Ehl-i Sünnel ve’l Cemaat âleminin itikadda iki imamı vardır; İmam Mâtürîdî ve İmam Eş’arî. Amelde ise dört hak mezhep vardır: Hanefî, Şâfî, Hanbelî ve Mâlikî. Türkler Hanefî ve Mâtürîdî’dir. Sünnete vurgu yaptığı için bu ismi alan ve İslâm’ın Doğru Yol-Kurtuluş Yolunu temsil eden Ehl-i Sünnet’in dışında kalanlara ise topluca Ehl-i Bid’at denir. Vehhabilik-Selefilik, Yeni Selefilik, Reformistlik, Mutezîlilik, Fetöcülük, Yeni Din Hareketleri vs. Ehl-i Bid’at olarak zikredilebilir.
İslâm’ın itikadî ve amelî ölçülerinde kıyamete kadar bir değişiklik düşünülemeyeceği için Kur’an ve Sünnet’e göre ölçüleri billurlaştıran Hak mezhepler üzerinde bir tartışma çıkarmak abesle iştigal olur. Yani Amerika’yı yeniden keşfe gerek yok. İtikadî ve amelî ölçüler çerçevelenmiştir, yeni din ve mezhep aramaya gerek yoktur.
Yenilik ancak çağın gerektirdiği yeni meselelere tefekkür, ilim ve teknik boyutundan yeni çözümler getirmekle olur ki, bu da mutlak mânâda müctehidlerin değil, mütefekkir ve âlimlerin işidir. Mütefekkir ve âlimler de çağın meselelerine karşı inşacı olarak, mevzuunda cehd (ictihad) gösterirler. Ancak her çeğda yapılacak olan fikrî, ilmî ve irfanî çabanın yeni bir mezhep kurmasına, itikadî ve amelî ölçüleri değiştirmesine gerek yoktur. Öyle olsa idi her çağda mezheplerin değişmesi gerekir idi. Yapılacak ve doldurulacak bir çok alan varken, Müslümanların inanç ve itikad sistemine saldırmak olsa olsa din yıkıcılığı olur ki, bu projelerin çoğu dışarıdan desteklidir. Vehhabilik ve reformistlik hareketinin arkasında İngilizlerin olması gibi.
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin organize ettiği Ümraniye Belediyesi’nin desteklediği “Uluslararası İmam Mâtürîdî ve Tevilatü’l Kur’an Sempozyumu” 2-3 Kasım 2018 tarihlerinde İstanbul’da gerçekleşti. Baran Dergisi olarak takip ettik. Maalesef bazı konuşmacılar büyük imamı sadece akliyeci gibi takdim etti, onu da reforma tâbi tuttu. Bazı sunumlar ise zayıf olmuş. İyi konuşmacılara da rastladık ve onlara da satırlarımızda yer verdik.
Şu noktanın altını çizmek zorundayız: Yapılan faaliyetlerin ismine “İslâm, Kur’an, iman ve din büyükleri” dense de, açılışlarda Kur’an okunsa da iman, ihlas, sahih itikad ve ehliyet olmazsa hayırlı neticeler çıkmaz. Tıpkı, “Kur’an’da bazı ayetler değişmeli” diyen ve hadislere değer vermeyen “İmansız Müslümanlar”ın geçenlerde, “İman Sempozyumu” düzenlemesinde olduğu gibi. Anlaşılan kuru akılcıların davalarına imanı, imanlılardan fazla veya şöyle de diyebiliriz: Ak Parti iktidarından aldığı ihalelerle palazlanan bir zenginin (Aziz Torun) hadsiz hesapsız para akıttığı KURAMER gibi kuruluşlar eliyle milletin itikadını bozan bu projeler sık sık uygulamaya sokulmaktadır. Anlaşılan para aşkı, iman aşkını boğmak üzeredir, hem de “din, iman” diyerek bunu yapmaktalar.
