Son Osmanlı Padişahı Vahdettin Han (doğrusu Vahîdüddin), Cihan Harbi yenilgisi üzerine tahta çıkmış, İstanbul’un işgali dâhil o netameli dönemde ümmetin başında bulunmaya çalışmış ve desteklediği Ankara Hükümeti tarafından saltanat kaldırılarak tabiri caizse üzerindeki yırtık pırtık üniformaları da alınarak ülkesinden kovulmuş ve bir daha girişine müsaade edilmemiş, altı asırlık Osmanlı saltanatının 36. sultanı olarak ecnebi diyarlarda vefat etmiş bir çilekeştir.
Hem kendisinin, hem imparatorluğun zaif ve nahif halini nazarı dikkate alırsak Vahdettin Han’ın bu şartlarda yaptıkları her türlü övgüye değer iken bir de yeni rejim taraftarlarınca hain damgası yemesi onu daha müstesna ve daha mazlum hale getiriyor. Son nefesine kadar dinini, diyanetini ve ülkesini düşünmesine, sürgünde hiçbir zaman yabancıların emellerine alet olmamasına (buna Hicaz ziyaretinde Şerif Hüseyin’in onu pohpohlamalarına pirim vermemesini de ekleyelim) bakarsak onun değeri bir kat daha artar. Bütün bunlardan dolayı Vahdettin Han’a mahzun ve mağrur dememiz daha uygun olur.
İmparatorluğu on yılda batıran İttihat ve Terakki çetesi kendileri yurtdışına kaçarken yaptıklarının bedeli ise Vahdettin’in omuzlarına yüklenmiştir. Bu yetmemiş gibi güvendiği ve kendisine ihanet etmesine ihtimal vermediği Mustafa Kemal tarafından da darbe yemiş, ülkesini terke mecbur bırakılmıştır.
Bu noktada geçmişi muhasebe etmek için meslekten “tarihçi” olmanın şart olup olmadığı mevzuuna temas edelim. Hem mütefekkir hem de İslâm davacısı olan Necip Fazıl, kendisi tarihçi olmamasına rağmen, tarihçilerin senelerce uğraşsa göremeyeceği hakikatleri Türk’ün ve İslâm’ın tarih muhasebesini yaparken tesbit eder. Öyle ki vakalar arasında boğuşup durmaz, hadiseleri raksettiren keyfiyeti yakalar. Fikir ve hikmet ehli olarak kıymet hükmünü koyar.
Demek istediğimiz husus şudur ki, hikmet gözü ayrı bir şeydir ve binlerce belge ve evrak arasından hakikat ıskalanabilir. Zaten belgeleri yorumlarken dünya görüşü ve gaiyyet-gayelilik ister istemez devreye girer. Batılı bir fikir adamının şu sözünü burada aktaralım: “Küçük insanlar kişilere, orta halli insanlar olaylara, büyük insanlar fikirlere (veya sistemlere) bakar.”
Üstad Necip Fazıl, bir dünya görüşü penceresinden İslâmî düşünceyi yerine oturturken yakın tarihe de ışık tutar. O’nun “Vatan Haini Değil, Büyük Vatan Dostu Sultan Vahidüddin” eseri yakın tarihe ışık tutarken, geriye ve ileriye bakışta da bize ölçüler verir. Necip Fazıl’ı kuru tarihçilerden ayıran hususiyet de budur. Tıpkı onun Ulu Hakan Abdülhamid Han eserinde olduğu gibi. Bugün tarihçiler Necip Fazıl’ın 60-70 sene önce ortaya attığı tezleri ispatlar hâle gelmiştir. Onun açtığı yoldan tekrarlar ve intihaller yapan İslâmcılar ise mirasyedidir. Zira bizler telkinle alınanı tahlile getirmeliyiz, belgelerle desteklemeliyiz. Necip Fazıl “Millî Şahlanış Hareketi” dediği Millî Mücadele fikrinin VI. Mehmet Vahdettin’e ait olduğunu söz konusu eserinde ilk defa dillendirir, akıl ve vicdan ölçüleriyle, devrinin ruh halini tahlil ederek, belge ve şahidlerle delillendirir.
