Büyük Doğu-İbda fikriyatı, İslâm’ı sadece bir inanç sistemi olarak değil, bir hayat tarzı ve bir ideoloji olarak da görür. Bu bakış açısı, diğer İslamî ekollerin hoşuna gitmeyebilir. Fakat Büyük Doğu-İbda mensupları, İslâm’ın sadece camilerde değil, sokaklarda, meclislerde, devlette ve hayatın her alanında yaşanması gerektiğine inanır.
Modernleşme adı altında memleketimize ithâl edilen sokma fikirler ve bu fikirlerin müntesibi işbirlikçiler karşısında, Büyük Doğu-İbda, 'Mutlak Fikir'in iktidarından başkasıyla yetinmeyen, pazarlıksız Allah ve Resulü davasını savunan davanın adıdır. Bu fikirlerin mimarları ise; “Beş asırlık tarih dilimimizle birlikte, içinde bulunduğumuz çağın nabzını yakalayan ve ideâli aramayla toprağa bağlanma arasındaki bir berzâhta kıvranan insanoğlunun oluş ıstırabını hakikatin hakikatine nisbetle heykelleştiren” Üstad Necip Fazıl ile Doğu ve Batı’nın irfan yemişlerini yeni bir dil çarşafına silkeleyerek “Mutlak Fikir” önünde hesaba çekip, bütün dalları tek bir kökte toplayarak, “İslâm’a Muhatab Anlayış”ı aksiyon ve eser planında kalıba tab eden Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’dur.
Büyük Doğu-İbda fikriyatı, İslâm'ı sadece bir inanç sistemi olarak değil, bir hayat tarzı ve bir ideoloji olarak da görür. Bu bakış açısı, diğer İslamî ekollerin hoşuna gitmeyebilir. Fakat Büyük Doğu -İbda mensupları, İslâm’ın sadece camilerde değil, sokaklarda, meclislerde, devlette ve hayatın her alanında yaşanması gerektiğine inanır.
Büyük Doğu-İbda, İslâm'a dair radikal ve pazarlıksız bir tavır sergilerken, diğer İslâmî ekoller daha ılımlı ve yarım oluşa razı bir tavır takınmayı tercih ederler. Fakat bu farklılıklar, Büyük Doğu-İbda'nın İslâm'a hizmet etmedeki samimiyetini ve kararlılığını gölgeleyemez. Büyük Doğu-İbda mensupları, inandıkları değerler için her türlü bedeli göze almaya hazırdırlar. Bu fedakârlık ruhu ve mücadele azmi, Büyük Doğu-İbda'yı İslâm'ın en güçlü savunucularından biri haline getirmiştir. Batı hegemonyasını kökten reddeden bir ideoloji olarak ümit ve aksiyon mihrakımızdır. “Ilıman İslâm” isimli öldürücü zehrin de tek panzehirdir.
Bu dava, diğer İslâmî ekoller tarafından tam olarak anlaşılmamışsa yahut “az olsun ama benim olsun” kafasıyla nefsanî gerekçelerle anlaşılması istenmese, perdelenmeye çalışılmışsa da özünde İslâm'ın ulvî değerlerini korumak ve Müslümanlara hak ettiği itibarı kazandırmak için hayatın her planında verilmiş, verilen ve verilecek olan mücadelenin adıdır.
Açık kâfirden beter küfür yobazları eliyle daha dün Allah demenin bile yasak olduğu Türkiye Cumhuriyeti’nde Müslümanlar bugün hür bir şekilde konuşabiliyor ve kafalarına sopa inmeden dolaşabiliyorlarsa, bunda Üstad Necip Fazıl ile Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun, yani Büyük Doğu-İbda’nın rolü inkâr edilemez.
