Geçtiğimiz aylarda gündeme gelen ‘Yenidoğan Çetesi’ haberi bize açık olarak gösterdi ki; ahlâkî çürümenin dibe yakın noktasında olduğu bir sistemde bulunuyoruz. Hekim unvanı verilen bir kişi, o ekipte bulunan bir başkasına, telefon açıp; “Bebeği oksijensiz bırak ve öldür ya da kolunu şöyle kes, bacağını böyle” diye tüyler ürperten bir komutu verebiliyor. Bir başkasının şahitliğinde yapabiliyor bunu, böyle bir kötülüğe kişileri ikna edebiliyor. Bunun jargonunu kurabiliyor. Ve “Şartlar böyle gerekti. Ben de öyle yaptım.” diyerek kılıfına uydurabiliyor. Kötülüğün organize olmuş bu örneği, sistemdeki dev çürümenin karşılığını gözler önüne seriyor. Bununla beraber bireysel olan kötülük de aynı şekilde... Bunlar ortak dokunun parçaları gibi görünüyor. Mesela; doktora şiddet, öğretmene şiddet, kadın cinayeti gibi hadiseleri duyuyoruz senelerdir. Burada çıkarabileceğimiz basit ama mühim bir ders var sanki. İyiye kötüye, güzele çirkine, doğruya yanlışa bütüncül olarak bakılması gerektiği... Dünya çapında Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun eserlerinden dolaylı olarak öğrenebileceğimiz, kadim öğretilerde de sık sık tekrarlanan ve bugün fizik biliminin ispatladığı Kaos Teorisi’nin en önemli kuralı olan, ‘Kelebek Etkisini’ düşünerek hareket edebilmenin önemi... Eğer, derdine şifa aramak için başvurduğun doktorun, haddin olmadığı halde işine burnunu sokabiliyorsan hatta bunu daha da ileri götürüp, doktoru darp edilebilecek dış kapının dış mandalı olarak konumlandırabiliyorsan, sistemin içinden bebeklerimizin canına kasteden câni doktorları da çıkarırsın. Ya da, ‘Yenidoğan Çetesi' gibi bir haberin bir müddet gündem olduğu bir sistemde yaşıyorsak, sık sık doktora şiddet olaylarıyla karşılaşmamız da kaçınılmaz. Daha geniş bir bakışla erkeklerin zihnine, “Ben erkek olduğum için bir insanım. Kadın da ancak benim yardımcım olabilir.” diye bir kod yerleştirmek adına, bir yüzyıl boyunca “Güçlüysen güçsüzü ezebilirsin.” mantığıyla yetiştiriyorsan, bu şekilde besliyorsan oradan çocuklarının gözü önünde karısını defalarca bıçaklayan katil erkekleri de çıkarırsın elbette. Hayata biraz bütüncül olarak bakmakla alakalı. Bu olayların, birbirini destekleyen ve birbirini besleyen hadiseler olduğunu görebilmek zor değil. Çıkardığımız bu dersi de sık sık hatırlamakta fayda var sanki.

Mekaniğin ve hidrostatiğin temelini oluşturduğu, antik dünyanın ilk ve en önemli bilim insanı olarak kabul edilen Arşimet; “Bana bir dayanak noktası gösterin tüm dünyayı yerinden oynatayım” der. Bir dayanak noktamızın, referans kaynağımızın, bir sabitimizin olmadığı durumlarda gereksiz ve anlamsız yerlerde başıboş dolaşma ihtimalimiz yüksek... İçinde bulunduğumuz sistemin şirazesiz, dayanaksız, başsız olduğu çok net... Milli olarak bile ortak bir değerimiz var gibi görünmüyor. Gündem değişiyor ülkenin kıblesi değişiyor neredeyse. Bu ahlâklı dinsiz ya da ahlâksız dindar gibi tuhaf özelliklerdeki insanların böyle bir sistemin içinden çıkması da sürpriz değil... Çünkü; bir merkez ve buna bağlı olarak izlenecek tutarlı bir zihniyet haritası yok. O yüzden böyle bir yerde insan davranışlarındaki ahlâkî boyutun eksenini kaybetmesi normal değil mi? Ancak insanın elinin altında sağlam bir referans listesi olursa hayatını tutarlı bir eksende tamamlayabilmesi mümkün sanki... Görünüşe göre: bu sistemde bu mevcut değil. Ailelerde de durum böyle... Diyanet (senelerdir bu duruma önlem oluşturacak hiçbir yol izlemediği halde) arada bir panik düğmesine basıyor:

-“Gençler Deist oluyor! Gençler Deist oluyor!!!”

