Aşk ve vecdimizi yitirmiş olabiliriz. Bunu tekrar kazanmanın yolları vardır. En başta “istemeyi istemek”i bilmek gerek.
İnsanın yaşama sevinci bir aşktır, varlık çabasını sürdürmesi de aşktır. Öyle ki, aşka karşı olduğunu söyleyenler de eğer intihar etmiyorsa bu aşk ile yaşıyorlar. Zira yaşama ümidini yitiren insan yemek yemeği de bırakır. Ruhî isteksizlik bedene yansır.
Nazi toplama kampında bir müddet tutuklu kalan ve orada edindiği tecrübelerle logo-terapi diye bir psikoloji okulu kuran Yahudi doktor Victor E. Frankl, İnsanın Anlam Arayışı isimli kitabında bu hususu çok güzel izah eder. Toplama kampında ailesine, sevdiklerine, vatanına kavuşmak gibi ümitlerini yitirenlerin tifo ve benzeri hastalıklara dayanamayıp öldüklerini, ümidini yitirmeyenlerin ise hastalıkları atlatıp kurtulduklarını bir doktor müşahedesi ile anlatır. Bu eseri tavsiye ederim. Demek ki, insanın fizikî varlığını sürdürmesi bile ruhî arzuya bağlı. Dolayısıyla aşk, vecd ve bunların temeli olan imân gibi kavramlar kuru söz değil, hayatî unsurlardır. Bu kavramlardan bir şey anlamayanlar ise, içten içe çürümeye başlayanlardır. Kendi çürüklüklerini meşrulaştırmak için etraflarına, “Şimdi bunlara inanan mı var, bırak bu idealleri!” diye menfi propaganda da yaparlar, hastalığını çevrelerine bulaştırmaya bakarlar. Bunlardan uzak durmak gerek!
Bu meselede şöyle bir soru ortaya çıkar. Neye inanacağız, yaşanmaya değer hayat hangisi? Bu soruyu ilk planda cevaplayanlar için ise ikinci soru şudur: İnandığımız veya inandığımızı söylediğimiz dünya görüşüne nisbetle imânımızı ve aşkımızı nasıl diri tutacağız? Bu soruyu şöyle de sorabiliriz: İnandığımızı söylediğimizi pratik hayatımıza nasıl tatbik edeceğiz? Yani “teoride Müslüman pratikte seküler” olma tehlikesinden nasıl korunacağız? Burada ideolocyanın özümlenmesi ve adım adım tatbiki devreye girer. Şuur ve aksiyon birlikte. “Ümit ve aksiyon” yanında en küçük çaplarda bile olsa, idealimize nisbetle aksiyon sahibi olabilmenin tılsımına ermek...
Her şeyden önce pragmatik ve bencillikten uzak olmak, insanı hayvandan ayıran bir vasıf olarak tefekkür etmek ve ondan sonra harekete geçmek gerekiyor. Bencillik ve hedonizmin kutsandığı, menfaat ve nefsaniyet merkezli mutluluk anlayışının ön plana çıkarıldığı seküler anlayışın bir kritiğini yapmak zorundayız! Bu anlayışın gerçekten saadet verip vermediğini muhasebe etmeliyiz! Bu anlayışın dünya saadeti bile veremeyeceğini, mutluluk ve doyum gibi kavramların temelde ruhî olduğunu, bu anlayıştakilerin doyumsuzluğunda da bunun görülebileceğini söylemek istiyorum. Sadece haz ve buna bağlı rahat ve mutluluk anlayışını eleştirmek için söyleyelim ki, bir insan 24 saat baklava yiyemez, 24 saat bülbül sesi dinleyemez. Biz, 24 saat Kur’an veya ideolojik kitap okumaktan da bahsetmiyoruz. İnsanın maddî ve manevî varlığının bir bütün içinde ele alınmasından ve işin esasında ruhî faktörünün belirleyici olmasından bahsediyoruz.
