İBDA, yeni bir dünya görüşü, yeni bir dil ve anlayış olduğu için anlamakta önce zorluk çekilir, bu çok tabiîdir. Çünkü yeni bir dünya görüşünün kendine has dili, diyalektiği ve kavramları ele alış tarzı vardır. İBDA, bu özelliği ile bizlere yeni bir “şuur süzgeci” verir.
Mevcut düzenin düşünce kalıplarıyla İBDA’yı anlayamayız. İBDA Fikriyatını değerlendirmeye tâbi tutamayız. Hâkim düşünce yapısına göre, sistemlerin kapitalist komünist; demokratik, totaliter; ya da ferdiyetçi cemiyetçi şeklinde tasnifi, elde bütüncül bir değer ölçüsü olmadığı zaman, keyfi kategorileştirmeler sınıfına girer.
İBDA, Batı tefekkürü ve İslâm Tasavvufu arasında kanatlarını açan Büyük Doğu ekolüne tamamen bağlı ve onu kendine has dil ve diyalektiği ile geleceğe taşıyan sistemin adıdır… Onun için BD-İBDA bir ve aynı bütünün iki ayrı kanadıdır. Biri “nasıl”, diğeri “niçin”in davası.
Fıkhın, fehm-anlayış mânâsını ve kişinin leh ve aleyhindekileri bilmesi şartını düşünürsek, BD-İBDA İslama Muhatab Anlayışının da İslâm fıkhı ve zarurî anlayışımız mânâsını anlarız. Yoksa içteki ve dıştaki sapık fikirlere açık hale gelir, Ehl-i Sünnet mezhepler ve tasavvufa bakışın ölçülerini yitiririz.
Çağımızda meselelerin karmaşıklığı ve İslâmî anlayıştaki dağınıklık karşısında insan ve toplum meselelerini İslâmî açıdan çözecek bir sistemin ortaya konması zaruret olmuş ve bu ihtiyaç Necip Fazıl’ın Büyük Doğu ideolojisini doğurmuştur. Ve “mütefekkir yetiştiren mütefekkir” olarak da baş öğrencisi Salih Mirzabeyoğlu’nu yetiştirmiştir, İBDA da bu ihtiyaçtan zuhur etmiştir. İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun derdi filozofluk, yazarlık, siyasî ikbal vs. değildir. Kurtarıcı fikir ve yepyeni bir İslâmî zuhur, bunun fikirde ve fiilde tahkimi, tahkiyesi ve düzenidir. Ahir zaman ve mehdilik misyonuna da denk gelen bir devrede İslâm stratejisi ve aksiyonudur İBDA. “Yenilenen ne?” ve “yenileyen ne?” suallerinin de cevabıdır.
İBDA, hegomonik ve emperyalist sistemlere karşı sistemli ve alternatif tek dik duruşu temsil eder ve bundan dolayı ne pahasına olursa olsun imha edilmesi gerekir gözüyle bakılırken, içimizdeki Batı aklıyla düşünen İslâmcı ve lâikperestlerin düşmanlık ve hasetlerini çekmektedir. Bütün bu olumsuzluklara rağmen, “zamanı gelmiş bir fikri engelleyecek hiçbir güç yoktur.” Zira çağımızın yönlendirici ilkesi BD- İBDA’dır.
BD-İBDA her şeyi kendisine nisbetle anlayacağımız doğrulayıcılık mihrakıdır, İslâmî ölçülere doğru bakışın “ölçülendirme ölçüleri”dir. İslâmî ölçüler yerli yerinde ama biz onlara doğru bakıp, doğru algılayabiliyor muyuz? Bu hayatî sual ve ihtiyaç için doğan İBDA, dışımızdan gelen propaganda ve telkinlere karşı da bizim için koruyucu kalkan ve mihenk taşı vazifesi görür. Onun için İBDA’yı iyi özümsemiş İBDA’cılarda kafa karışıklığı ve sahtelik olmaz. Değişen şartlar karşısında sağlam ve dik duruşunu korur, rüzgârgülü habire yön değiştirmez.
