Kapitalizm bireye değer veriyor, öne çıkarıyor. Fakat kapitalizmde gerçekten bireyin çıkarları düşünülüyor mu ve hangi birey tercih ediliyor diye sorgulamalıyız. Piyasalara baktığımızda zengin birey kabul görüyor. Kapitalizmin emperyal gücü olan ve askerî ayakla hegemonyasını kuran ABD’ye baktığımızda asgarî şartlarda bireyi koruyor. Keza Avrupa’da da hayat şartları yüksek. Sosyalizmin yükselişe geçmesine karşı birey güçlendirilmiş, sosyal haklar tabana yayılmış. Mesela işsizlik ücreti var. Buzdolabı, çamaşır makinesi, bulaşık makinesi alacak kadar aylık işsizlik ücreti ödeniyor. İşsizlik ücreti bizdeki asgarî ücretin çok üstünde. İşçi partilerinin sıkıştırması, sol isyanlar vs. bunda etkin olmuş. Ama şimdi pek sorun görülmüyor. Fakat dünyada ekonomik denge Batı’dan kayıyor. Batı cazibesini gittikçe yitiriyor, güç dengesi Asya’ya kayıyor.
Olaya sadece bilimsel (kitabî) açıdan bakıldığında birey, rasyonel hareket eden, homo-economicus (iktisadî birey) olarak inceleniyor. Mesela pazara çıkan biri dindar da olsa rasyonel alışveriş yapacak, marketler arasında ucuz ve kalitelisini arayacak deniyor. Bu doğru, fakat olayın sadece bir yönü… İnsanların hepsi rasyonel mi hareket ediyor? Mesela pazara gittin, baktın okuldan eski bir arkadaşın limon satıyor, öbür yanda daha ucuz limon satan varken sen arkadaşından alıyorsun. Bu hareket rasyonel değil, ama güzel ve doğru bir hareket. İnsanın menfaatini düşünmesi tabiîdir, fakat buradan kapitalist sistemin doğruluğu çıkmaz. Ayrıca öğrenci başka, iş adamı başka davranış gösterir. Piyasaların da o kadar rasyonel işlediği söylenemez.
İnsanın fıtrat gereği yaratılıştan gelen ihtiyaç durumunu kapitalist sistem istismar ederek maddeci dünya görüşlerine dayanak yapmak istemektedir. Hâlbuki insanın ihtiyaç sahibi kılınmasından maksad zayıflığını idrak ve yaratıcıya duyulan ihtiyacın hatırlatılmasıdır. Bu da insanı zayıflığı içinde güçlendiren ve soylulaştıran bir taraftır. Bu vesileyle insanın ihtiyaçların kölesi olmaması, özgün ve aşkın bir varlığa yönelmesi isteniyor. Aslında ihtiyaç hâli insanı gururdan kurtarır ve onu yüceltir. İnsanın maddî ihtiyaçlarının dışında başka ihtiyaçlarının olması (insanî, vicdanî, bediî vs.) ve bunların önemsenmesi ona birey olarak gerçekten değer verilmesi demektir. Kartpostal güzellikten, hazza dayalı estetik tatminden bahsetmiyorum. Bireye gerçekten değer vermek hangi modeldir diye düşünmeli ve sorgulamalıyız.
İnsanın dünyaya ihtiyacını ve nefse meylini köpürten kapitalist düzen, kurduğu çark içinde boğaz derdi, istikbal kaygısı ve insanın ihtirasları ile bitmez tükenmez bir sarmal oluşturmaktadır. Devamlı nefse uygun şeyler sergilenmekte, tüketmek, refah, en iyi şekilde yaşamak idealize edilmektedir. Ahiret inancı zayıf Hıristiyanlıkla maddeci dünya algısı da kolayca birleşebilmektedir. İslâm ise ihtiyacınızı karşılayın diyor, kardeşini zekâtla gözet, faizle ezme ve faize kendini ezdirme diyor. Kur’an’da (İsra Suresi 29) “elini kısma, onu büsbütün de açıverme ki, pişman ve kınanmış halde kalmayasın” buyuruluyor. Her şeyde itidal ve denge… İktisadın mânâsı da bu değil mi?
