklaşık 15 yıl gibi bir süre boyunca İstanbul Devlet Klasik Türk Müziği Korosu'nde mesai arkadaşlığı yaptığımız Üstâd Kızıltuğ ile sık sık daldığımız şiir sohbetlerinden birinde, bir bölüm o, peşinden bir bölüm ben olmak üzere Zindandan Mehmed'e Mektup'u ezberden okumak üzere hafızalarımızı tazeliyorduk. Şiirin son mısrasını da yani "Gün doğmuş gün batmış ebed bizimdir"i okuyup bitirdikten sonraki birkaç dakika süren etkili sessizlik, Kızıltuğ'un mırıldandığı ve sözleri belli belirsiz seçilebilen bir melodiyle bozulmuştu.

Kulak kesildiğimde, melodilerin arasından mırıldanma ile ıslık arası bir sesle, "Zindan iki hece Mehmed'im lâfta/ Baba katiliyle baban bir safta / Bir de geri adam boynunda yafta / Hâlimi düşünüp yanma Mehmed'im / Kavuşmak mı belki daha ölmedim" sözlerinin geçtiğini karineyle de olsa anlayabilmiştim. Hiçbir müdahalede bulunmadım ve Üstâdın dalgınlığının geçmesini bekledim. Bakışlarıyla tekrar yanıma döndüğünü belli edince karşılıklı olarak gülümsedik. Oracıkta ve birkaç dakika içinde besteleyivermişti. O sevinçle birkaç kere de birlikte tekrar ettik ve ayrıldık. Sonraki birkaç gün içinde dilime takılan melodiyi sürekli tekrarlamış ve tamamen ezberime almıştım.

Aradan birkaç ay geçtikten sonra bir gün heyecanla beni yanına çağıran Kızıltuğ, üzüntüyle karışık bir endişe tonuyla, şiiri bestelediği o günü hatırlattı ve elini dizine vurarak, "Öyle üzgünüm ki, keşke o gün üşenmeyip bir kâğıt parçacığına not etseymişsiz; çünkü melodiyi unuttum gitti! Ben şimdi aynı melodileri bir daha nasıl hatırlayacağım? Yazık oldu!" diye yakınmıştı. Gülümsedim ve eseri başından sonuna kadar okudum. Kızıltuğ sevincinden uçacak gibi oldu, çünkü bestelendiği günden sonra dilime pelesenk olan ve uzun süre bozuk plak gibi tekrar edip durduğum melodiler kafama kazınmış ve hafızamda kalmıştı. Sevinçle kucakladı ve hemen oracıkta oturup notasını yazdık.

Üstâd'ın bestelenen şiirlerinden bir tanesi de ünlü Kaldırımlar-I'dir. "Sokaktayım kimsesiz bir sokak ortasında" mısraıyla başlayan şiir, Türk popüler müziği tarzında iki ayrı besteci tarafından bestelenmiştir. Birincisi ve daha çok bilineni, "Üstâd 100 Yaşında" programında Funda Arar tarafından seslendirilen şarkının bestesinin kime ait olduğu hakkında bir bilgiye sahip değilim. Fakat bildiğim bir şey var ki, şiirin öteki bestesi daha sanatlı, daha çarpıcı ve Üstâd'ın ruhunu daha iyi kavramış bir eser olmasına rağmen nedense gerektiği kadar tanınamamıştır. Grup Bileşim adını taşıyan ve şahsiyetli müzik anlayışı ve icrasıyla 90'lı yılların ümit vaat eden bir müzik hareketi olarak dikkat çeken topluluğun çeşitli konserlerde icra ettiği ve yayımladıkları bir albümlerinde yer verdiği eserin bestesi ve icrası Ahmet Yusuf Özbilen'e aitti. Burada sadece, bir vesileyle tekrar gündeme getirilmesi arzu edilecek kadar güzel bir eser olduğunu belirtmekle yetiniyoruz.

"Bir mısrai bir millete şeref vermeye yetecek büyük şair"in manevî hatırası önünde 100. doğum yıldönümü vesilesiyle saygıyla eğiliyor, Allah'tan rahmet diliyorum.

*KÖR VE MUSİKİ

Boğaziçi'ndeki köyümün iskelesine bitişik gazinoda oturuyordum. Modern-moderen gazino bu... Tabiî radyolu, pikaplı ve ayrıca hoparlörlü... Hem de ne hoparlör! İki iskele yukardan iki iskele aşağıya kadar koca sahayı, araba beygiri gibi kamçılamakta...

O akşam lodosun tesiriyle midir nedir, gazino sahibinin zevki biraz incelmişti. Niyetli karamelâ edebiyatı Türkçe tangolar yerine Mesud Cemil'in korolarını çalıyordu. Eyyûbî Bekir Ağa, Tanburî Mustafa Çavuş ve Itrî'nin harikulâde ses örgülerinden bir tente altında yazımı hazırlarken gözlerime birden müthiş bir manzara çarptı: Bir kör! Evet 15-16 yaşlarında, kafasında mektep kasketi, fotoğrafını çektirecek gibi iskemlesinde dimdik; gözleri alçıyla doldurulmuş birer delik halinde, kör bir çocuk...

Bu çocuğun musiki dinleyişini, bu gözsüz çehredeki tahassüs edasını asla unutamam. Denebilirdi ki çocuk, maddesinde kapanan gözlere mukabil ruhunda açılan gözlerle, dinlediğini lif lif görüyor. İdrak nazarı bu körde, Acem şalı dokuyan bir sanatkârdaki kadar kuvvetliydi.

Korolar üstüste devam etti, kör kıpırdamadı, tavrını bozmadı, yüzünde en korkunç çığlıklardan daha tesirli bir ağlayış ifadesiyle dinledi, dinledi. Nihayet sıra, hoparlörde bayağılık şamatalarına gelince evvela yüzünü buruşturdu, sonra etrafındakileri görmek ister gibi sağa sola bakındı, daha sonra ayağa kalktı, bastonunu kavradı, ucunu iki tarafa sallıyarak yolunu buldu ve çıkıp gitti.

Gözleri açık körler arasından geçip giden bu çocuk bana öğretti ki bir çoğumuzda göz, görmenin değil görmemenin aleti... Hakkı verilmeyen alet, görmiye memur olduğu işin aksini yapar.

2 Haziran 1939 - Necip Fazıl Kısakürek

Mehmet Güntekin, "'Üstad' ve Müzik", hazırlayanlar Mehmet Nuri Şahin-Mehmet Çetin, Doğumunun 100. Yılında Necip Fazıl Kısakürek, Kültür ve Turizm Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü Yayınları, Ankara, 2004, s. 274-280.