Dil ve Diyalektiktiği anlayıştaki dağınıklık içinde hiçbir şeyi yerli yerine oturtamıyoruz. Onun için iç âlem düzenimiz kasırgadan çıkmış bir kasabayı andırıyor.
İBDA’yı anlayabilmek için İBDA’da yoğunlaşmak, İBDA’nın istediği forma girip, akıl ve ruh kanatlarıyla İBDA’ya yoğunlaşmak gerek ve bağlantıları kurabilmek gerek. Çünkü sistem bütünlüğü söz konusu. Teori ve politika ayaklarını denge içinde götürmek gerekir. Üçüncü cümlede koparsak mevzu körün fili tarifine döner. Mevlüt Koç gönüldaşın Aylık Dergisi Temmuz 2012 sayısında belirttiği üzere, ortada “ne kuyruk kalır ne kanat”.
İBDA, ismiyle müsemma: Eşsiz, benzersiz, misilsizdir. Bağlıları da böyle olduğu, fikri yeterince kavrayıp kuşanabildikleri ölçüde İBDA’yı şahsında parıldatırlar. Bağlılık iddiasında olanlar da derece derece, müminlerin derece derece olduğu gibi. Sempatizan ve taklit seviyesinde olanlar var, tahkim ve tahkik seviyesinde olanlar var, mevzuunda derinleşip İBDA ile bağlantıları gösteren var, malıyla veya canıyla cihad edenler var vesaire. Her şeyden önce şuur seviyesine göre derece olduğunu ve bunun amelle desteklenmesi gerektiğini belirtelim, iman-amel ilişkisi. İslâm, teslim olmaktır ve İslâm kalbin yoludur. Değişmenin ve yenileşmenin merkezi kalb. Kalbleri en iyi bilen ise Allah’tır.
Şunu da bir incelik olarak belirtelim ki, İBDA’cılara bakarak İBDA’yı tanımlamak eksik ve yanlış olur, tıpkı Müslümanların haline bakarak İslâm’ı değerlendiremeyeceğimiz gibi. Üstadın “marka Müslüman” tabirine denk gelen markacı, sathî, taklitçi İBDA’cılar da olabilmektedir. Dayanışmalı fikir oluşumu üzerine gönüldaşlık yerine yandaşlık-cephedaşlık da olabilmektedir. Davayı kendi seviyemizde görmek en büyük edepsizliktir ve “taklit, taklit ettiğini öldürür.”
İBDA, bir seviye belirttiğine ve yeni bir dilin öğretilmesi olduğuna göre, İBDA Külliyatı bir kere okunup kenara bırakılacak kitaplardan değildir. Her şuur seviyesinde gerçekliğin değişmesine nazaran, kendimiz geliştikçe bizi geliştirecek ideolojik eğitim sürecidir İBDA.
Yerimizde sayarsak İBDA bize bir şey vermez. Fikir bizim seviyemize inmeyecek, biz onun seviyesine çıkmak için gayret edeceğiz. Aksi takdirde bir mütefekkirin mektebinden bahsedilemez. Kahve seviyesinde muhabbetlerle ve ideolojik geyiklerle bir ideoloji özümsenemez. Davayı kendi anlayış seviyesine indirmek ve kendi idrak seviyesini davaya maletmek edepsizliktir. Şunu vurgulayalım ki, fikri mükemmel anladığımız iddiasında değiliz. Ama en azından bunun ızdırabı içindeyiz. Öğrendiğimiz ahlâkî ve usûlî ölçü şu: “Doğrularımız İBDA’nın, yanlışlarımız nefsimizindir.”