Hayat tarzı ve kapitalist anlayış mevzuuna bir misal verelim: Askerî lisede görgü dersi verilir. Tabağın hepsini yemeyeceksin, yarıda bırakacaksın, denilir. Öbür tarafta Afrika’da açlıktan kırılan insanlar var; fakat sen burada çöpe atacaksın. Avrupalının hiç böyle derdi yok, olmadı da. Sadece Müslüman’ın böyle derdi var. Başka bir misal. Anlatılır ki, İsveçlilerin en nefret ettiği şey, akşamları ailece toplanıp yemek yerken kapının çalınıp birinin gelmesidir. İslâm’da ise Peygamberler, veliler, büyükler misafir olmadan yemek yemezmiş. Evliya Çelebi anlatıyor. Bir yere giderken yolda iki kişi atının etrafını çevirmiş, biri bir yana, diğeri öbür yana atı çekiştiriyor. Ne oluyor diye korkmuş, meğer ki, “ben misafir edeceğim” diye aralarında çekişiyorlarmış. İnsan menfaatini düşünen varlıktır deniyor ya. Alın size menfaat. Bunlar da menfaatini karşılıksız ikram etmede gören insanlar. Demek ki menfaat kavramı da adamına göre değişiyor, kapitalizmin tanımı her insan tipolojisine uymuyor. Tabiî burada sormalıyız, hangi anlayış gerçekten ferdi ve cemiyeti yüceltir?
Kapitalizmin öncesinde Batı dünyasında merkantilizm vardı; 17. ve 18. yüzyıllarda hammaddeyi alıp, mamul mal üretmek, onu satmak, ülkeye kapital girişi (altın vs.) sağlamak ekonomik düsturdu. Bazı stratejik mallara (yün, tahıl, vs.) sömürgeleri haricinde ihracat veya ithalat yasağı konmuştu. O yüzden sömürgeleştirme faaliyetlerine hız vermişlerdi. Dün de zayıf bulduklarını sömürüyorlardı, bugün de aynı. Osmanlı’ya da zayıf dönemlerinde yanaştılar, biz size borç verelim, siz de bize mal (hammadde) satın, bizim mallarımız da size gelsin diye sömürü çarkını kurdular. Ticaret helal ve güzel ama burada kurulan tezgâh farklı. Max Weber’in “Protestan Ahlâkı” ile örtüşüyor bunlar. Kapitalizm, çalışmayı kutsayan Protestan ahlâkı ile büyüdü, sonra onu dışladı veya işine geldiği kadarını aldı. Sanayi Devrimi’nden önce de sömürü zihniyeti vardı. Amerika’ya gittiler neler yaptılar, Güneydoğu Asya’ya gittiler neler yaptılar, malûm. Çin’den alınan çayı “İngiliz çayı” diye sattılar, Çin’e de meta olarak en çok afyon sattılar. İngiliz sermaye birikiminde Çin’e satılan afyonun hatırı sayılır bir yeri vardır. Kapitalizme karşı kurulan sosyalizmde de sömürü var, yönetici kesim oligarşik bir zümre oluşturuyor ve her şeyi tekeline alıp sömürüyor. Mesela gidiyor en lüks otelde bedava kalıyor.
Kapitalizm’in babası sayılan Adam Smith, serbest piyasa ekonomisi diyor. Merkantilistlerin büyüme için dış ticarete yani ithalata sınır getirmelerine karşı çıkıyor. Smith, hepsi serbest olacak, rekabet olacak diyor. Fakat adalet yok, gelir dağılımı yok işin içinde… Varsa yoksa ne pahasına olursa olsun zenginleşmek. Ondan sonra gelen Ricardo, herkes neyi iyi yapıyorsa, onu yapsın diyor. Dış ticarette de iç ticarette de kısıtlama olmasın diyor. Mesela, Avrupa Türkiye’ye, tarıma ağırlık ver diyor, sanayiye ağırlık verme, diyor. İşte bu Ricardo’nun düşüncesidir. Fakat bu eşitsizlik doğuruyor, tek tarafın güçlenmesini öbür tarafın ona hizmet etmesini doğuruyor. Kâğıt üzerinde yazıldığı gibi olmuyor teoriler. Ricardo’nun hemen peşinden gelen kapitalizm, İngiltere’de, bilhassa yoksullar yasasının kaldırılmasıyla tam bir vahşete dönüşüyor, çoluk-çocuk, kadın vs. kömür ocaklarında düşük ücretle, gece yarılarına kadar çalıştırılıyor. Günde 20 saat çalışanlar var. İşçi isyanları oluyor, acımasızca bastırılıyor. Sosyalizmin yükselişe geçmesinden sonra işçilere hakları veriliyor.
Kapitalizmi de sosyalizmi de bir bütün olarak değerlendirmek lâzım. İşin temelinde şöyle ayrım yapmalıyız. Vahye dayalı sistemler ve beşerî sistemler… İnsanın insanı sömürmesi ve insanın insana köle olması karşısında, vahye dayalı sistemlerde Allah’a kulluk var, adalet var, insanı yücelten ve özgürleştiren değerler var. Kulun milyonlarca seneler geçse bile kuramayacağı “Mutlak Fikir” var.
