Önce demokrasi ve hukuk devleti farkına değinelim.
Hukuk devleti ve demokrasi arasında birbirinin şerhi gibi bir algılama var ki bu yanlış; çoğunluğun diktatörlüğüne dönen demokratik rejimler, hukuk devleti vasfını yitirir. Ayrıca demokrasi olmadan da hukuk devleti olabilir. 7. asırdan itibaren İslâm devletlerinde bağımsız mahkemeler vardı ve hukuk her şeyden üstün tutularak hele ki günümüzde görülmeyecek “hukuk devleti zihniyeti” sergileniyordu. Batı ise 19. asırda hukuk devletini tanımaya başladı. Demokrasinin tek başına yetersizliğinden dolayı artık çağımızda da çoğunluğun iktidarından ziyade çoğulculuk mânâsında “anayasal hukuk devleti”nden bahsedilmektedir.
Demokrasinin hukuk devleti ve temel hak ve özgürlükler mânâsına gelmediğini, demokrasinin iktidarın kaynağını halk veya millette görmek olduğunu ifade edelim. Öyle ki, iktidara gelenlerin hukuk devleti mi, yoksa çoğunluğa uygun popülist politikalar mı uygulayacağı işin rengini verir. Demokrasi, iktidarın kaynağı ile ilgili, hukuk devleti ise iktidarın kullanımı ile ilgili bir meseledir. Bunlar genelde birbirleriyle özdeş görülür veya karıştırılır. Her iki kavramın da devlet karşısında toplum ve bireyi öncelemesi ve eşitlik kuralını benimsemesi aynı görülmeye yol açan ortak noktalardır. Fakat ifade ettiğimiz gibi menba ve mecraı farklıdır.
Bilindiği üzere demokrasi, halkın yönetimi demek. Fakat halkın doğrudan yönetimi teknik olarak zor olduğu için temsili demokrasi söz konusu olmakta ve temsil sorunu doğmaktadır. Hürriyeti yok etme hürriyeti tanımadığı anda da demokrasi söylemi laftan ibaret kalmaktadır. Demokrasilerin gereği çok başlılık ve yönetimde ehliyetsizlerin yer alması da sorunlara yol açmaktadır. Batının kendi dışındaki ülkelere demokrasi ihracı adı altında müdahale vasıtası yapması ve kapitalist sistem ile demokratik rejimlerin özdeş hâle gelmiş olması da demokrasi hanesine yazılacak eksi puanlardandır.
Cumhuriyet ile demokrasi farkına da değinmek istiyoruz.
Cumhuriyet ile demokrasi kavramları da birbirinin aynı olarak ahali veya millette gören yönetim biçimidir. Aristokratik, oligarşik veya demokratik cumhuriyetler olabilir. Cumhuriyet monarşinin zıddından başka bir mânâ ifade etmez. Yani, krallık rejimleri değil mânâsına gelmektedir. Ama cumhuriyetlerin içeriği birbirine zıt rejimler olarak tezahür edebilir. Demokratik cumhuriyetler olduğu gibi, anti demokratik cumhuriyetler de olabilir. Antidemokratik cumhuriyetlere Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği, Kuzey Kore Cumhuriyeti ve İran Cumhuriyeti vs. misal verilebilir. Demokratik krallık rejimleri de olabilir. Belçika ve İsveç Krallıkları gibi. Bir rejim iktidarın kaynağını halk veya millette görmediğinden dolayı antidemokratik olurken, hukuk devleti ve temel hak ve özgürlükler açısından iyi seviyede olabilir. Tarihteki birçok İslâm devletinde görüldüğü üzere.
Türkiye’de ise Anayasa Mahkemesi cumhuriyet kavramını geniş anlamda yorumlayarak demokrasiyi de işin içine sokmakta ve demokrasiden ise, garip bir terkip yaparak “laik-demokratik hukuk devleti”ni algılamaktadır. Bu gerekçe ile anayasa değişikliklerini reddetmekte ve birçok hususta toplumun önüne set çekmektedir. Esasında bir devlet şekli olan cumhuriyeti devlet modeline dönüştürmekte ve bundan da Kemalist ilkeleri anlamaktadır. Anlaşılan her ülkenin cumhuriyet rejimi kendine göre olmaktadır.