Milletin değerlerine bağlı olmaktan bahseden Ak Parti içindeki bazı itikadı bulanıkların ve de Diyanet ve İlahiyat teşkilatındaki bir hizibin, halktan uzak ve hiç bir tabanı olmayan Ehl-i Sünnet ve tasavvuf düşmanı bazı projeler içinde olması ve tepkiler üzerine de geri adım atmasını müşahede etmekteyiz. Herkesin bildiği şu bedaheti belirtelim ki, iman akılla olmaz. İman gönülle olur ve akıl da buna iştirak eder. Kafası karışıkların ve aklı bir türlü şeriatın inceliklerine basmayanların (hikmet ve tasavvuftan nasibi olmayanların) kafalarındaki şüpheleri veremli kadın psikolojisi gibi etrafa yaymakla uğraşmaları da acıklı bir durum. Velilerin hayatından ve zahir-batın uyumundan ders alamadıkları gibi, Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu gibi isimleri de okumayan (veya okuyup anlamayan), Muhammed Esed gibi tarihselci sapkınları seven bu ekibin, yeni Fetö projeleri gibi ortaya çıkmasını, bozulmamış dinde reform ve yeniliğe kalkışmasını selim akıl ve bediî his taşıyan hiçbir Müslüman kabul edemez. Mezhep imamlarına nafile saldırmasınlar, edepsizlik ve çapsızlık yapmasınlar!
Biz, din büyüklerini, bize İslâm’ın yolunu gösterdikleri için severiz ve takip ederiz. Vasıta ve vesilenin dinde yeri vardır. Aslı gösteren vasıta olmadan hakikate ulaşılamaz. Asıldan önce gelen usül şartı idrak edilmelidir. Peygamberler bile vasıtadır, ancak onlar mutlak vasıtadır. “Kendi aklımla dini bulacağım, mezheplere gerek yok” dendiği an, ulemaya gerek kalmamış demektir. “Mealci” ve “kaynakçı” da denilen böyle aklın devamı ise “Peygambere gerek yok!” sapkınlığıdır. Mezhep imamları ise mutlak müctehid ve ana kaynağa en yakın kişiler olduklarından mümtaz yerleri vardır. Kur’an ve Sünnet’in ışığı ile birlikte ilhamını, imanını, ilmini bizlere sunan geçmiş ulemaya saygı ve onların yolunu bugün de sürdürmek gerekir. Kendi devrimizin sorunları için geçmişe dil uzatmaya gerek yoktur. Kur’an ve Sünnet’e yapmak istedikleri “tarihe gömme” uygulamasını mezhep kurucusu imamlara da yapmak istiyorlar. Veya mezhep imamlarına yapmak istediklerini Sünnet’e ve oradan da Kur’an’a uygulayacaklar, diyebiliriz.
Meselenin özünü ve sağlam usülünü, sohbet ettiğim kelamcı Prof. Dr. İlyas Çelebi şöyle özetliyor: “Mezhepler bizim altın gibi değerimizdir. Onların değerini bilmemiz lazım. Bugün güncelleme yapılacaksa, ona tarih içindeki imamlar da bir şey demiyor, çerçevesini muhafaza ederek yeni ihtiyaçlara cevap mahiyetinde yeni kurallar koyabilirsiniz. Temel mantık bu olmalı.”
İmam Mâtürîdî kimdir, dinde yeri nedir, kısaca verelim:
“Mâtürîdî (853?-944) Ehl-i Sünnet’in itikadda iki büyük imamından biri (öbürü Eşarî’dir), Mâtürîdî mezhebinin kurucusu. Sistematik Sünnî Kelâmı’nın kurucusu da sayılır. Fıkıhta Hanefî mezhebine bağlıdır. Eşarîlik daha çok Şafiî ve Malikîler arasında, Mâtürîdîlik ise Hanefîler arasında yayılmıştır. İslâm akidesini sistemleştirmek için gerek İslâm dışı gerek İslâm içi (Mutezile, Hariciye, Batıniyye) dalalet fırkalarına karşı ciddi bir mücadele vermiştir. “Musahhihu Akâid-il Müslimin, İmâm-ül Mütekellimin, İmâm-ü Ehl-is Sünne” gibi unvanlarla anılmıştır. Hem akla değer vermiş ve ona yerini göstermiş, hem de nakle öncelik vermiştir. Akaid ve Kelâm eseri olan Kitabüt Tevhid önemlidir. Ayrıca Tevilat-ül Kur’an isimli tefsiri de önem arzeder. Tefsirinde rivayet ile dirayet arasında olup dirayet tarzı ağırlıktadır. Tefsirinde kelam, fıkıh usulü ve fıkıh, tasavvuf, mezhepler tarihi, dinler