Ölümünün 400. yıl dönümü müna­sebetiyle UNESCO 1988 yılını, Mimar Sinan yılı ilan etmişti. Bu ve­sileyle de Türkiye’de Mimar Sinan ile alâkalı olarak tiyatro, TV dizisi, panel, kitap, makale şeklinde çeşitli kültürel faaliyetlere girişildi.
 
Merkezi Amerika’da bulunan bir yabancı kuruluşun bize ait bir değeri ortaya koymasıyla uyanan entellektüel kesim, Büyük Mimar üzerine eğildi. Herhalde Mimar Sinan’ın anlaşılma­sına öncelikle bu çelişkinin anlaşılmasıy­la başlamalı. Bir dünya görüşünü an­lamadan ve tanımadan, başka dünya görüşlerini anlayıp tanımanın müm­kün olamayacağı ve dünya görüşleri arasındaki fark, benzerlik ve mücade­leyi bilemeyeceğimiz hakikaten orta­dadır.
 
Bir toplumun fikrî hayatı, eşya ve hadiselere bakış tarzı, yani dünya gö­rüşü sanatını, ebediyatını, hukukunu, mimarisini vb. doğurur. “Düşünce ol­madan, düşünce faaliyeti olmaz” hik­metini mevzumuza bağlarken bir sa­nat eserinin hangi görüş ve düşünce­nin uzantısı olduğu sorusunun cevabı öncelikle aranmalıdır. Plastisiteye damgasını vuran, hakimiyetini kuran Mimar Sinan hangi soylu düşüncenin mensubuydu? Bunu tespit etmeden Mimar Sinan’ı gerçekten tanıyabilmek mümkün değildir.
 
Bir sanatçıyı tanıtırken şurada, doğ­du burada öldü gibi ölü kronolojik bilgileri altalta sıralamak o sanatçıyı tanıtmak demek değildir. Bir sanatçı zekâ ve tahassüsüyle eserlerini ortaya koyarken hangi fikrî ve ahlâkî alt ya­pıya dayanmaktadır? İşte sanatçıyı ta­nıtmaya bu noktadan başlamak lâzım­dır. Mimar Sinan için bu noktadan söz söyleyen hemen hiç yok. O nasıl bir dünya görüşüdür ki mensubu olan sa­nat kumaşına malik bir Sinan’ı, Dün­ya çapında bir Mimar haline getirmiş­tir? Size cevabını bildiğiniz bir soru so­ruyorum. Ama bu soru lüzumsuz bir soru değil, zira bazıları Sinan’ın sana­tındaki büyüklüğe hayranlıkla bakar­ken, bu sanatın temelinde bulunan fik­rî ve ahlâkî altyapıyı ısrarla gözden uzak tutmaya çalışıyorlar.
Şimdi biraz, da O’nun eserlerine ba­kalım:
 
O'nun taşta yaptığı, maddenin mâ­nâya inkılâbıdır. İbda diyalektik ve es­tetiğinin en temel ölçülerinden biri olan “Suretler olmasaydı mânâlar ebe­diyen tecelliye gelmezdi" hikmetinin tarihi delili halinde, suret mânâ yakın­laşmasının en parlak ve gösterişli mi­marî eserleri O’nun elinden çıkmıştır: O en keskin ve en heybetli suretlerden en latif mânâyı tüttürmeyi başarabil­miştir.
 
O’nun eserlerinde estetik, ahenk, ses ve ışık bütünlüğü, iç ve dış mekân bütünlüğü, nizam aşkı, arayış çabası, yeniye hamle, kendini yenileme cehdi açıkça görülür. Sinan, mimariye me­kân bütünlüğünü getirmiştir. O, kla­sik Osmanlı tarzı olan tek kubbe ve kare mekân tarzını geliştirip yerleştir­miştir. Sinan, ancak betonarme tekni­ğiyle yapılacak geçişleri taşla yapma­yı başarmıştır.
 