Üstad Necip Fazıl vaktiyle demişti ki, “Hohlaya hohlaya buz dağını erittik, şimdi ortalık bataklığa döndü.” Hele ki 28 Şubat’ta, rejimin sopa tutan eli İbda tarafından kırıldığından beri bataklığın kimyası iyice cıvıklaştı…
Rejim korkusu hafifledikçe İslâmî dernek, vakıf, Sivil Toplum Kuruluşları, platformlar ve cemaatler pıtrak gibi çoğaldı; fakat türlü saiklerle varlık sebeplerini yitirdiler. Kimi, senelerdir içe kapanık olması dolayısıyla kendisinden vehmedilen kıymeti, internet ile beraber anonim kaynakların ortaya çıkıp, yaptığı ifşalar ve ortalığa saçılıp zevzeklik eden müntesipleri eliyle yitirdi. Kimi, yardım adı altında toplanıp biriken serveti ile ne yapacağını şaşırdı, kendini rezil etti. Bazılarında şeyhlik makamı idarî işler müdürlüğüne irca edildi. Mütevelli heyetleri maaş kapısı bellendi. Dernek faaliyetleri siyasî partilerin propaganda merkezine dönüştürüldü. İslâm’a muhataplık iddiasındaki siyasî partiler ise muhitten merkeze geldikçe misyonlarından uzaklaşıp, kanun çerçevesinde tepelemeleri gereken küfür rejiminin ölüsünü diriltmeye kalkıp, bekçiliğine soyundular. “Nasıl olacağını” olmasa bile en azından “nasıl olmayacağını” milletimizin gözüne soktukları için siyasilerimize ne kadar teşekkür(!) etsek azdır. Bir de bütün bunlardan neşet eden medya var. Sedat Simavî’nin fikri idam etmek için sadece resim ve göze hitap etmek üzere yazıya göre resim değil, resme göre yazı şeklinde açtığı fuhuş albümcülüğü işini, bugün, parasını verip bu medya kuruluşlarını satın alan “İslâmî”ler sürdürüyorlar. Bütün bu grublar arasındaki münasebet ise aferizm çerçevesine mahkûm; içlerinden çıkan çantacı, vurguncu, çıkarcı, dalavereci kimseler eliyle...
Üstad Necip Fazıl, Kumandan Salih Mirzabeyoğlu ve Büyük Doğu-İbda’ya yönelik “çok endişeli” ikazların arkasında, işte, tam da bu yukarıda çerçevelediğimiz tablonun büyük dava cücüğü, bataklık ehli haşereleri var. Maddî yahut manevî istismar etmek için etraflarına topladıkları kimseler ile aralarında Üstad Necip Fazıl ve Kumandan Salih Mirzabeyoğlu ile Büyük Doğu-İbda’ya dair bir açıldığında, buradaki vakfedilmiş hayatlara, iki yüz cilde yakın telif esere ve bu eserlerin muhtevalarına dair tek kelime konuşacak lafları olmadığından, üç beş ezbere yafta ile çevrelerini ellerinde tutmaya çalışıyorlar. “Necip Fazıl kumarbazdı”, “İbda terör örgütüydü” falan filan… Çocuklara layık muamele; cıs…
Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu Adalet Mutlak’a başlıklı konferansında demişti ki; “Bu mânâda, hangi davadan olursan ol, dikkatinizi çekiyorum, hangi davadan olursan ol, ileriye doğru kendini derin derin izah etmeye bak! Kendini derin derin izah etmeye bak; yoksa başladığın yerlerde “Sen şunu yedin, sen bunu yedin, o yedi de, bu yemedi de, o onu tuttu da peki bu onu tutmadı mı?” falan gibi demagojilerle bir yere varılmaz.”
Buradan bilhassa genç arkadaşlara seslenmekte fayda var, Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun dediği gibi bir taraftan kendinizi izah etmeye bakın, diğer taraftan da sizi bir araya toplayanları kendilerini izah etmeye muhakkak zorlayın.
Bu yaftalama rezilliğinin bir diğer tarafı da, bu tiplerin kapalı kapılar ardında yaptıklarını sandıkları keleşliklerin hepsinin kulağımıza gelmesi!.. Tiksindirecek derecede acınası bir hâl.