tarihi gibi değişik ilimler de yer alır. Allah’a ve Resûlü’ne olan tazim ve muhabbetini zaman zaman etkileyici duygusal ifadelerle dile getirmiştir. Kaynaklarda Mâtürîdî’nin tasavvufî yönüyle ilgili bazı kayıtlara rastlanmaktadır. Hatta bir büyük tarikat şeyhinin Mâtürîdî’nin zamanında bu ümmetin mehdisi olduğunu söylediği nakledilmektedir. (Şükrü Özen, DİA, Mâtürîdî maddesi, 28. Cilt, s. 148) Mâtürîdî’ye göre istidlâl (nazar), akıl ve nakilin değerlendirilmesi için kaçınılmaz bir faktördür. Öyle ki, istidlâli reddeden kimse bile bunu yaparken aynı yöntemi kullanmaktadır. Allah’a itaat için Resûle itaatin şart olduğunu belirten Mâtürîdî, mucizelerin kehanet, sihir ve gözbağcılıktan ayırdedilmesinin peygamberle bu tiplerin şahsiyetleri, etkileme güçleri, mesajlarının içeriği ve kalıcılığı gibi farklılıklardan anlaşılabileceğini söyler. Ümmî olan Hz. Peygamber’in ilahî mesaja şiddetle ihtiyaç duyulduğu bir devirde geldiğinin ve bu ilahî dayanağın Kur’an ile Allah tarafından karşılandığını ifade eder. Büyük İmam, akla kendi alanının hakkını vererek akıl-nakil çatışmasını ortadan kaldırır. Aklın alanı içinde istidlal ve tahlillere önem verirken, sem’iyyat konularında nakli sıkça kullanır. O, eskiye bağlı kalırken yeni bir sistem ortaya koymuştur. İmam Mâtürîdî, tefsirin Kur’an’ın ilk muhataplarına (Sahabîlere) ait olduğunu söyleyerek, ondan sonrakilerin çalışmalarının tevil olduğunu söyler ve kitabına Tevilat-ül Kur’an ismini verir. Buna göre tefsir tek hükme bağlı iken tevil birden fazla mânâya kapı açan bir fikrî işlemdir. (Bekir Topaloğlu, DİA, Mâtürîdî maddesi, 28. Cilt, s. 157) Takipçileri olarak Pezdevî, Ebul Muin Nesefî, Nureddin es-Sâbunî gibi âlimler zikredilebilir. Hakim es-Semerkandî fikir arkadaşı bir akranı olarak bilinir. Mâtürîdî, insana irade ve davranış hürriyeti tanımayan Cebriyye ile ilahî kudret ve iradeyi kısıtlayan, aslah teorisiyle Allah’a mecburiyet ve mükellefiyet yükleyen Mutezileyi eleştirir, fiilin yaratma olarak Allah’a, fiil ve kesb açısından kula nisbet edileceğini söyler.”
İmam Mâtürîdî’nin anlatıldığı sempozyumda şahid olduğum bazı garipliklerden ve itikatsızlıklardan bahsedeceğim. Tabiî sunumunu objektif verenler de oldu. Onlara da yer vereceğim. Tasavvuf hocası bir konuşmacı (Süleyman Demirel Üniversitesi’nden Prof. Necmeddin Bardakçı) İmam Mâtürîdî’nin Marifet Anlayışı’nı anlatırken “bu adam ne tasavvufu anlamış, ne İmam Mâtürîdî’yi anlamış” dedirtti bize. İslâm ölçülerini aklî yöntemle de takviye etmeyi amaçlayan Kelâm âlimlerinin ve İmam Mâtürîdî’nin, bilginin kaynakları arasında ilhama yer vermemesi, ilhamı veya tasavvufu inkâr etmesi mânâsına gelmez. Bilakis akıl yöntemine bağlı Kelâm ilmi de ilhamın kullanılmayacağını ifade eder. “Evliyanın kerameti haktır” sözünün bir Kelâm ilkesi olduğunu da hatırlatalım. İslâm kalbin yoludur ve gönül yolunda ilhamın yeri vardır. Ancak kişi bunu şerî ölçülere göre kontrol etmelidir. Yoksa herkese göre bir din anlayışı ortaya çıkar ki, bugünkü bir kesim ilahiyatçıların kendi kafalarına göre ve hiç bir rehber (mezhep, din büyüğü) tanımadan düştükleri açmaz bunun bir başka çeşididir. Çünkü, akıl sayısınca yol vardır. Bu oturumda bir dinleyicinin dediği gibi “Müslüman aklı ile kâfir aklı bir olamaz.” Müslümanlardaki akıl farklılığı mevzuu ise, İslâm’ı özümseme, ölçü ve endaze sahibi olma ve kalb temizliği gibi hususların ihmalinden kaynaklıdır. İmamlara bağlanmanın kıymeti de burada ortaya çıkar.