Aşk ve vecdini yitirip gittikçe kurumaya yüz tutmuş gönüldaşlar da var. Eğer böyleleri samimi ve halinden şikayetçi ise (aslında insan tekâmül mânâsında her dâim halinden şikâyetçi olmalıdır) Büyük Doğu-İbda külliyatında rastladığım şu söze kulak vermelidir:
“Şunu bilelim ki, dilenmek, istemek, dilenen ve istenen şeyin meydana geleceğine ait bir müjdedir ve murada ermenin bir başlangıcıdır. Bir aziz şöyle buyuruyor: İsteğin yoksa, isteğin meydana gelmesini iste!”
Üstad diyor, “İnsan bir organının yokluğu gibi aşkının yokluğunu da hissetmelidir.” Önce bunu bilmek ve ondan sonra yukarıdaki azizin duasına sığınmak ve etrafımızda bizi karartanlardan uzaklaşıp imân davası etrafında olanlarla temasa geçmek ve bu dahi mümkün olmazsa gönül sarayımızda imân coşkusunu diri tutmaktır esas olan. Zira gönül gerçekten severse dünya umurunda olmaz. Bazı olumsuzluklar ve bahanelerin arkasına sığınmaz, kınayıcıların kınamasına aldırmaz. Ancak, önce eksikliğimizi tesbit etmeliyiz. Şah-ı Nakşibend Hazretleri buyurdular:
“Her şeyden evvel, hasta ve mâriz olan kimsenin, halini bilmesi ve deva istemesi, sıhhat bulmak için şarttır.”
İnsan, basit şeyleri de sevebilir, hatta tutku ile bağlanabilir. Onun için sevmenin hakikatini de bilmeliyiz. Sevginin hakikati, Allah'ın “Sevgilim” diye hitap ettiği Kainatın Efendisidir. O, aynı zamanda varlığın nurudur, imân neşesi ve coşkusunun kaynağıdır. Aslında inanılsın yahut inanılmasın hayattaki bütün sevgilerin kaynağında bu nur vardır. Kutsî hadisteki “Rahmetim gazabımı geçmiştir.” ifadesinde olduğu gibi. Allah’ın “Rahman” isminin dünyada mümin ve kâfir herkesi kapsayıcı olması yanında “Rahim” ismi ise sadece müminlere ahiretteki ikrama dairdir.
Eğer “ayak üstü leş” tabirine denk sadece cüsse taşıyanlardan olmak istemiyorsak, içimizde bir şekilde olan (kendimizi sevme ve yaşama isteği) bu sevginin hakikatine de ermeye bakmalıyız. Bunu araştırmak, sevgimizi aslına bağlamamıza ve diri tutmamıza vesile olur. Zira insan sadece nefsini sever ve sadece dünyalık (menfaat) işlerinin peşine düşerse bu onda manevî tatminsizliğe ve bir müddet sonra bunalımlara yol açar. Günümüzde psikolojik sorunların çoğunun temelinde bu vardır. Gayesini ve idealini bulamamak ve mecrasında akamamak insanı gizliden gizliye veya açıktan açığa rahatsız eder. İnsan, nefsini değil, müteâl-aşkın olanı sevmeye göre yaratılmıştır. Bir kadın sevgisinde de kendi nefsini aşma yönü görülür. Gerçekten âşık olan kişi yemeden içmeden kesilir, sadece sevdiğini düşünür. Onun için bu sevginin makbul tarafı vardır ve “Leyla’dan Mevla’ya” denilmiştir. Hiçbir şeyi sevemeyen insan ise önce kendine baksın, bu hedonizminden kurtulmanın yollarını arasın. Bir çiçek, bir hayvan sevmek ile işe başlasın. Bunların hepsi birer vesile. Hayat da bir vesile, öte hayata ve Allah’a kavuşmaya bir vesile. Ölüm de yok olmak değil, ruhun hurucudur. Onun için bir hadiste “Ölmeden önce kendinizi hesaba çekiniz!” denmiştir. “Ölmeden ölme” sırrına erenler gerçek hayatı yaşayan ve rahat edenlerdir. Bir de, hayatının anlamı olmadan iki ayaklı ölüler gibi yaşamak, cesed gibi bedenini gezdirmek var. Tercih bize aittir.
Baran Dergisi 709.Sayı
13.08.2020