Sevecen ve sempatik bir arkadaştı. Otuz civarında değişik mizaçta arkadaşın yıllardır bir arada yaşamak zorunda kaldığı cezaevinde, Hasan’ı sevmeyen kimse yok gibiydi. Benimle de epey özel ilişkileri olmuştu. Beni ne zaman yalnız görse hemen yanıma gelir, voltada bana iştirak eder, bol bol sohbet ederdik. Yazları bahçeye çıkardığımız halı üzerinde de beni yalnız bırakmazdı; çayları alıp yanıma gelirdi. Branş olarak “basın”ı seçmişti. Hem koğuş mevzularını, hem branş mevzularını konuşurduk. Bazı mevzularda muradı kestirememenin verdiği sıkıntı ile İBDA’nın bu temel ölçüsü ile ilgili nasihatlerimi dikkatle dinler ve muradıma uygun davranmaktan memnun olurdu. Bandırma cezaevinde yaygın olarak görülen ve orayı bataklığa çeviren “ermiş salaklığı” cinsi fikirlerden(!) kaçınırdı. Çizgisi temiz ve dik, duruşu emindi. “99 Kurtuluş Yılı” emrine uyan Hasan, içimizde ve dışımızda bu emre uymayanlara karşı savaşarak, 99’a uygun yaşamış ve neticesinde şerefli bir mevkiye ermiştir.
Cezaevinde yattığından dolayı bir sıkıntı duyduğuna hiç şahit olmadım. Hep yüzü güler ve onu görenin de yüzü güler, espri yapardı. Başına bağlı bir arkadaştı ve kalbi kar gibi temizdi; hiçbir su-i niyet taşımaz, art niyetli ve dedikoduculara da âlet olmazdı. Bana itaati tamdı. Kumandan’a da bağlılığının tam olduğunun şahidiyim... Her zaman cemiyetten ve nizâmdan yanaydı... Kavga kaçkınlarının “Konya’ya gidelim.” teklifini elinin tersiyle iterek, “Toplulukta rahmet vardır.” ölçüsünce aramızda kaldı ve çıkan çatışmada aslanlar gibi savaşarak şehid oldu; Allah’ın gani rahmetine kavuştu. Diğer koğuşta olmasına rağmen, çatışmanın yoğun olduğu 12.Koğuşa geldi, en önde savaştı, yüzlerce düşman askerinin ağır silahlar kullanmasına rağmen (G-3, MP-5, M-16 vs.) diğer arkadaşlarla beraber düşmanın bulunduğu karşı maltaya atlamayı başardı. Diğer arkadaşlar gibi orada silahlar ve bombaların üzerine atladı ve düşman onca silah üstünlüğüne rağmen, bir ölü ve birçok yaralı vererek, gözü kara imân erleri karşısında geri çekilmek zorunda kaldı. Hasan, el bombasını atmak üzere olan binbaşının üzerine atılarak, gırtlağından şişleyerek öldürdü, bir yüzbaşının gözlerini çıkardı ve yaylım ateşi altında Allah’ına kavuştu. Hasan vurulup yere düşmüştü. Hasan’a kurşun atan rütbeli kafir ise, arkadan gelen gönüldaşlar tarafından hedef seçiliyordu. Hasan’ın şehid düştüğü yere düşman bir daha ayak basamıyor, kat kat fazla sayıda ve silah üstünlüğüne sahip olmasına rağmen, korkak ve kalleşler gibi üst Maltalardan, küçük mazgal deliklerinden ve dışarıdan uzatılan itfaiye merdivenlerinden silah ve gaz bombası yağdırabiliyordu ancak. Fakat bu durum akıncıları zerre kadar etkilemiyor, şehid verdikleri haberi onları daha coşturuyor, düşmanı bir adım dahi yanaştırmıyorlardı. Bu durum polis telsizlerine şöyle yansıyordu: “Genelkurmay’dan emir üzerine geliyor, ‘ikişer ikişer çıkarın onları!’ diye. Yedi saat oldu değil çıkarmak, koğuşlarına bile yanaştırmıyorlar.” Genelkurmay’ın paşaları rahat koltuklarından ve uzaktan emirler yağdıradursunlar, cephenin atmosferi çok daha farklı idi tabi. Metris isyanlarında, 60 gönüldaşımız karşısındaki 700-800 askerden 50’sinin yaralanıp 200’ünün rehin kalması olayını (5 Aralık 99) hatırlayalım... Yedi saatlik yoğun çalışma boyunca, akıncılar, yaralı arkadaşlarının tedavisini de kendileri yapmak zorunda kalıyordu. Bu arada düşman da onlarca yaralı veriyordu. Ve, destek için Metris isyanının devreye girmesiyle anlaşma sağlanıyor ve akıncılar başları dik oradan ayrılıyorlardı. Akıncılar çıkarken, asker tarafından koridor yapılamıyor ve gardiyanlar da ortada dolaşamıyordu. Çünkü devrede Metris vardı...
