Dava ve mücadele özelliklerimizden biri de “ben” davasıdır. Nefsaniyet, enaniyet olan “ben” ile, Şeri mesuliyete muhatap olan “ben” ayrı ayrıdır. Bizim konumuz ikinci “ben”dir.
İmam Rabbani hazretleri ikinci bin yılın yenileyicisi olduğunu, manaları yerli yerine oturduğunu açıkça söyler. Kendi müceddidliği bahsinde şu şiiri zikreder.
Allah’a ne zorluğu olur.
Alemi bir şahsa doldurur. (1)
Hazreti Yusuf göreve ben diyerek talip olur, davası için mesuliyet yüklenir.
Tarihi, “fert”ler yapmıştır. Kendine inanmış bir misyon sahibi “ben”ler toplum meydanına atılmış, toplulukları gittikleri yoldan başka bir yola çağırmış ve bin bir türlü eziyet ve işkenceye rağmen muvaffak olmuşlardır. Tarih ve toplum o fertlere teslim olmaktan başka bir yol bulamamıştır. Tarih, tankı tüfeğine, ordusu ve askerine rağmen tek başına toplumları esir almış kahramanların zaferiyle doludur. Tarihi onlar yazmışlardır. Misalleri saymakla bitmez. Batıda ve Doğuda birçok örneği vardır. Üstad Necip Fazıl’a baktığımızda tek başına ortaya fırlamış ve inkılapçı bir nesli yoğurmuştur.
Kişi “ben” sorumluluğunu yerine getiriyorum diyebilmeli veya kendi adına bunun gayretini göstermelidir. Yoksa, misal olarak; herhangi bir şey olduğu zaman kendi sorumluluğunu ikinci plana atıp “biz Müslümanlar” lafına sığınmak korkaklık olur. “Ben varım” diyemeyen kişi, “ortada kimse yok” bahanesine sığınamaz. Halbuki herkes “ben varım” diyebilme şuurunu gösterse ortada birçok “ben” lerden oluşan cemaat-topluluk olacaktır. Yani cemaat önce “ben” diyebilmekle olur. Ölümden sonra öte dünyada herkes fert fert hesaba çekilecek. “Gelin Müslümanlar, şunun hesabını verin” tarzında umumi bir sorgulama olmayacaktır. Yalnız doğup, yalnız öldüğümüz gibi yalnız hesaba çekileceğiz. Fert olarak sorumluluğumuzdan kaçıp İslam kelimesinin arkasına sığınma mesuliyetsizliği değil, mükellefiyetini gösterici “ben” diyebilmek; mensubiyet içinde “ben” olarak var olmak zorundayız. Birşeye mesup olmak ve bağlanmak “ben” sorumluluğundan bizi azad etmez. Veya “ben” diyebilmek için hiçbirşeye mensup olmamak tavrı da olmaz. Mensup olduğumuz ve inandığımız fikir için “ben” demek şiarımız olsa gerek.
Kendileri bir mana ve aksiyon ifade edemeyen sözde Müslümanlar, enaniyet olur diye “ben” demekten sakındıkları iddiasıyla suret-i haktan görünüp; bir mana etrafında “ben” diyenlere de karşı çıkarlar. İslam davasına; “ben” diyen, “Ben varsam davam da vardır” diyen Müslümanlar lazım. Ben demek için başkalarının ortaya çıkmasını bekleyen değil. Bir Alman subayı: “Ben yaşıyorsam Almanya yaşıyordur” der. “Ben” diyen değil “ben” diyemeyen sorumludur ve suçludur.
Biz böyleyiz, biz şöyleyiz diye başlayan eleştiriler sorumluluğu fertten kaldırıp hiç kimsenin üzerine alınmayacağı toplumun üzerine yıkmak gayesi taşır. Biz böyleyiz diye eleştirildiği için zaten biz böyle oluyoruz. Yoksa bu soruyu toplumdan önce herkes kendi nefsine sorsa idi biz böyle olmazdık. Fert olarak sorumluluklarımıza sahip olunsa zaten toplum da buna uygun olacaktır. Toplumun fertlerden meydana geldiğini ve fikir sistemimizin bir yanının da ferdiyetçilik olduğunu unutmayalım. Önce fert olarak ve sonra da toplum olarak “olunur.” Toplumları oluşturan fertlerdir. Toplumun da ferde etkisi vardır. O da ayrı bir gerçek.
İnancımıza yönelik bir saldırı olduğu zaman etrafımıza bakmadan fert olarak mesuliyetimizin gerektirdiği tepkiyi gösteremiyor sonra da etrafımızda suç buluyorsak bu nefsi avutmaktan başka bir mana taşımaz.
“Kendinden zuhur” davası “ben” diye ortaya çıkabilen şahsiyetli fertlerin davasıdır. Onlar “kendinde zuhur”u nefsinde gösterenlerdir. “Kendinden zuhur” islama muhatap anlayışın seviyesinde tecelli etmek sorundadır. İslama muhatap anlayışta “kendinde zuhur” vardır. “Ben” diyebilme şerefine erenler “kendinden zuhur”u gerçekleştirebilenlerdir.
Aşağıdaki satırları Salih Mirzbeyoğlunun, İslam’a Muhatap Anlayış adlı eserinden okuyalım:
“Herkesin insan olma memuriyetinin gereği olarak nefsinin bir hakikatı vardır ve varoluş ferden yaşayan bir hakikattir.”
“İnsan, kendi hakikatini, hakikatin hakikatinde izleyebildiğince hürdür.”
Varolmak için fert olarak hakikatimizi ortaya koymak zorundayız. Bu hakikatimiz, hakikatin hakikati olan Allah ve Resulune uygun olduğunca makbul. Varoluşunu ortaya koymamak ise hiç sahaya çıkmamaktır. Yani peşinen kaybetmektir.
Yüklendiği mesuliyetten (Allahın halifesi olma) ve varoluş veriminden samimiyet içerisinde bahseden İbda Mimarının çilesini değil de nefsini görmek isteyenler, kuru caka “ben” tavrıyle onun “ben” deyişini bir tutmak isterler. Hâlbuki hesap verircesine verimlerini ortaya dökmesi onun samimiyetini ve misyonunu göstermekten başka bir mana taşımaz. Bu, pek görülmeyecek gibi de değildir. Buna rağmen İbda Mimarındaki bu ferdi hakikati görmemezlikten gelmek kendi kör nefslerini tatmin edenlere ait bir özellik olsa gerek. Ortaya varoluş verimini koymamak ve koyanı da kıskanmaktır bu halleri.
“Ben” davası anlaşıldı mı mutlak hakikati arama yolunda “ben” diyen iki fikir ve aksiyon adamı da anlaşılır. Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu…
“Ben” davası Allahın “verdiği nimeti açıklama” görevidir.
Allahın selamı ona ve resûlüne bağlanmakla kendini bulanların üzerine olsun.
Taraf Dergisi 3. Sayı
1 Mayıs 1991