Demokrasi ve kapitalizm ilişkisi üzerinde de durmalıyız. Demokrasi bir teamül rejimidir. “Batı demokrasileri” deniyor ama orada kendi içinde oluşmuş bir yapı var. Evveli, sonrası, çekilen çilesi, toplumsal mutabakat vs. var. Çilesi çekilmeyen bir şeyin ithali ile o şey gerçek olmaz, ancak onların taklitçisi olarak kullanılırsın. Kısaca, kendi değerini kendin üretmelisin, tabiri caizse kendi demokrasini kendin kurmalısın ve bunun adını da kendin koymalısın. Belki de “demos-kratos” terkibine ihtiyacın olmayacak, kendi kavramlarını oluşturacaksın. Başyücelik gibi, yüceler kurultayı gibi. Kültüründen ve geleneklerinden süzülmüş kavramlarla yol alacaksın. Birikim ve çile içinde kelimelerin yoğurulması ve muhteva kazanmasıyla sana ait bir şey olur ancak.
İşin ekonomi ayağı ile (aslında maddeci Batı için ekonomi tek ayaktır) ilgili şunları söyleyelim ki, yine Batılıların kendi standartlarına göre söyledikleri husus, “zenginlik olmayan yerde demokrasi olmaz”. Yıllık kişi geliri belli seviyenin üstünde olacak ve ekonomik sistem içinde (sömürü çarkı bunun vazgeçilmezidir) demokratik rejimler yaşayacak. Bizim gibi ülkelerde neden demokrasi olamayacağı ve esasen demokrasi zokası ile onların tuzağına düştüğümüzü anlamış olmamız gerekir. Serbest rekabet deniyor ama, nedense uluslararası şirketler IMF çetesinin elebaşlarıdır ve nedense bu çarka ciddi itirazlar askerî operasyonlarla (Mısır’da Sisi darbesi ve Türkiye’de başarısız olan 15 Temmuz darbe teşebbüsü gibi) susturulmak isteniyor. Yine burada can acıtıcı soruyu soralım: Ahlâksız ekonomi modeli olur mu? Andolsun ki, biz çıkarımızı ahlâka bağlı ekonomik sistemde görüyoruz. Çıkarsa çıkar, menfaatse menfaat, buna kim ne diyecek?
Köklü bir felsefe olan fakat günümüzde değişik renklere bürünen liberalizmin ekonomi ayağı kapitalizmdir ve Batının dünyaya ihraç ettiği bir ekonomik sistemdir. Sömürge aracı olarak ihraç edilmekte ve demokrasi de bunun süsü ve söylemi olmaktadır. Türkiye’de ise Cumhuriyetle birlikte Batıcı rejim gereği kapitalist sistem ithal edilmiş ve türlü yamalarına rağmen kapitalist ağırlıklı sistem hâlâ câridir. Hükümetler muhafazakâr vs. olsa da sistem budur ve eğitimden idareye, hukuktan siyasete, hatta ahlâkî ve insanî ilişkilerimize kadar içimize girmiştir. Türkiye’nin meseleleri ve bağımsızlığı önündeki handikap da budur.
Bir yanda Batı’ya karşı olurken öbür yanda iktisad, eğitim, kültür emperyalizmi vs. tarzında Batı’nın sömürü ve istismarına açık bir yapıdayız. Tanzimat’tan beri Türkiye’deki kavga Batıcı-İslâmcı kavgasıdır. Zaman zaman farklı görüntüler arz etse de temelde ve derinde olan budur. Türkiye’nin üzerine dar gelen ve esasında Batı tarafından Lozan’da giydirilen deli gömleği ise laiklik ve Kemalizm ismini almıştır. Her ne kadar Atatürk üzerinde fazla konuşulmasa da Batı merkezli sistem hâlâ yürürlüktedir ve statükoyu savunan hantal devlet yapısı tarafından bütün çıkmazlarına rağmen sürdürülmektedir. Ve İslâm’ın alternatif yeni dünya düzeni olarak zuhuru da çoğunlukla iktidar olan bu tembel ve miskin kafalar tarafından engellenmektedir. Kaşar İslâm düşmanları da dışardan yaygara koparmakta, Batı’dan her bakımdan lojistik destek almaktalar. Fakat asıl mesele Batı’ya muhalif olduğu iddia edilen kadroların yeterli donanıma sahip olmamalarıdır. Fakat şartlar Türkiye’yi tarihi misyonuna doğru itmektedir. Memuriyetimiz, mecburiyetimiz olmuştur artık. Ne mutlu ki bundan kurtuluşumuz yoktur. Öyle ki, kurtulmamız yakinen vâriddir.
Kapitalizmin kökten bir eleştirisini yaparak İslâmî bir dünya görüşüne (BD-İBDA) nisbetle iktisadî sistemimizi kurmamız lâzım, bütün sisteme bağlı alt sistem olarak. Bireyin de menfaati burada, toplumun da menfaati burada…
 
Baran Dergisi 564. Sayı
06.11.2017