Merhum Bekir Topaloğlu’nun “Ehl-i Sünnetin çağımızda inşaı” geleneğini sürdüren, takdir edilecek bir çalışma olan Tevilatü’l-Kur’an tercümesinin başında olan Yusuf Şevki Yavuz, konuşmacı Necmettin Bardakçı’ya Mâtürîdî’nin ilhamı neden bilgi kaynakları arasında saymadığı konusunu eksik anlattığını söyledi. İmam Mâtürîdî, bilginin herkes tarafından tecrübe edilecek bir olgu olmasını istediği için özel bir tecrübe olan ilhamı herkese şamil bilgi olarak görmez. Zira insanlar şahsî olarak tecrübe edebilirler ama başkasına delil olmaz demek ister.
Yine dinleyicilerden biri, “zamanın değişmesiyle hükümler değişir sözü yanlış anlaşılıyor. İslâm’da ‘değer’ değişmez, ‘olgu’ değişir. Hüküm değişmez, hükmün taalluku değişir. Vaz’î hükümler ve teklifi hükümler değişmez.” dedi.
Konuşmacı Fatma Günaydın ise “Mâtürîdî’nin Nübüvvetle İlgili Teorisi” sunumunda tartışmalı mevzuları güzel hülasa ediyor:
“Allah âlemi boşuna yaratmamıştır ve hikmeti gereği peygamberler göndermiştir. İnsanın menfaati için emr ve yasaklar (vahiy) vardır. İnsanın varolması için emr ve yasaklara ihtiyaç vardır. Akıl ve vahiy çatışmaz. Mümkinat âlemde vahiy lazım. Zira akıl her şeyin küllî bilgisine vâkıf olamaz. Ayrıca saf akıl ve ortak akıldan bahsedilemez. Nübüvvet hevayı azaltır, akla değer verir. Nübüvvet, akılların göreceliğine karşı gereklidir, yardımcı ve yol gösterici olarak akla da lütuf olur. Akıl vazgeçilmezdir, vahyin vahiy olduğunu anlar. Mâturîdi’nin aklı, aşkın olanla savaş hâlindeki “modern akıl” değildir. Mâturîdi, “peygamber ahlâkı ve şahsiyeti mucizedir” diyor. Mutezîle ise, “sadece Kur’an” diyor. Eşarîler ise, “hem Kur’an, hem peygamberden gelen mucizevi davranışlar” diyor. Mâtürîdî, “Allah Resûlü’nün doğumundan ölümüne kadar hayatı bir mucizedir, şahsiyeti ve fizikî özellikleri mucizedir” der. (Tevilat. V. s.12) Hz. Ebubekir, Kur’an yokken Hz. Peygamber’e hemen inanır, çünkü şahsiyetine inanır. Mâtürîdî, peygamberin fizikî özellikleri ve şahsiyetine “cevher” der. (Kitabü’t-Tevhid s.314)
Fatma Günaydın hem günümüz akılsızlarını tenkid ediyor, hem de usulü gösteriyor: “Akıl, vahyin otoritesini kabul etmeli. Hangi akıl, hangi vahiy bilinmeli. Peygamber ahlâkı üzerinden nübüvvet ispatı yapmalıyız. “Seküler ahlâk ve akıl bize yeter” diyorlar. Biz ise ahlâkî bir duruş sergilemeliyiz.”