Çağının tekniğine göre inşaat mal­zemesi olarak taşı kullanmıştır. Büyük yapılar inşa ettiği için ahşaba pek ilti­fat etmemiştir. Birçok camide bilhas­sa beden duvarlarında taş ve tuğlayı karışık olarak kullanmıştır. Yapıların­da mermer de önemli bir yer tutar. Si­nan’ın eserleri kullanma kolaylığı, ha­valandırma ve ışıklandırmadaki usta­lık, ferah mekân, sanatkârane tertip ve ahenkli bir bütünlükle temayüz et­mektedir.
 
Sinan, Osmanlı mimarlığının doruk noktası ve eserleri de klasik Osmanlı mimarisinin şaheserleridir. Bu şaheser­ler klasik Osmanlı mimarisini alabil­diğine zenginleştirmiş ve bu güzellik­leri çağdan çağa taşımışlardır.
 
Mimar Sinan gibi bir dev ustanın eserleri dipdiri dururken, daha sonraki dönemlerde Osmanlı mimarisinin ba­tıdaki Barok ve Rokoko üslubunun taklidine yeltenmesi sonucu ortaya çı­kan Dolmabahçe ve Ortaköy camileri gibi çirkinliklerin nasıl olup da kabul gördüğünü anlamak mümkün değil.
 
Sinan’ın eserleri çevre ile de tam bir uyum içindedir. Günümüzde bu eser­lerin çevresi perişan edildiği için, bu güzellik hemen farkedilemiyorsa da, bu pisliklerden arındırarak tahayyül ettiğimizde, bu eserlerin çevreyle tam bir uyum içinde olduğunu kavrama­mız güç olmaz.
 
Mekânlar boyunca zamanın nabzı­nı tutan Büyük Usta, devrinde beto­narme teknikleri olmamasına rağmen ana malzemesi olan taşı işlerken hiç­bir hantallığa düşmez. O’nun taşı iş­leyişi şiir gibidir. Eserlerindeki taşlar, şiirin kelimeleri gibi durur; Ne bir ek­sik Ne bir fazla. Bu şaheserlere bakar­ken, mimarının mükemmeli yakaladığını hissedersiniz. Onun eser­leri insanın içini ısıtan bir sıcaklığa sa­hiptir. Batı mimarisinin soğukluğun­dan iz yoktur bu eserlerde. Dev Süleymaniye’ye bakarken de minicik Şemsipaşa Camii’ne bakarken de aynı sı­caklığı hissedersiniz.
 
Mimar Sinan bugün yapılan değerlendirmelerde olduğu gibi Batı kültür doneleriyle tam olarak an­laşılamaz, O’nu doğru anlayabilmek için O’nun dünya görüşünü doğru an­lamak lâzımdır. İşte O’nun mensubu olduğu dünya görüşünün bağlısı ve O’nun üslûbunun 20. yüzyıldaki temsilcisi İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun tesbitiyle “Çağdaş Sinan” merhum Cevad Ülger, bakı­nız Osmanlı mimarisini nasıl değerlen­diriyor:
 
“Ve Osmanlı mimarları bir bütün olarak, (sâde Sinan değil) komple sa­natkârdılar. İşte Süleymaniye, yanına yanaşalım... İşte minareler, bunlar aca­ba resim değil midir? Heykel değil mi­dir? Yaklaşalım; işte kapı, bu mukarnaslar, heykel, resim, müzik, şiir de­ğil mi? Ve işte kitabe... Bu kadar mü­zikle dolu, şiirle dolu, resim ve rölyef tasavvur edilebilir mi? Kaynaşan zen­ginliklere gözlerimizi ve kulaklarımı­zı kapatarak geçelim, içeri girelim. İşte bir mekan; mimari mi, resim mi, mü­zik mi, heykel mi, şiir mi? Evet hepsi! Pilpayeler arasındaki kemerlerden, mekânın derinlerine girilebilir, nisbet denen şeyin şiirini yaşayabilirsiniz. İşte sanatların birleşmesi...”
 
1- Ritmin Gücü ve Ritme Davet. Cevad Ülger, İBDA Yayınları
Karar Dergisi 16. Sayı 1 Şubat 1990