Tamam da niye oluyorlar acaba? Bizleri bugüne getiren, bir arada tutan en önemli şey dinimizin değerleri değil mi? Neden bu gençler deizm yolunu tercih ediyorlar? İslâm dinini, böyle muhteşem bir dini çok net bir biçimde reddedebiliyorlar? Bu gençlerin hayatları incelendiğinde de çoğunun muhafazakâr ailelerde yetiştiklerini görüyoruz. Demek ki burada bir eksik var. Sözde dindar görünen muhafazakâr aileler, o çocuğa diğerkâmlık gibi, hüsnü zan gibi, önce almayı düşünmek yerine vermeyi düşünebilmek gibi bir Müslümana yakışan derin değerleri küçük yaşlarda yaşayarak öğretebiliyorlar mı acaba? Yaşayarak... Rol model olarak... Okul ortamına da kuş bakışı olarak baktığımızda, çocuklarımıza adeta bir yapay zekâ muamelesi yapıldığını görüyoruz. Sürekli bir şeyler doldurup boşaltma üzerine... Biliyoruz ki insan bu şekilde yaşamıyor. Bir çelişki olduğu burada da çok belli... O nedenle aile, okul, sistem gibi garabet bir ortamda gencin ne olması beklenebilir ki? Asıl imrenilecek olan,  böyle bir ortamda, böyle kaygan bir zeminde, bazı insanların bir şekilde rayda kalması... Değerlerine, inançlarına kutsallarına uymayan bir teklif karşısında “Bu benim özüme, fıtratıma, yaratılış amacıma ters” diye çok net bir şekilde vazgeçebilmeleri... Tek başına olsalar da hakikat yolunda yürüyecek kadar kararlı bir duruş sergileyebilmeleri... Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu “Adalet Mutlak’a” konferansında İbda Fikriyatı’nın ne olduğunu dolayısıyla mensuplarının ne olması gerektiğini belirtirken şöyle  ihtişamlı net bir tabir kullanmıştı. “Bir ucumuz Mutlak’a diğer ucumuz insanî hakikâtimize bağlı”... Bu ölçü yolunda yürüyebilen insanların sayısı çok az, ama dünya görüşümüz sayesinde biliyoruz ki; kemmiyet değil keyfiyet önemli...

Kadim öğretilere ve bilimsel araştırmalara göre; insan bir duygusal bağ kurarak, bir de taklit ederek öğrenebilir. Öğrenmek için ideal bir rol modele ihtiyacımız var. Öyle olmasaydı peygamberler olmazdı. Biz onların duruşlarını, anlayışlarını, düşünce kalıplarını örnek olarak alıyoruz. Nasıl ki bir fizik, kimya matematik gibi bilimleri öğrenmek için bir hocaya ihtiyaç duyuyorsak, hakikat ilmini yalnızca kitaplardan öğrenebilmek mümkün görünmüyor. Bir de örnek aldığımız bu insana duygusal olarak bağlanınca önünde eğilmiş gibi oluyoruz ya hani, aslında o kişinin vesile kıldığı  hakikat ilminin önünde eğilmiş oluyoruz. Bu, ne büyük bir nasip... Ne göz kamaştırıcı bir onur... Ne güzel bir nimet... O nedenle de bu az sayıdaki insanları taklit ederek ve yapabiliyorsak duygusal bağ kurarak bir şeyler öğrenebilir ve öğrendiklerimizi günümüz şartlarına göre güncelleyip aktarabiliriz. Bunun için de öncelikli olarak ‘bilinçli seçim’ yapabilme becerisine sahip olmak gerekiyor sanki.

Günümüz dünyasında öyle bir sistemin içindeyiz ki tamamen kendini göstermeyi, duyurmayı pompalıyor. Bunu yapmıyorsan yok hükmündesin. Her şey göz boyayan bir illüzyondan ibaret adeta. Gelen çok şey var. Bilinçli zihin dünyamızın lüzumsuz karıştığı bu zaman da bilinçli seçim yapabilme irademizin çok fazla törpülendiğini görüyoruz. Bu yeteneğimiz gün geçtikçe elimizden alınıyor. Böyle bir durumda isteklerimizin ihtiyaç mı yoksa dayatma mı olduğunu bilmeden hareket ediyoruz. Bunu sorgulamaya zaman bile ayırmıyoruz.  Yani, mümkün olduğunca bu duruma müdahale etmemiz gerekiyor. Bununla birlikte Sayın Mirzabeyoğlu’nun “Adalet Mutlak’a” konferansında yer verdiği “Silahlar susunca ne konuşacağız?” mevzunun cevapları ile birlikte konuşulma zamanı gittikçe yaklaşıyor gibi. O yüzden de, bilinçli seçim yapabilmek bir tercih değil bir gereklilik sanki.

(‘Bilinçli seçim’ mevzuunu ayrıntılı bir şekilde bir dahaki yazıda paylaşmak üzere...)

Aylık Baran Dergisi 36. Sayı, Şubat 2025