Okulda derslerimizi geçmek için 4-5 kere notlarımızı okurken, günlerce eve kapanıp yoğunlaşırken, İBDA Külliyatını bir kere o da sathî olarak okuyarak anlamamız mümkün değildir. Külliyatı tekrar okurken daha önce gözümden kaçan nice mevzular olduğunu esefle müşahede etmekteyim. Sınıf geçmek veya herhangi bir amaç için bir mevzu üzerine abanıp defalarca tekrarlarken İBDA Külliyatına bu kadar çabayı esirgememiz kabul edilir bir şey değildir ve İBDA’cılıkla bağdaşamaz. Yoğunlaşmadan anlamanın mümkün olmadığını bütün eğitimciler söylüyor. Üstelik hayatımızı mânâlandıran bir dünya görüşü ve bir hayat tarzı söz konusu. “Yaşamayı fikir, fikri yaşamak bilmek” ölçümüz bu olmalı.
İBDA Külliyatındaki meseleleri anlamakta çektiğimiz sıkıntının bir sebebi de aldığımız klâsik eğitimdir. Akıl ve mantığa dayanan klasik eğitim, ruhu ve mânâyı önemsemiyor, ruhun derinliklerine inmek bir yana hemen kapıyı kapatıyor. Mevcut eğitim sistemi, “insanın varlık sebebi” ve “insanî hakikat” diye bir amaç gütmüyor. Aslında “insan” yok bu eğitim tarzında.
Tasavvufi incelikler bir Müslüman’ın yobaz olmaması için elzem ve ben bunu okuduğum Yüksek İslâm Enstitüsü’nde değil, Üstadın eserlerinde gördüm. Zaten İmam-Hatip ve İlahiyat fakülteleri de pozitif eğitim sistemine tabi. “Tasavvuf Tarihi” dersi de bu açıdan ve akıla uygun hikmetler ve güzel ahlâk sadedinde görülüyor. “Hâl dili”nden uzak sadece “kaal” olarak veriliyor. Şunu da belirteyim ki, tasavvufu üst ölçüler olarak gören İBDA, İslâmî edep ölçülerine son derece riayet ederken, İBDA Diyalektiğinin edep ve ölçüleri yerli yerinde kullanma demek olduğunu da hatırlatalım. İBDA’nın hem bâtın ve hem de zâhir mânâsına geldiğini de…
Düzenin okullarının yanında aile ve çevrenin de “şuur süzgeci” söz konusu… Toplumun şartlandırdığı bir süzgeç var ve toplum istemediği mevzuları şuura çıkarmak istemiyor. Düzen sahiplerince imalat hataları olarak görülen, yeni bir şuur süzgecini kuşanabilen farklı ve öncü kişiler hariç. Kumandan Mirzabeyoğlu’nun “İnsan” kitabında “Dil ve Şuur Süzgeci” bahsinde, üç tabakalı süzgeçten dem vuruluyor ve misallerle izah ediliyor: Dil, mantık ve içtimai tabakalar… Ayrıntısı eserden görülebilir.
İBDA’yı diline pelesenk eden, işi kaşarlığa ve çokbilmişliğe vuran İBDA uzmanı cahiller de var. Aslında İBDA’dan kopmuşlar, tekerleme halinde aynı şeyi söylüyorlar. Kumandanın yeni eserlerini okudukları da şüpheli. Donma ve apışma; yobazlık diyebileceğimiz bir tehlike söz konusu olan.
Dava nezdinde kendimizi eleştirmekten çekinmeyiz. Boy aynamız Büyük Doğu İBDA’dır, başkaları bizim için ölçü olamaz...