Vatanını seven her Müslüman gibi Vahdettin Han da ülkeyi içine düştüğü bu darboğazdan kurtarmak istiyordu. Şehzadeliğinde ona Almanya gezisinde yaverlik yapan ve güvenini kazanan M. Kemal’i yanına çağırıp İtilaf donanmasının topları gölgesi altında onunla diz dize görüşüp, eski hizmetlerini unutup devleti kurtarabilecek yeni hizmetler yapmasını öğütlemesi ve emretmesi Vahdettin’in şahsiyetini, siyasetini ve Millî Mücadeleye bakışını özetler. Bu görüşmeyi M. Kemal de aynen doğrulamaktadır. Bu görüşmede Sultan Vahdettin, M. Kemal Paşa’ya şöyle demiştir:
“Paşa, Paşa! Şimdiye kadar devlete çok hizmet ettin! Bunların hepsi tarihe geçmiştir! Şimdi yapacağın hizmet hepsinden de mühim olabilir! Paşa, sen devleti kurtarabilirsin!”
Devleti kurtarmak, Samsun’da asayişi temin etmekle olamayacağına göre M. Kemal Paşa’nın Samsun’a niçin gönderildiğini anlamak da oldukça basittir.
M. Kemal’i Anadolu’ya gitmeye ikna eden de Vahdettin Han’dır. Necip Fazıl’ın tezi budur. K. Karabekir Paşa da anılarında M. Kemal’in Anadolu’ya gelmek istemediğini ve İstanbul’da hükümete girmek istediğini belirtir.(1) Keza Rauf Orbay dahi anılarında Mustafa Kemal Paşa’yı, Ali Fuat Cebesoy ve Kazım Karabekir Paşaların Anadolu’ya davet ettiğini ve birlikte çalışma teklifinde bulunduğunu anlatır. Ve Mustafa Kemal’in bazı mülahazalarla henüz kesin kararını vermediğini söyler.(2) Zaten Anadolu’da birçok direniş örgütü kurulduktan sonra M. Kemal harekete geçmiştir. Mesele, M. Kemal meselesi değildir, vatan meselesidir. Vatanı ikinci planda bırakıp tek adamı putlaştırma peşinde gezenlere ve kendilerinden başkalarına hain diyenlere söylenecek söz yoktur. Bu kişileri ne tarih affedecek ne de toplumda ma’kes bulacaklardır. Zaten yalan yanlış resmi tarih yazımına inanılsaydı bu kadar tartışma olmazdı. Hiçbir milletin kurtuluş tarihinde tartışma olmaz. Zira kurtuluş ortak bir ideal ve aksiyondur. Tek Türkiye’de ve de Kemalist tarih yazımında sorun vardır.
Vahdettin Han, ülkeden ayrılırken Hazine-i Hassa’dan bir şey çekmek şöyle dursun, baba hediyesi elmaslı sorgucu ve som altın bir çekmeceyi makbuz karşılığında hazineye bırakmıştı. Maiyetiyle birlikte yurtdışına gittiğinde ve Hazine-i Hassa padişah hazinesi demek olduğuna göre tek kuruş almayan sultandaki feragat ve fedakârlık her türlü cümlenin üzerinde olup, Osmanoğullarında mevcud vatan ve millet sevgisiyle ancak izah edilebilir. Bir de kendi ülkesinin kasasını soyup soğana çeviren, parti ve yandaşlarına peşkeş çeken alçakları düşünün! Vahdettin Han’ın ölüm haberini işiten M. Kemal de şöyle der: “Çok namuslu bir adam öldü. İsteseydi Topkapı’nın bütün cevahirini götürür ve öyle bir ordu kurup geri dönerdi ki…” (3)
Ve mahzun Padişah Vahdettin Han, San Remo’da vefat edince, borçlarından dolayı tabutuna bir ay haciz konur. İslâm ülkelerinden gelen paralarla haciz kaldırılır ve cenaze Şam’a gönderilerek orta seviye bir merasimle Sultan Selim Camii mezarlığına defnolunur.