Sempozyum boyunca şu nokta da dikkatimi çekti. Mâtürîdî diyorlar ama “mezhep imamımız” demiyorlar. Sempozyumu izleyen Baran dergisi çalışanları da duymamış. İlmî ve tarafsız olacağız diye bertaraf olacaklar. Yalnız Ümraniye Belediye Başkanı Hasan Can, “Türk dünyasının itikaddaki mezhep imamı olan Ebu Mansur el-Mâtürîdî’nin hayatı” diye bahsetti.
İslâm ilimleri bir bütündür. Tefsir, Hadis, Fıkıh ve Tasavvuf birbirinden ayrılmaz. Esasta birdir, teferruat ve ihtisaslarda ayrılık vardır. Onun için herhangi bir ilim ehlinde tasavvuf zahir olmuyor diye, onda tasavvuf yok, diyemeyiz. Yine birinde tefsir veya hadisçilik zahir olmuyor diye onda bunlar yok diyemeyiz. Bu mevzuyu İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu çok güzel formüle ederek ve zahir-batın uyumunu göstermiştir: “Zâhir hissesiyle bâtında tecelli edenler ve batın hissesiyle zahirde tecelli edenler.” Kim İmam-ı Azam veya İmamı Mâtürîdî’de batın hissesi yoktur diyebilir ki? Keza kim İmam-ı Rabbanî veya Muhyiddinî Arabî’de zahir hissesi yok diyebilir ki?
Sizi üzecek şeyler de nakledeceğim. Mâtürîdî Sempozyumu, Değerlendirme (Kapanış) oturumundaki reformist zihniyette üç kişiden bahsetmek istiyorum: Sönmez Kutlu, Ali Bardakoğlu, M. Sait Yazıcıoğlu.
Sönmez Kutlu şöyle der: Mâtürîdî illa da akıl, illa da akıl demiş. İslâm’ı belli döneme, belli şahsa inhisar etmemeliyiz. Mâtürîdî bugünün sorununu çözemez, yeni Mâtürîdîler gerek. Mâtürîdî’yi bugüne taşıyıp yöntem yenilemesi yapmak gerek. Mutezîle’yi kaybetmekle çok şey kaybettik. Mâtürîdî, tevil ve semantik ile dinî düşüncede çoğulculuğun yolunu açarak tekfirin yolunu kesti.
Reformist fikirleriyle tanınan Sönmez Kutlu’ya kısaca cevap verelim: Dinî esaslarda ve fıkhî hükümlerde çoğulculuk olmaz. Temel kabullerden sonraki farklılıklar ise rahmettir ve bunu ilkeleştiren ve tekfircilik yapmayan ise mihne hâdisesinin müsebbibi Mutezîle değil, Ehl-i Sünnet vel Cemaat anlayışıdır. Sönmez Kutlu’nun kabul etmediği ise Hak yol Ehl-i Sünnettir.
Ayrıca, İmam Mâtürîdî “illa akıl, illa akıl” demiyor. “Bu iş akılsız olmaz” diyor ve ilave ediyor, “akıl vahye tâbi olmalı.” Sönmez Kutlu ve yandaşlarının “Mâtürîdî” vurgusunda vahiy ikinci plânda kalıyor ve bu ise dinin reisi unvanlı İmam Mâtürîdî’ye bühtan oluyor. İmam Mâtürîdî’nin çerçevelediği itikadi ölçüler bugüne de hitap eder, o ölçülerin devri geçmez. “Yeni Mâtürîdîler” ise Sönmez Kutlu’nun zannettiği gibi yeni itikadî ölçüler mânâsına olmaz, ancak yeni ulema mânâsına olabilir. İtikadî ölçülere ve dinin esaslarına saldıracaklarına, yeni alanlara yeni yorumlar getirseler, dindeki gizlilikleri açık etseler, cehdlerini buna verseler daha iyi olmaz mı? Ama reformist ve mihraksız akıl inkar ve fesat çukurlarına yuvalanmaya yol açar.