Salih Mirzabeoğlu’nun dili, ilim dili mi, şiir dili mi? Fikir dili, önce şiir ve sonra ilim dili olduğuna göre ve “şiir idrakı” “Kur’an idrakı”na basamak olduğuna göre, Salih Mirzabeyoğlu’nda öncelikle görmemiz gereken, “her şeyden önce kelam vardı” hikmetine paralel, samimiyettir. Dil gönlün aynasıdır, gönül ruhun aynası… Salih Mirzabeyoğlu’nun samimiyet ve şiiriyetinde ve fikriyatından tüten mânânın, ruhun derinliklerinden gelen bir varoluş iştiyakı olduğu çok açık. Salih Mirzabeyoğlu “ben kimim?” diye sorarken, arayış içindeki gerçek insan soyuna hitap ediyor ve bizi insan olmaya davet ediyor, kendi oluşuyla kendinden zuhuruyla birlikte. Eserler boyu insan ruhu, hakikatin ne olduğu ve yaşanmaya değer hayatın anlamı sorgulandığına göre, “ Kendini bilen Rabbini bildi” ölçüsü ışığında, ve, safiyet ve samimiyet içinde eserlere bakmamız, anlamamız ve faydalanmamız gerekir.
İnsanın hayvandan farkı dili, düşünceyi ve sembolleri kullanıyor oluşu… İnsan, farklı ve üstün bir mahlûk aynı zamanda birçok âlemi içinde barındırıyor ve bunu kelamla yerine getiriyor. İnsanın kötülüğü bile hayvanın kötülüğünden farklı, çünkü insan, içinde kötülük duygusu barındırıyor. Kumandan dil ve kelimelerle, “kâinat lisanda toplu” hakikati çerçevesinde insanı vahdet ve yaratılış sırrına doğru toplulaştırırken özüne yaklaştırmaktadır. Modernizmin ve dünyanın mimarlarının düşünemediği insanı, yeni bir manevi ideal formüle ederek yaşanmaya değer hayatı bulmasına öncülük ediyor. Siyasî ve ideolojik değerlendirmeler bir yana, Kumandan Mirzabeyoğlu için öz itibarıyla şu söylenebilir: “Varlığını Savunan İnsan.”
İnsan, kendini bildikçe ve böyle bir arayış içine girdikçe Kumadanın savunduğu insanî hakikati daha iyi anlıyor ve orada kendini bulabiliyor. Aslında insanın her eyleminde varlığını savunma var. Siyasî ve ideolojik duruşundan ve hatta son çare olarak başvurulan feda eylemine kadar…
İnsan, birkaç âlemi barındırdığı için ona göre bir dil ve diyalektik kullanımı söz konusu İBDA’da. Psikolojinin büyüklerinden Jung’un müşterek şuuraltı lerine kadar gidiliyor, Batıdan-Doğudan hikmetler işaretleniyor, karşı cepheden de olsa parça doğrulara yer veriliyor. Adler’den, Freud’dan, Hegel’den, Goethe’den, İmam-ı Gazalî’den, İmam-ı Rabbani’den, Muhyiddin-i Arabî’den ve benzeri yerlerden değerler işaretleniyor. Bütün tahliller yapıldıktan sonra işin hakikatine bağlanarak, sentezci bir dil ve ilmi ledün sahibi Salih Mirzabeyoğlu tarafından İBDA Fikriyatı örgüleştiriliyor. Tahlil metodu şart ama, sadece tahlil metoduyla elde edilecek bir misyon değil bu! Üstadın Kumandan hakkındaki tesbitinde olduğu gibi, “ifrat halde tecrit” sahibi olan Salih Mirzabeyoğlu’nun Allah vergisi (vehbî) yanını da görmek gerek, hasetçiliği ve inkârcılığı çeken bir yön de bu olsa gerek.