Kumandan bunlar için demişti ki; “Bizim, insanları rahatsız edici bir tarafımız var: Sahte dengeleri, çerezlik doyumları ucuz tesellilerini yıkıyoruz... Çoğu, bizim haklı olduğumuzu bile bile kaçıyor; kaçışını mazur göstermek için de, muhalif olmak için mazeret tedariki gibi hallere düşüyor... Bu tesbitler çerçevesinde siz, kendinize ait iltifatları görebilirsiniz...”
Yeri gelmişken, bunların zararını izah için Üstad’ın bir anekdotuna yer verelim:
- “Sene 1941-42… O zaman Dil-Tarih’te hocaydım. Maarif Vekilinin Hususî Kaleminde kabul edilmeyi bekliyordum. İçeriye biri girdi. Şimdi onu ismiyle duyacak ve hayretler içinde kalacaksınız!.. Bu bir Ordinaryus Profesör… Geldi elimi sıktı. Pek muhabbet gösterdi: “Necip Fazıl Bey; bugün İslâm gazetesi görmekteyim… Bunu takdir etmekteyim ama, söyleyin insan bu devirde secdeye varıp da başını 250 gram tozla nasıl kaldırır?..” “Sen hoca olacak adam değilsin!” dedim; “değil hoca olmak, hademe olamazsın!.. Sen bir müşahhası mücerretten ayıramıyorsun!... İslâm’ın sana emrettiği namaz bulutlar üstünde kılınan, antiseptik pamukları gibi tertemiz bir zemin üzerinde kılınandır!.. Öyle kılanlar vardır diye sen namaza mı çatıyorsun, onlara çatmak dururken?..”
Üstad, bu ordinaryüsün bir devrin başbakanı Sadi Irmak olduğunu söyledikten sonra şunu ilâve ediyor:
-“Ve bu felâketi anlatamıyorsunuz. Kâfire anlatamadığınız gibi mümine de… İslâm senin gösterdiğin gibi değildir!.. Müberrâdır, münezzehtir ve senin ifadenin çok üzerindedir.”
Ordinaryus’un müşahhası mücerretten ayırt edememe nasipsizliği bir yana, bugünkü bataklık ikliminde pek çokları müşahhası müşahhastan bile ayırt etmekten acizken, burada az evvel saymış olduğumuz müesseseler ve bunların başıyla yöresindeki zat-ı muhteremlerin “gösterdikleri gibi” dolayısıyla harcanan İslâm davası ne olacak? Bu davanın asliyetini kaybetmemek için bir avuç insan direnirken, diğer birileri babadan kalma mirası harcar gibi hoyrat bir şekilde kendi nefisleri doğrultusunda dava harcamaya kalkıyorlar… Ya anlamıyorlar, cahiller; o zaman bu makamlarda, o büyük büyük iddiaların altında ne işleri var? Yahut eşek gibi anlıyorlar da anlamazdan geliyorlar. Bazen de görüyoruz, “bir kötüyü getirmemek” bahanesine sarılıyorlar, “biz kötü bir şey yapmıyoruz, kötülük getirmiyoruz ki” diye; fakat bir iyinin gelmesine mâni olmanın kötüyü getirmekten beter kötülük olduğunu bilmiyorlar mı? Yoksa, iyiden iyiye kokuşmuş, artık kurumaya yüz tutmuş bataklık çamurunda su kömüşü gibi debelenmek hoşlarına mı gidiyor? Artık kendilerine bunlardan hangisi olmayı yakıştırıyorlarsa… Batıcı Kemalist taifenin bunların rezillikleri üzerinde tepinmesi dışında bir ses işitmedikleri, işleri de tıkırında gittiği için her şeyi de güllük gülistanlık zannediyorlar. Bütün bu rezilliklerin faturasının önlerine konulacağını akıl edemiyorlar. Buradan ikaz etmiş olalım, keleşliklerini bugüne kadar olduğu gibi aynı tas aynı hamam sürdüremeyecekler! Hiç kimse yarın utanacağı, yüzünü yere eğecek şeyleri yapmasın!