Hasan’ın şehadetinden sonra arkadaşların gördükleri rüyalarda, Hasan hep aramızda, koğuşta bizimle birlikte. Rüyayı görenler hayret ediyor, “Sen ölmedin mi?” diye tepki gösteriyorlar. Hasan hiç oralı değil, “Bir tekme yedim sadece.” diyor ve koğuşta bizden biri gibi yaşamaya devam ediyor. Hâkikatte bu zaten; “Şehidlere ölüler demeyin.” diye buyuran Yüce Allah... Ve şehid, devamlı mevzide yaşarmış, mevzi kazar ve savaşırmış devamlı, tâ ki kıyamete kadar... Kanlı çatışmada sayımız 33 idi, bir kaybımız olmadı, çünkü şehid her zaman aramızda demek... Şehid, bereketiyle gelirmiş, bu da işin cabası... Dünyada ulaşacağımız en yüksek mertebe şehidlik; daha büyüğü yok. Ne mutlu Hasan’a ki şehidlikle taçlandı ve bizim tâcımız oldu. Hz.Hamza’nın, Hz.Hüseyin’in, Atıf Hoca’nın, Metin Yüksel’in, Cahid Ayaz’ın, Şeyh Muhammed Emin’in, Sancar Kartal’ın ve diğerlerinin yanına gitti... Şehidlik herkese nasip olmaz, nasipli bir arkadaşmış... İntikamı da geride kalanların boynuna borç, hem de misliyle... Yine şehidimizin rüyada söylediği gibi: “Askerin yumuşak davranmasına aldanmayın, benim intikamımı muhakkak alın!” Öyle ya, mikroba merhamet olur mu? Çatışma günü ramazan olmasına rağmen ağzında sigara olan ve Kelime-i Tevhid bayrağına kurşun sıkan kafir güruhunun, şer’an hükmü belli zaten. Şehadet haberi üzerine Akit Gazetesi’nin attığı manşette olduğu gibi: “Oruç İnfazı”
Öyle ki, üstleri tarafında askerlere “Hangisinin İBDA’cı olduğu belli olmaz.” denilerek aralarından inançlılar ayıklanıyor ve Allah’sızlığı tescilli rütbeliler ön safa sürülüyordu; eşi başörtülü cezaevi komutanı ise mecburi izne yollanıyordu... üç yüz civarında gaz bombası atıldığı ve mermilerin atıldığı çatışma sonrasında sevk aracına binerken bir asker gönüldaşlarımıza şöyle diyordu: “Size atılan gaz bombalarından zehirlenen askerlere, cezaevi personeline ve adli mahkumlara doktor ve ilk yardım arabası yetiştiremiyorduk. Siz o koğuşta nasıl durabiliyorsunuz?” tüm cezaevini zehirleyecek kadar gaz bombası atıldığının itirafı...
Rahat bir arkadaş olmasından kinaye, şehadetinin ardından bir gönüldaşın, Hasan için yaptığı bir espri: “Rahatına düşkünlüğünü eleştirirdik. Hasan yine rahatını düşündü, şehid oldu, en iyi yeri kaptı.”
Ruhunu teslim etmesi de çok rahat olmuş. Şehadetinde yanında olan ve Hasan’a yardım için hamle yaparken kurşunla yaralanan arkadaş anlatıyor: “Yanımda vuruldu. Can acısıyla bağırmak filan hiç yok. Öyle naif bir şekilde yere yığıldı.”
Rahat denince, Hasan’ın Furkan Dergisi’nde yayınlanan fotoğrafında da rahat ve kendinden emin bir duruşu vardı ki, fotoğraf altına tam da Hasan’a yakışa şu dizeler yazılmış: “İşte bu heykel duruş / dünyaya tepeden bakış / müjdecisi zaferin.” (S.M.)
Hasan’ın göğsünden giren G-3 kurşunu, sırtından çıkmış ve duvarda bir kan izi oluşmuş; defin olunana kadar da kan gelmiş yarasından... Ve yüzünden eksilmeyen (sağlığında da öyle idi) tebessümle gömmüşler onu...
Birkaç anektodumu aktarayım... Bir kere Hasan içtimaya geç gelmiş ve ona biraz da kızarak şöyle espri yapmıştım: “Sen serbestsin, ha var, ha yoksun, ruh gibisin...” Ne bileyim, şehid olacak ve bu yokluğuyla her zaman ve her yerde –ruh gibi- aramızda varolacaktı. Duamız şudur ki, Allah bizi şefaatine nail eylesin... Amin...
Cuma günkü kanlı çatışmadan bir gün önce de, rahmetli Hasan yağmurluğunu giyip tazyikli suyun karşısına çıkmış ve “İstediğiniz kadar su sıkın!” diye, göğsünü açıp meydan okumuştu. Ve talihli bir arkadaşa sözü: “Eğer şehid olursam ilk sana şefaat edeceğim!”