İBDA’da tekdüzelik yok, zaten insan tekdüze değil ki! Modernizm insanı bir cendereye sokmuş ve onun ruhunu kilitlemiş, insan hep dışına bakıyor içine yolculuk edemiyor. İçine yolculuk edecekse de modernizmin sınırları çerçevesinde ve iç hayatını dışa bağlayarak yapacak. Çağımızın Batıcı sistemleri bunu diyor. Psikolojinin insanın ruhî varlığını esas almayıp tezahürlerini incelemesi gibi; aklı ve ilmi gaye edinerek yapıyor. Mantığa göre “çelişmezlik ilkesi” var, fakat fikir ve hayatta “zıtların birliği” var. Hâlbuki tefekkür ilmin üstündedir ve tasavvuf dahi onun üstünde, Peygamberlik ise onun üstünde… Bunları insan olarak bilmemiz gerekmiyor mu? Bu hakikatlerin insan ve toplum meselelerine yansıması nasıl olacak? İşte bundan BD-İBDA sistemli anlayışı ve tatbik fikri karşımıza çıkıyor. Batıya ve Batıcı sistemlere kuru kuruya karşı olmak değil, düşmanı lif lif eleyerek ve yeni bir sistem geliştirerek yapılan bir iştir BD-İBDA dünya görüşü; estetik planı da başa alarak.
Artık hiçbir şeyin zevki, aşkı, tadı, edebi kalmadı. İBDA Külliyatında, “iman, zevken idraktir” deniyor, anlamıyoruz, çünkü hissedemiyoruz, yaşayamıyoruz. Edeb bile, zorlama ile değil, tabiî olarak yapılan ve zevk duyulandır. Şimdi insanlar ruhî hayatın zevkine varamıyor, şekilde kalınıyor, ibadetlerimiz bile şeklî ve sohbetlerimiz yavan. Kırk sene önce ilk gençlik yıllarımda babamın komşularıyla sohbetini hatırlıyorum, ben bir şey anlamaz ama o ortamdan zevk duyardım. Hâlâ unutamam. Bana komşu amcaların bakışı, ayrı ve değerli bir varlık olarak hal hatırımı soruşları, iltifat edişleri, benim onlara mihnetle değil, minnetle hizmet edişim. Şimdi bunlar yok. Ne acı, belki ben de çocuklarıma-torunlarıma veremiyorum. O eski dedeler-nineler, amcalar-teyzeler kalmadı. O zamanlar ortamda farklı bir şey vardı, samimiyet mi, komşuluk mu, diğergamlık mı, tabiîlik mi bilmiyorum? Şimdi bunlar unutuldu, geyik yapmaya sohbet deniyor. O zamanlar yediğim etin, yumurtanın vs. tadını bile şimdi alamıyorum. Şimdi yapmacık olarak bunları inşa edemezsin. “Ruh çekildi” denilen durum. Sanki İBDA’nın anlaşılmamasında bunlar da etkili. İBDA bizden ruhî bir coşku ve heyecan içinde kendimizi bulacağımız ve kendimiz olacağımız bir fikre vasıtalık ediyor aslında. İnsanoğlu, sanat, dil ve öğrenme ihtiyacıyla insandır. İBDA bize kendi varoluşumuzu söylüyor, öğretiyor, aslında “hatırlatıyor” desek daha doğru olur; içimizdeki değerleri uyarmak istiyor; insanî değerleri ve hakikatleri körelten sistemleri de kritik ederek…
Tatil için gittiğim yaylaların yemyeşil kırlarla kaplı dağlarında, insanlardan ve teknolojiden uzak ve Ramazanda, yaz mevsiminde serin ve soğuk havada, sessizliğin sesini dinler ve yalnızlığın ve Allah’a yakın dağların verdiği imkânla tefekkür eder ve okuduğum veya okuduğumu sandığım, alt başlığı “Erkek ve Kadın” olan “İnsan” kitabını tekrar okurken daha önce birçok mevzu ve incelikleri kaçırdığımı biraz da hayretle fark ettim. Yayla ortamında nadir geçen arabaların egzoz gazının beni rahatsız etmesini dillendirmem üzerine yanımda bulunan eşim, “şehirde egzoz gazına o kadar alıştın ki, bu temiz havada seni hemen rahatsız ediyor” diye halimi izah etti. İBDA Külliyatını da yaylaların temiz havası gibi zihnimize ve gönlümüze yerleştirirsek, İslâm dışı fikirleri de bünyemiz reddeder. Aksi takdirde şehirde egzoz gazlarına alışanlar gibi oluruz ve moda fikirlere kapılır İBDA’nın mânâsını hissedemeyiz bile. Aslında insanî hakikate ve kendimize yazık ederiz.