Tek kişi yönetimi olan monarşileri ise üç kategoride değerlendirmek mümkün. Teokratik monarşi, patrimonyal monarşi, mutlak ve meşrutî monarşi. Bunların kendi içlerinde de farklılıklar barındırdığını belirtelim. Önce teokratik monarşi üzerinde duralım. Batıda veya Doğuda bazı kralların Allahın mutlak temsilcisi veya ilah görmelerine karşın Osmanlı sultanlarının Allahın yeryüzündeki gölgesi sayılmaları ve Allah Resûlünün halifesi olmaları aynı şey değil. Birinde mutlaklık varken öbüründe Allah ve Resûlünün ölçüleri ile kayıtlanmak var. Her ne kadar yetki tek kişide olsa bile, bu kayıtlara uymazsa meşruiyet sorunu doğar. Fakat hükümdarı mutlak olarak gören anlayışta bu sorun doğmaz. Mısır’da Firavunlar gibi veya “devlet benim!” diyen Batıdaki krallarda olduğu gibi.
Patrimonyal monaşilerde ise hükümdarlar devletin sahibi ve malikidir. Ülke üzerinde hükümdarın bir mülkiyet hakkı var ve uyruklar da buna mutlak bağlı. Şark monarşilerinde ve Roma İmparatorluğu’nun son zamanlarında ve bazı farklarla Ortaçağda görülmüştür.
Mutlak ve meşrutî monarşi üzerinde de durmamız gerekiyor. İktidara geliş biçimi olarak seçimli monarşiler de olabilmektedir. Fakat hükümdar kayd-ı hayat şartıyla iktidara gelir. Belçika, Romanya, Bulgaristan ve Lehistan’da görüldüğü üzere. Hükümdarın yetkilerinin kapsam ve sınırı açısından ise mutlak ve meşrutî monarşileri ayrı değerlendirmeliyiz. Hükümdarları bağlayacak bizim bugün anladığımız bir şekilde Anayasa yoktur. Fakat bir takım teamül kuralları ile hükümdar da bağlıdır. Mesela Fransa’da, mutlakıyet krallığın temel kanunları denilen bir takım teamül kuralları vardır. Hükümdara uygulanacak müeyyide dinî ve vicdanî olmasına rağmen, bazı teamüllere hükümdarın da riayet etmesi bakımından despotizmden ayrılır. Osmanlı Devletini ise klasik şemalar içerisinde değerlendiremeyiz. Çünkü bütün İslâm devletlerinde olduğu gibi, hukuk yani şeriat padişahın üzerinde idi ve gerekirse dinî merci hal’ fetvası verebilirdi. Ayrıca Osmanlıda töre, kurultay ve divanların da bu mânâda önemli rolleri vardı. Yani Osmanlıya mutlak monarşi dememiz zor. Çağımızda monarşilerin, demokratik ve parlamenter sistemlere yer vermiş örnekleri de vardır.
Yeni gelmişken belirtelim iktidarın kaynağını Hakk’ta gören bizim inandığımız Başyücelik Modeli, yetki ve görevlendirme itibarıyla parlamenter ve başkanlık sistemi arasında ve kendine özgü orijinal bir modeldir. İktidarın kaynağı olarak herkesin inancı kendine olmak üzere, sistemler için tartışılacak husus, hak ve yetkilerin nasıl dağıttığı ve somut olarak vazetttiği nizamdır. Yani herkesin (inançlı-inançsız) hakça ve adilce kendini bulacağı bir düzen, her ferde söyleyecek bir şeyi olan bir sistemden bahsediyoruz.
Bizim (BD-İBDA) önerdiğimiz Başyüce, bir eli demokratik nizamda ve bir eli de otoriter düzende olmak üzere her iki tarafın hakkını verici şahsiyet, mihrak şahsiyettir. Bu şekilde de bir misal Fransa’da De Gaulle’dir.
Devletleri nitelerken şöyle üçlü tasnifi dikkate almakta fayda var:
1-İktidarın kaynağına göre devletler: Monarşi, Cumhuriyet, Demokrasi.
2-İktidarın kuruluşuna göre devletler: Üniter, Federe, Federasyon.
3-İktidarın kullanımına göre devletler: Faşist, Kapitalist, Sosyalist, İslâm vs.