Bir Mutezilî profili çizen Ali Bardakoğlu ise, hem de İmam Mâtürîdî Sempozyumu’nda içini şöyle kusar: İtikadda bir imamın ne anlama geldiğini bilmiyorum. Kabirde Münker-Nekir melekleri sorduğunda, İmam-ı Azam, İmam-ı Mâtürîdî mi diyeceğiz? Mâtürîdî’nin bir açmazı Mutezilî’ye karşı oluşudur. Mâtürîdî, halk-ül Kur’an ve kulun fiiileri mevzuunda içinden çıkılmaz yola giriyor. İnsan kendi fiillerinin yaratıcısıdır. Yoksa birey yok ediliyor, kör Cebriyeye gidiliyor. İmam Mâtürîdî’nin “sen de haklısın, sen de haklısın” demesi çözüm getirmemiş. Sebeb-sonuç ve adetullahı keşfedemeyen İslâm dünyası ilerleyemez. Kelamcılar Mutezîle ile siyasî polemiğe girmiş Mutezîle’ye karşı olmuş. Ehl-i Sünnet, Mutezîle ile polemiğe girerek kendisi çok farklı mecraya girmiş oluyor. Sönmez hoca benim fikirlerimi söyledi. Mâtürîdî tarihimizden bir kesittir. Onu kutsal kitap gibi almayalım. 21. Yüzyılda Müslüman’ın akidesini, fıkhını ayrı ayrı konuşmalıyız.
Aslında bunlar Mutezilî de olamaz. Zira Mutezilî olmak da bir sistem bütünlüğü içinde akli bağlılık icap ediyor. Bunlar başıboş, mihraksız akıl ile her gün farklı bir şeyler söylemeyi “ilmîlik” kabul ediyorlar. Ve birbirlerini çelen yanlarına ve tutarsızlıklarına hiç bakmıyorlar, tefekkür etmiyorlar. “İnancın ve bağlı olduğun sistem ne?” diye sorsan cevap veremezler.
Üç kafası karışıktan üçüncüsü Said Yazıcıoğlu ise yer yer doğruları ifade ederek koroya şöyle katılır: Bin yıl önce yaşayan bir bilginin bugünü etkilemesi önemli husustur. Ali Bardakoğlu’na sonuna kadar hak veriyorum. Önümüze kırmızı çizgiler, mayınlı araziler çıkarıyorlar. Ama cesurca söylemeli. Panellerden kişiler kovuluyor. Nasıl bir şeyler üreteceğiz? (İman Sempozyumu’nda Kur’an’a zıt görüşlerinden dolayı konuşmacı listesinden çıkarılan İhami Güler ve Ömer Özsoy’u kastediyor.) Yaratma kelimesini kullanabiliriz. Allah’a ait yoktan var etme mânâsında değil. “Mâtürîdî nereden çıktı?” diyen anticiler de var. Hemen bir şeyin karşıtı çıkar. Bunları anlamak da mümkün değil. FETÖ’cülere panzehirdir Mâtürîdîlik. Ulu bir kişinin eteğine yapışarak kurtulmak ham hayaldir. Herkesi kendi fikirleri kurtarır. Bir siyasetçi gelip her şeyi çözüp bizi de kurtaramaz.
Bu üçlü şimdi FETÖ’yü eleştiriyor; ama dikkat edin FETÖ sapkınına zamanında ses çıkarmayan ve hatta yol veren bunlardır. Ehl-i Sünnet itikadına musallat olan bu zevattan FETÖ’ye karşı bir açıklama duydunuz mu? Ancak 15 Temmuz’dan sonra çark ettiler, FETÖ karşıtı kesildiler.
Üç kafadarın konuşmalarında birbirini referans gösterme hususundaki titizlikleri dikkatinizi çekmiştir. “Kişi sevdiğiyle beraberdir” hesabı birbirlerine bağlılar ve destekliyorlar. Bizim Müslüman camia ve sahih cemaatlerde bu kadar bağlılık ve destek yok diyebiliriz. Gerçi eskisine göre çok iyi ve en son 15 Temmuz’da bu dayanışmanın örneği verildi ve meyveleri de devşirildi. Bundan sonra da devam etmesine dair azim oluştu. Böyle milletin ruh köküne aykırı seslerin ise Türküyle, Kürdüyle, Anadolu’nun Müslüman ahalisinde bir tabanları olmadığını, Şer’î şerif nezdinde bir meşruiyetlerinin bulunmadığını ifade edelim. Şunu da ilave edelim ki, din büyüklerine ve mezhep imamlarına dil uzatan bazı ilâhiyat hocaları öğrencilerinden bir saygı bekliyorlar mı? Çünkü öğrencileri hocalarının geçmiş ulemaya karşı tavırlarını görüp “ben de size niye saygı duyayım ve itaat edeyim” diye düşünebilirler.