Kendimizi de tenkitlerimizden ayrı tutmayalım tabiî. Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun cepheleşme/bürolaşma çeklinde teşkilatlanma, kültür edası ve aksiyon sanatçısı olma gibi tavsiyele emirlerini layıkıyla yerine getirmeden, kuru kuruya “İbdacıyım” demekle bize de kurtuluş yoktur. Vakıf, dernek ve cemaatler rehavet çukurunda yatıyor da, emir ölçüsünden bakıldığında cephelerimiz de onlardan pek bir farklı görünmüyor.
Büyük Doğu-İbda’nın aslî gayesi, yenilenmiş “İslâm’a Muhatab Anlayış” ile sistemli şekilde çağımızın fert ve toplum meselelerine çözüm getirmek ve Müslümanlar için yaşanmaya değer hayatı tesis edebilmenin asgarî şartı olarak birbirinden ayrı değerlendirilmesi mümkün olmayan fert, toplum ve devlet bütününe İslâm’ı hâkim kılmaktır. Bu bakımdan hepçidir.
Türkiye’deki birçok “İslâmî” ekol sistem fikrinden ve hâkimiyet bahsinden habersizdir. Müslümanlığın fert planında yaşanabileceği zilletine razıdır. Açık söylemek icap ederse bir kısmı da küfür rejiminin leşinden bile korkar, samimiyetsizlikleri dolayısıyla çileye talip olmazlar. Bu sebeble de “şahsiyetli zor” yerine “sefil kolay” peşine düşer, bugüne kadar elde edilen çerezlik verimlerle doyar, her türlü hamleyi her seferinde uzak bir istikbale ısmarlamak suretiyle sorumluluktan kurtulabileceklerine inanırlar. Bunlardan bir kısmı da ele geçen birkaç mevzii ile davanın bittiğini zanneder, yarım oluşlarla nefsini tatmin ederken, bütünü gözden kaçırır.
Büyük Doğu-İbda’nın davası ise İslâm’ı hayatın bütün şubelerine ve beşerî müesseselere hâkim kılmak, sonrasında da eşya ve hadiselerde meydana gelen değişime göre benimsediği dinamik anlayış ile donup kalmayıp, sürekli olarak yenilenmek ve bu hâkimiyeti her türlü çürümekten koruyup tazeleyerek muhafaza etmektir. Buradan anlaşılacağı üzere Büyük Doğu-İbda’nın davası yalnız kuru bir hâkimiyet kavgası değildir. Ezel kadar eski, ebed kadar ufkî kesintisiz bir İslâm hâkimiyeti davasıdır.
Bugün Türkiye, İslâm âlemi ve dünya manzarasına bakan vicdan sahibi herkes muhakkak ki gördüğü tablodan ıstırap duyuyor ve gelecekten yana türlü kaygılara kapılıyordur. Kimsenin istikbalden yana şüphesi olmasın. Bu dava bugünkünden çok daha zor zamanlardan, patikalardan, dağ zirvelerindeki kuş uçmaz kervan geçmez geçitlerden geçti de bugüne geldi. Bataklık kurumaya yüz tuttu dedik… Su seviyesi azaldığı için koku arttı ve şimdi de ortalığı haşere bastı. Yani yaşanan bütün bu menfiliklerdeki artış aslında bataklık ikliminin sonuna geldiğimizi ihtar ediyor ve şimdiden Büyük Doğu-İbda çağını müjdeliyor.
Bundan sonrasında kurumaya yüz tutmuş bu bataklığı ya bir sel gibi önümüze katıp atacağız yahut güneş olup kurutacağız.
Aylık Baran Dergisi 27. Sayı, Mayıs 2024