Rahmetli Hasan Meriç’e şöyle demiştim bir gün: “Hasan, soyadın benim hoşuma gidiyor; bir dergi çıkarsam, mesela sanat dergisi olabilir, Meriç adını koymayı düşünürdüm.” Bu ilgim hoşuma gitmiş olacak ki, başka bir gün bana hatırlattı. Ben de “Tilki Günlüğü”nde ne mânalar olduğuna baktım ancak bulamadım. Sohbetimize misafir olan bir arkadaş, ;Tilki Günlüğü’nde “Meric” kelimesinin bulunduğunu söyleyince, Hasan’a emrettim (tabiî daha şehid olmamıştı ve o benim emrimde idi, şimdi ise ben onun emrindeyim) : “Bul ve bana göster!”... Ertesi gün, Tilki Günlüğü’nde “Tefeül: Meric” bahsini gösterdi bana... Oradan Hasan’a uygun bazı alıntılar: “Çalkantılı dalga... Muzdarip, acı çeken... Mecburî olma... Serbest bırakmak, salıvermek... Merkez... Şahsiyet... Kaynak... Başvurulacak yer... Dönülecek yer... Söylenen sözün kendine fayda verdiği kimse... Ümid edilen... Geri döndürülmüş olan... Rücû edilecek ve dönülecek yerler...” Tilki Günlüğü’nün “İzzet” tablosundaki “Meric” kelimesinin önü ve arkası da enteresan: “Cuma ve Bayram günü... Kapıcı, perdeci... Muzaffer... ısırmak... Deniz dalgası... Meric... Çok yağmur yağmak...”
Şehid olduğu Cuma günü (7 Ocak 2000), arefe, bir ihtimal de bayram günü idi; “Muzaffer” Hasan Meriç, Cuma ve bayram günü şehid düştü... Önceki günüyle beraber, tazyikli suyu bol ve Cuma, yağmurlu bir gündü... Ve ablasına söylediği rivayet edilen: “Ziyaretime gel. Bir daha görüşemeyebiliriz. Bayramda şehid olacağım!..” Bu ziyaretten sonra, neşeli bir şekilde sıkı bir disiplin altına girmeye gayret ettiği ise arkadaşlarının tesbiti...
Gönüldaşımız Hasan, Konya yöresinden İzmir’e geliyor. Sağlık memuru olmasına rağmen, kalbine koyduğu Allah ve Resûlü aşkı sayesinde, tanıştığı iki İbdacı ile illegal cephesini kuruyor ve rejimin İmam Hatipleri kapatmasına misilleme olarak, “Her kapatılan imam hatibe karşı bir misyoner okulu kapatacağız.” sloganını ortaya atıyor ve İzmir bölgesinde bir çok Amerikan kolejini molotoflayıp, yakıyordu. Cephe arkadaşı Abdullah onun için şöyle der: “Arada oluşan samimiyet ve güven havasının neticesi olarak, İBDA ile tanışır. Dergileri ve kitapları büyük bir iştiyakla okumaya başlar. Her zaman şehid olmak isteyen, “Bir tanker bomba olsa, kendimle patlatırım.” diyen Hasan’a, “Eğer samimi isen, gel molotof kokteyli at bakalım, hayali bırak, gerçeğe bak.” denildiğinde tereddütsüz “Tamam, ne yapıyoruz?” demiş ve teklif yapanı şaşırtmıştı. Bu; isteğinde samimi olduğunun delili iken, şehadetiyle de arzusuna kavuşmuştu. Cenab-ı Hak, şefaatinden bizi mahrum etmesin.
Çatışma sonrasında varılan anlaşma üzerine hemen çantalarını hazırlayan gönüldaşlarımız, filmlerdeki savaş sahnelerini andıran bahçede, gaz, duman, is, kokuları arasında, çıkan yangına rağmen yanmamış Kur'an-ı Kerimleri görerek, bu mucize karşısında tekbir getirip, hatıra olarak yanlarına alıyorlardı. Ve, Allah’a dua ve ibadet ettikleri koğuşlarının bahçesinde kolkola girerek, askerlerin korku ve hayret dolu bakışları altında, son bir defa daha topluca ve yüksek sesle Kelime-i Tevhid zikri yerine getiriliyor ve oradan o şekilde ayrılıyordu. Bu arada, şehid Hasan’ın bulunan eşyaları, hatıra olarak saklanıyordu.
Şehidimiz Metris’e, Kumandan’a, imzalaması istirhamıyla bir kitap göndermişti. Kumandan, Hasan’ın soyadını (sebebi meçhul) “Melis” olarak yazmış ve şöyle güzel bir dua ithaf etmiş şehidimize: “Allah iki cihanda yüzünü güldürsün!”
Allah, Hasan gibi, bizim de yüzümüzü iki cihanda güldürsün, bize de şehidlik nasib etsin!.. Amin... Şehidin şefaati ve yardımı, şehidin yolundan gidenler üzerine olsun!.. Şehide sadakat de, bayrağı yüksekte taşımak ve intikam hissini diri tutmakla mümkündür zaten... Vesselâm...
Baran Dergisi 33. Sayı