Dünyayı iliğine kadar soyan kapitalizm için, kendi dışındakiler metâ-maldan başka bir şey değildir. Kapitalizm, kendi dışındakilere insan gözüyle bile bakmaz.
Kapitalist sınıfınca, Afrika’nın ve Asya’nın birçok ülkesine, dışlanmışlar olarak, lüzumsuz yaratık olarak bakılıyor; ırgatlık olarak bile görülmüyor, yok edilmesinde sakınca olmayan bir sınıf olarak görülüyor.
Dünya nüfusunun %5’ini oluşturan ABD, dünya gıda üretiminin %35’ini tüketiyor, dünya enerjisinin %60’ını tüketiyor.
Onların dur durak bilmeyen domuz iştahını doyurmak için ABD ve NATO ordusu var. Çünkü böyle bir zulüm ve sömürü düzeni ancak silah zoruyla sürdürülebilir.
Emperyalistlerin sömürmedikleri ülke yok.
Nereye huzur, refah ve kalkınma getirmişler? Hep kendi sistemlerine entegre edip sömürmüşler devamlı. Zaten gelişmekte olan ülkelere empoze edilen “kalkınma planlan” Batı bilim ve tekniğine bağımlılık üzerinedir ve sömürgeleşmeyi pekiştirme amaçlıdır. Batı bizi niye kalkındırsın ki?
Şimdi ise kapitalizmden kafası dumanlanmış vaziyette, dünya halklarını aşağılamayı ve her yere asker göndermeyi marifet biliyorlar. Ellerindeki teknik imkanlarla, bol miktardaki bombalarıyla sağa- sola saldırıyorlar. Ve gerektiği gibi cevabı alınca da “küresel finans krizi”ne giriyorlar.
IMF ise bu kafası dumanlananların bir örgütü. IMF’den para gelecek Koç’a, Sabancıya, Eczacıbaşına dağıtılacak ve faizini de devlet ödeyecekti.
Artık dünyanın iktisadî durumu, devlet eliyle zengin yapmaya veya mevcut zenginleri beslemeye müsait değil. Hükümet, mecburen düş yakamdan diyor ve IMF ile anlaşma imzalamıyor artık. Para IMF’den gelecek, Koç’a, Sabancı’ya, Eczacıbaşına dağıtılacak, faizini de devlet ödeyecekti. Kapitalistler paradan para kazanacaktı.
Kapitalist sarhoşların, “batıyoruz, şu kadar işçi çıkartır ve senin başına bela oluruz, vergi alamazsın” yollu tehditlerine ve yaygaralarına hükümetler artık pabuç bırakmıyor. Onlar istedi diye AKP hükümeti IMF ile anlaşma imzalamıyor. Çünkü hükümet kendi menfaati açısından istikrarsızlığı kabul etmiyor, zaten küresel krizde de ayakları üzerinde durmayı başardı.
Bu mevzuda Yiğit Bulut şöyle diyor:
“One minute çıkışı ve gelişen içerideki yerleşiklerin “vergi kaçaklarına” artık göz yummama politikası, Türkiye ve İsrail “merkezli” ABD’de yerleşik güçlerin, AK Parti ve Erdoğan’sız bir Türkiye özlemi ve stratejisi geliştirme düşüncesini körükledi. Türkiye’yi; ABD- AB-İsrail-IMF arasında sıkıştırıp yönetmeye alışanlar, ellerinden kaçan “gelir kaynaklarını” ve yönettikleri dev bir ülkeyi kaybettiklerini anlamaya başladılar.
Türkiye’nin son dönemde “IMF ile kesin olarak” anlaşmaması; içeride ve dışarıda yerleşik odaklara son darbe oldu. Özellikle “sıcak paradan beslenen ve vergi vermemeye alışan” yerli odaklar “daha da saldırgan” hale geldiler.”
Kapitalist kan emiciler artık duvara tosladılar, emecek kan bulmakta zorlanıyorlar ve dışladıkları- aşağıladıkları halklardan mukabele de görüyorlar.
Fakat hayatlarını vampirliğe endeksleyenlerin gebertilmekten başka şansları yoktur. Yani, tatlılıkla ve ikna yoluyla vampirlikten vazgeçemezler.
Onların kafası o kadar dumanlıdır ki, hiçbir hakikati ve insanî değeri görmesi mümkün değildir.
Bunların iktisat ve insandan, iktisat ve toplumdan anladıkları ise, iktisadı kendi tekellerine almak ve insanları da mal olarak görmektir. Zaten onlara göre oluşan iktisat bilimi de bu amaçlı teorilerle doludur. Fikret Başkaya, “Paradigmanın İflası” isimli eserinde şöyle diyor: “Sömürü ve baskının bir aracı olan bilim ve teknoloji, hem emperyalist Batı’ya dünyanın zenginliğine el koyma olanağı verdiği için Batılılarca itiraz edilmiyor, hem de az gelişmiş ülkelerdeki işbirlikçi oligarşiler ve onların çevresi sömürüden pay alabiliyorlar. Aldıkları bu pay karşılığında kendi halklarına zulmederek, baskı ve devlet terörünü sürekli gündemde tutarak, eski sömürgeci yöneticilerin uyguladıkları baskıyı bile geride bırakıyorlar.”(...) “1960’ların başından beri üç kalkınma on yılı geride kaldığı halde, sanayileşmiş ve azgelişmiş ülkeler arasındaki eşitsizlik giderek büyüdü. Geri planında mukayeseli üstünlükler teorisinin bulunduğu “kalkınma stratejileri”, zenginleri daha zengin, yoksulları da daha yoksul yapmayı başardı...”
“Para, toprak ve emek alınıp satılabilir metalar değildir. Bunların metalaşması alınıp satılabilir mallar gibi işlem görmesi toplumsal dokunun parçalanması ve insan ilişkilerinin alt üst olması ve tabiatın tahribiyle eş anlamlıdır.”
Adam köyünde, mahallesinde, toprağında adam gibi yaşıyor, sen bunları alıyorsun, şehrin varoşlarına doldurup gönüllü köle yapıyorsun, insan şahsiyetini ortadan kaldırıyorsun. Televizyonun var, buzdolabın var, araban olacak diye, bunlara endeksli bir insan meydana getiriyorsun. Gönüllü köle oluyor. Yaptığı işin şuuruna varmadan, robot gibi, mekanik insan gibi oluyor. Satın alarak resmî köle yapsa daha hafiftir. Çünkü, kölelik yapıyor ama razı olmuyor, metazori yapıyor; en azından köle olduğunun farkında. Halbuki kapitalist hayat tarzına göre, araban olacak, televizyonun olacak, bunların peşinde koşarak ömür geçireceksin. Sisteme kölelik yapılıyor ancak. Kapitalist hayat tarzında insan unsuru yok, şahsiyet yok...
Modern denen Batı hayat tarzında, insan ve iktisat ilişkileri ve insan ve doğa ilişkileri alınıp satılabilir metalar hâline dönüşmüştür. Onlara göre insan, ferdî çıkarını düşünerek maddî zenginlik peşinde koşar.
Batılının insandan anladığı şu: “İnsan, çıkarını düşünen bir mahluktur”. Dolayısıyla gücü eline geçiren kapitalistler için, diğer insanlar sürüden ve dışlanmışlardan başka bir şey değildir.
Dünyada İki sınıf söz konusu: Sömürücüler Sınıfı ve Dışlanmışlar Sınıfı.
Baran Dergisi 167. Sayı
25 Mart 2010