Şu hâdiseyi de ekleyelim. Vahdettin Roma’ya varınca, eline aldığı Kur’an’ın altın mahfazalı olduğunu görmüş. “Bu altın mahfaza hazineye aittir, benim malım değil, milletin malıdır” diye bir not yazarak o mahfazayı İstanbul’a geri göndermiş. Meclis Hesaplarını İnceleme Komisyonu tesadüfen bu içi boş mahfazayı ve içindeki notu görmüş. Mesele kamuoyuna yansımış.(4)
Osmanlı padişahları arasında en dindar, vecd ve haşyette en ilerileri arasında Vahdettin’i de gösteren Necip Fazıl şu hatırlatmayı da yapar: “İmam Rabbânî Hazretleri’nce Allah indinde en yüksek derece, bir insanın iyi olmasına rağmen fenalığının söylenmesinde olduğuna göre, İkinci Abdülhamid’den sonra bu mertebeye erebilmiş büyük mazlum olarak Vahdettin’e ait ruhanî makamı düşünelim!..” (5)
Anadolu İslâm’ın beşiğidir ve düşman dahi bellidir. Dün de öyleydi, bugün de öyledir, yarın da öyle olacaktır. Anadolu’nun Edirne’den Kars’a kadar aynı ruhu taşıdığının (bu İslâm’ın ruhudur ve tüm İslâm âlemini de kapsar) bir tablosunu Murat Bardakçı’nın “Şahbaba” isimli eserinden verelim: “Millî Mücadeleyi başından beri destekleyen İstanbul halkı, İkinci İnönü zaferiyle birlikte coşmuş ve mitingler düzenleyerek zaferden duyduğu büyük sevinci dile getirmeye başlamıştı. Anadolu’daki gazilere ulaştırılmak üzere açılan yardım kampanyalarına padişah başta olmak üzere hanedanın hemen bütün mensupları katılıyor, İstanbul camilerinde şehitlerin ruhlarına mevlidler okutuluyordu.
Böyle bir zafer sonrasında Dolmabahçe Sarayı’nda hükümdarın da katıldığı şükür namazına ve indirilen hatime katılanlar, namazdan hemen sonra Marmara’da demirli müttefik zırhlılarının namlularını saraya çevirdiklerini gördüler.” (6)
Gücü ele geçiren Ankara tarafından tehdit ve hakaretlere uğraması bir yana, onların elinde oyuncak olacağını anlayan Sultan Vahdettin’in, aslında yurtdışına çıkarak, nefsini ve saltanat makamını feda ederek peygamber varisi olduğu hilafeti ve Osmanoğullarının itibarını koruduğunu söyleyebiliriz. Yani Ankara’daki onun tabiriyle “Celalî-Kemalî”lerden hilafet makamını korumuştur. Vahdettin’in dindarlığına ve sürgündeki hayatına (İngilizlere ve Şerif Hüseyin’e pirim vermemesi), bir taht kavgası taşımayan ve Allah Resûlü’nün mirasını önceleyen beyanatlarına baktıkça böyle bir hükme varmamız mümkündür. Onun, “halen ben hayattayım ve Türk’ün hakanıyım. Bu makama atalarım gibi padişahlık hakkının bana verilmesi de icmâ-ı ümmet ve umumî biatle olmuştur. Halen yerine getiremediğim hilafet ile saltanatım, hakikî ve samimî Türklerin ve tüm İslâm âleminin onayı ile kesin bir hüküm halindedir.”(7) sözleri bir emaneti taşımanın manevî yükünü ihtar ediyor. Hilafetin ve Osmanoğullarının manevî yükünü tek başına kalsa da omuzlamış ve iktidar koltuğundan ziyade bunu dert etmiş bir sultanla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz.
“Vahîdüddin” isminin “yalnız ve tek” mânâlarında görüldüğü üzere, pek dostu olmamış “yalnız” kalmıştır, son padişah olarak da çilesi “tek” olmuştur. Bunlardan dolayı ecri de büyük olan sultana Allah rahmet etsin.
Dipnotlar:
1- Uğur Mumcu, Kâzım Karabekir Anlatıyor, Tekin Yayınları, İstanbul, 1994, s. 164.
2- Rauf Orbay, Siyasî Hatıralar, Örgün Yayınevi, İstanbul, 2005, s. 287-289.
3- Murat Bardakçı, Şahbaba, İnkılâp Yayınları, İstanbul, 2006, s. 413.
4- Turhan Utku, Tarihi Başka Okumak-Osmanlı’nın Sonu Cumhuriyetin İlk Kırk Yılı, Ataç Yayınları, İstanbul, 2015, s. 180.
5- Necip Fazıl Kısakürek, Vatan Haini Değil Büyük Vatan Dostu Sultan Vahidüddin, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 1976, s. 248.
6- Murat Bardakçı, Şahbaba, İnkılâp Yayınları, İstanbul, 2006, s. 221-222.
7- Osman Öndeş, Vahdettin’in Sırdaşı Avni Paşa Anlatıyor, Timaş Yayınları, İstanbul, 2012 s. 354.
Baran Dergisi 601. Sayı
19.07.2018