Devlet şekilleri ile hükümet şekilleri de birbirine karıştırılmaktadır. Parlamenter veya başkanlık sistemi hükümet şekilleriyle ilgili bir tartışmadır. Yani devlet şekli değişmeden bunlardan bir diğerine geçilebilir. Rejimin muhtevası yani çerçevesi değişmemek şartıyla. Devlet şekilleri ise daha çok monarşi, oligarşi, cumhuriyet veya üniter-federal eksenindedir. Bu mevzuyu hem daha genel hem de benzetme ve örneğiyle veren İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun Başyücelik Devleti eserinden bir pasaj aktaralım:
“Bir devletin ‘idare şekli’ ve ‘iktidar biçimi’ meselesi, biri diğerini tayin edici ve birbirinin aynı görülse de, aslında bahçe çiti ile bahçe düzeni arasındaki farka muadil bir ayrılık belirtirler; biri diğerini tarif edici ve ona bağlı, buna mukabil her ikisi de, yeknesak bir bağımlılığın dışında değişik kompozisyonlara mevzu oluşumlar… Bizim devlet şeklimiz, ‘Başyücelik’tir… Hükümet şeklimiz ise, ‘Yüceler Kurultayı’nın seçtiği ‘Başyüce’ hükümetidir…”
Devletin muhtevası değil de, kuruluşuna göre isimlendirme olan üniter, federal ve federasyon devlet şekillerinden de biraz bahsedelim. Üniter devlet, yönetimin merkezîleşmesini ifade eder. Federal devlette ise anayasa ve hükümet birdir, tek bir uyruk vardır; fakat üye devletlerin özerkliği vardır. Federal devletin anayasası altında federe devletlerin kendi anayasası ve merkezî (federal) polisin altından olmak şartıyla federe devletlerin polisi vardır. Federasyon devlet şeklinde ise anayasa, hükümetler ve uyruklar ayrıdır. Konfederasyon bir çatı vardır…
Üniter devlet, illaki ulus devlet demek değil. Üniter yapı içinde farklı kavimler korunabileceği gibi, ırkçı bir üniter devlet de olabilir. Demek ki rejimin karakteri ile rejimin şekli farklı şeyler. Ve rejimin nasıl uygulandığı da ehemmiyet arzetmektedir. Ülkelere göre farklı misaller ortaya çıkabilmektedir. Bir ülkede sonuç veren bir model başka ülkenin şartlarına, insan ve toplum yapısına uymayabilir. Almanya federal devlet ama aynı zamanda millî bir devlet olabilmektedir. Osmanlı’da eyalet sistemi var ama merkezî idarenin ağırlığı her yerde hissediliyor. Gevşek federasyon diyebiliriz. Üç çeşit eyalet var. Birincisi merkeze sıkı sıkı bağlı eyaletler (Anadolu ve Rumeli), ikincisi özel yönetimi olan eyaletler (Cezayir, Tunus vs.), üçüncüsü imtiyazlı eyaletler (Eflak, Boğdan, Kırım Beylikleri gibi)… Osmanlı bildiğimiz üniter ile bildiğimiz federal devlet arasında farklı bir modeldir. Bunu anlamak için günümüz şablonlarını aşmamız gerekir.
Başkanlık sistemi ile de üniter devlet arasında alternatif mânâda bir alaka yoktur. Amerika üniter devlet değil ve başkanlık sistemi var. Fakat Fransa üniter devlet ama yarı başkanlık var. AB üzerinde kısaca birkaç söz söyleyelim. Avrupa çok kültürlü değil ve ırkçı bir yapıdadır. AB örgütlenmesi ise değişik devletleri bir şemsiyede toplamak isteyen Avrupa merkezli bir federasyon amaçlayan bir siyasî modeldir ama yürümemektedir. Üst kurul halinde parlamentosu, mahkemesi vs. vardır. Para birimi ortak olmuştur, ama iradî katılım zayıftır. Kapitalist sistemi yürütmek amacı etrafında ideal yönetim ve birliktelik oluşmamaktadır diyebiliriz. Zaten küresel sistemi de yürütememektedirler. Yeni Dünya Düzenine ihtiyaç var…
Özgürlükler ile demokrasi veya anayasa ile özgürlük ve demokrasi de özdeş değildir. Anayasa ile demokrasi birbirleriyle çatışma hâlindedir. Anayasa kayıt koyarken, demokrasi ise değişkenlik ve serbestlikten yanadır. Ayrıca nice anayasalar o ülkedeki dikta rejimini gizleyen paravan vazifesi görebilmektedir. Anayasaların düzmece, itibarî veya gerçek olup olmadığına bakmak gerek. Yani uygulama mühim. Anayasal devlet ile anayasalı devlet farkı gibi. Anayasasız demokrasi olabileceği gibi anayasasız da demokratik devlet olabilmektedir. İngiltere misalinde olduğu üzere. Fakat İngiltere’nin köklü bir geleneği vardır. Anayasalı monarşi rejimleri de olabilmektedir. 1874 Kanunu Esasîsi gibi. Esasen anayasal devletin yaygınlaşması son asırlarda olan bir şeydir. Anayasalı devlet ile hukuk devletinin eş anlamlı olmadığını da tekrardan belirtelim.