Yazıcıoğlu’nun konuşmasından anlaşıldığına göre, iman sempozyumunda tepkiler üzerine iki modernist reformistin listeden çıkarılması onları korkutmuş.
Şu yanılsamaya da dikkat çekmek istiyorum: Akademisyenlerin bilimsel çalışmalarının sonunda veya bir toplantıda yaptığı yorumlar ilmî değil, o kişinin sübjektif değerlendirmesidir. Ancak “indî” görüşlerini “ilmî” diye sunmak çoğunun işine gelmektedir. Tıpkı bilimcilik felsefesinin (sayntizm) bilim demek olmadığı gibi. Hakikatin yakalanması hususu ise, ilmî çalışmalardan sonra veya doğrudan, Allah’ın kalbe verdiği ilham ve feraset mevzuudur. Öyle ki materyalist ve kuru akliyeci ilim çevreleri inkar etse bile, onların yorumları tercihleri ve varsa bir sistem kurma çabaları bile nesnel değil, özneldir. Ruhî çabaya dayalıdır. Bu arada Kur’an’dan hatırlatalım, şeytan da ilham verir ve buna “vesvese” denir. “Ölçülendirme ölçüleri” olmayanlar, hiçbir büyük tanımayanlar nefsiyle beraber şeytanın vesvesesine açık olurlar.
Sempozyumda bazı öğrencilerle de konuştum. Hocaları bunların kafalarını epey karıştırmış anlaşılan. Sanki putlaştıran varmış gibi, “İmam Mâtürîdî’yi putlaştırmayalım!” diyorlar, ancak kendi akıllarını putlaştırmaktan geri kalmıyorlar. Bunu da “ilim ve akıl” kalıplarıyla yapıyorlar. Sığ düşünce ve had bilmemezlik o kadar yaygın ki, mezhep imamı müctehid imamlarla kendi aklımız arasındaki fark idrak edilmediği gibi, herkes kendi aklına göre giderse akıl sayısınca dinin ortaya çıkacağı da hesaplanmıyor-akledilmiyor. Allah cümlemize akıl, fikir, izan versin.
Suyun başında hâlâ bu kafası karışık ve gönlü kasvetliler olduğu ve Hak Ehli’nin sesi gür çıkmadığı müddetçe biraz daha işimiz var demektir. Onlar bu milletin gönlünde tutunamazlar; ama kafa karıştırmaya ve takoz olmaya devam ederler. Akademik mânâda bir sistem de kuramazlar. Bol bol çam devirirler. Modernizm ve CHP zihniyetinin İslâm’a takoz olması misali ve esasen Batı akliyeciliğinden mülhem ve Kemalist düzen imalatı olan tiplere karşılık, sahih imanlı ve ehil insanlar da vardır. Her devirde Hakkı savunanlar olmuştur ve olmaya devam edecektir. Büyük Doğu-İbda İslâm’a muhatap anlayışı ise bütün sapkın fikirlere karşı panzehir niteliğindedir. Çağın meselelerine İslâmî çözümler sunan, müctehidlik değil mütefekkirlik vasfı ile bunu yapan Necip Fazıl’ın İslâm kaynaklarından süzülme hikmet, incelik ve estetik plânı başa alan İdeolocya Örgüsü dikkatle incelenmelidir. “Üstad akademisyen değil!” gururunu bırakıp, hikmet ve ilim gözüyle tahlil edilse, birçok kafa karışıklığı ve gönül bulanıklığının giderildiği görülecektir.
Artık sular (Batı da dahil) materyalizme ve kuru akliyeciliğe değil, iman ve ona bağlı akla doğru akmaktadır ve İstikbâl İslâm’ındır! Bunu lafta değil, hal ve icraatta yansıtan iman ve aksiyon ehlidir ki, istikbâli yakın edecek, hakkı ve adaleti tesis edecektir. Saydığımız bazı olumsuzlukların, tepki olarak, olumlu faaliyetlere yol açacağı gibi kuru kuru İslam demeyle ve kuru sofulukla değil, iman ve amel (aksiyon) ile.
Baran Dergisi 617. Sayı
08.11.2018