Entelektüel seviyesi olanlar da İBDA’ya esmiyorlar, rizikosuz alanlarda köşe kapmaya bakıyorlar. Keleş aydın sürüsü, ne Batıyı biliyor ne de Doğuyu anlıyorlar. İBDA’nın fikrî derinliğine nüfüz etmekte sıkıntı çekse de “Salih Mirzabeyoğlu’na özgürlük” çerçevesinde bazı köşe yazarlarının entelektüel incelik ve anlayış belirten yazılarına da rastladık. Şu ana kadar neden susuldu, ayrı dava! Aydın, haksızlıklara karşı tek kişi kalsa bile direnen kişi demek değil mi? Bu tanımlamaya uygun sadece Salih Mirzabeyoğlu’ ndan başka kim var?
İBDA’yı ve birbirinden bağımsız faaliyet gösteren İBDA-C’yi (isteyen kanun içi, isteyen kanun dışını tercih eder ve kendi yaptığından mesuldür) yanlış anlayanlar, hem içimizde hem dışımızda İBDA hakkında yanlış yorumlara sapmaktadır.
Çok katlı anlamlılığı ihtiva eden İBDA... Görüntünün ve gerçeğin de hakkını verirken bunları da aslına irca eden bir anlayışa sahip. Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun B-Yedi’de, Tilki Günlüğü’nde vs. yaptığı budur. Ebcedle de bu yapılıyor, kelimeler bir yana giderken tam tersini haiz bir manada birleşebiliyor. Mezar-kabir derken altın-kadın gibi tam tersi anlamlar yükleniyor. Ruhun derinliklerinden kaynaklanan şeyleri isimlendirmek zordur. İsim-resim farklılığıdır bu. Kumandanın eserlerinden anlayamadığımız noktalar bunlardır. Ruhun derinliklerinden geldikçe mânâlar latifleşiyor. Hayatın hakikati de ferdî hayatta, ferdî hayat ise ruhî hayatta… İBDA bizi ruhî hayatımıza, aslımıza çağırıyor; ünsiyet ve sembol diline girmek ve bilmeyi bilici olmak… Her şeyden önce “ben kimim?” sorusu çevresinde oluş ve anlayış ıstırabı duymak lâzım. İnsan isek ve insan olma hakikatimizi arıyorsak…
İBDA; selâmıyla, fikriyle, kitap dizaynıyla (bölüm aralarına “levha” demesine kadar) her şeyiyle orjinaldir. Zaten İBDA kelime olarak, “benzersiz oluş” demektir.
İBDA, tekerleme olarak ve sloganda kalacak bir fikriyat değildir. Onunla kendimizi yenileyeceğimiz, yenilik katacağımız “sır idraki”dir. Fakat maalesef İBDA’yı papağanvari tekrar ediyoruz. İBDA havuzunun suyunu yenileyemiyoruz ve aynı havuza girip çıkıp kirletiyoruz. Bir misal: Kumandan Mirzabeyoğlu yıllar önce bir yazara yönetmene olumlu bir atıfta bulunduysa, bizde İBDA’cılar olarak devamlı aynı ismi tekrarlıyoruz; kendimiz bir şeylerden haberdar olup ortaya yeni bir isim koyamıyoruz.
Bu mevzularda aynı ıstırabı paylaştığım Mevlüt Koç gönüldaşın, Salih Mirzabeyoğlu’ndan le aktardığı şu tesbitle yazımı noktalamak istiyorum: “İnsanın hayran olduğu birini anlayamaması, gerçekten çok acıklı.”
Baran Dergisi 296. Sayı