Medine Vesikasının maddî anayasa olarak ilk yazılı anayasa kabul edildiğini de hatırlatalım. İslâm tarihinde yazılı anayasa olmamasının sebebi, Kur’an, sünnet, icma ve kıyasın olmasından dolayıdır. Çünkü bol bol hukuk kaynağı var. Şimdi ihtiyaç duyulduğu için tabiî ki yapılabilir.
Eğer sözü fazla uzatmazsak, kuvvetler ayrılığı üzerinde de duralım. Çünkü mevzumuzla alâkalıdır. Üç kuvvet var: Yasama, yürütme ve yargı. Kuvvetler ayrılığı deyince daha çok yasama ve yürütme ayrılığı anlaşılır. Yargı zaten özü gereği siyasî değil, hukukî-teknik bir kuvvettir ve iki kuvvetten de (yasama-yürütme) bağımsız bir yapıdadır.
Kuvvetler ayrılığı meselesi hükümet sistemleri olarak parlamenter, başkanlık, meclis hükümeti ve yarı başkanlık sistemlerinde farklı farklı tezahür eder.
Parlamenter sistemde kuvvetlerin yumuşak ayrılığı vardır; yasama ve yürütme arasında birliğe varacak derecede bir denge vardır. Aslında uygulamada parlamenter sistemin kuvvetler birliği rejimi olduğu söylenebilir.
Başkanlık sisteminde yasama ve yürütme kuvveti birbirinden açıkça ayrılmıştır. İşlev olarak da ayrıdır; yasama ve yürütme sadece kendi işlevlerini yapar. Organik olarak da ayrıdır. Yasama yetkisi temsilî bir meclise, yürütme yetkisi genel oyla seçilmiş bir başkana aittir. Fakat tam kuvvetler ayrılığına dayanan (kuvvetlerin sert ayrılığı) hükümet sistemi olarak Amerikan Başkanlık sistemi tektir.
Meclis hükümet sistemi ise (Millî Mücadeleyi yapan I. Meclis buna misaldir) tipik kuvvetler birliği olarak bilinmektedir.
Yarı-Başkanlık sistemi ise, yürütme içinde ikili iktidar olduğu için parlamenter sistemler gibi yasama ile yürütme birliği olmaz. İkisinin arasındadır ve ikili iktidarda (Devlet Başkanı ve Başbakan) çoğunluğu elde edene kayma olur.
Netice olarak, kuvvetlerin çatışması istenen bir şey değildir ama fonksiyon gaspı veya bir kuvvetin ihmali de doğru değil. Kuvvetlerin ahengidir makbul olan. Bizim önerdiğimiz modelde ise kuvvetler ayrılığı söz konusu iken, içeride, yasama kuvveti olan “Yüceler Kurultayı”nın Başyüce ve Başyücelik Hükümeti’ni seçmesi şeklinde ağırlığı olurken, dışarıda ve uygulamada ise hükümetin onun adına vazife gördüğü “Başyüce”nin birlik ve otoritesi görülmektedir. İçi ve dışıyla veya her cephesiyle bir insanda toplanması gibi devletin cisimleşmesi “Yüceler Kurultayı vicdan” ve “Başyüce irade” formülünde kuvvetler ayrılığı ve uyumu mevzuu da yerini alır. Kültür olarak “kesrette vahdet-çoklukta birlik” idealinden gelenlerin yönetimi olarak da ayrılıktaki ahengi temin etmesi vazifesidir. Demokratik rejimlerde olmayan bir üstünlük olarak, Allah ve Resûlünün buyrukları önünde bizim inandığımız modelde bütün kuvvetlerin eğildiğini ve bundan dolayı ayrılıkların aza ineceğini, bir ütopya olarak değil de, bir gerçek olarak belirtelim.
Tarihte birçok örneği olduğu gibi günümüzde de ihtiyacı duyulan, toplumları sürükleyici lidere duyulan ihtiyaç olarak şunu söyleyelim. Her şeyiyle yetkin ve otoriter, günümüzün deyimiyle karizmatik bir lider olduğunda kuvvetler ona tâbi olmalı, değil midir? Ne kadar yazıp çizsek, kanun, anayasa yapsak da şahsiyet, mihrak şahsiyet davası kendini gösteriyor. Fakat yanlış anlaşılmasın; iyi kanun, iyi anayasa ve kuvvetlerin ayrılığı ilkesi gereksiz demiyorum.
Baran Dergisi 523. Sayı
19.01.2017