Yazımıza Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl’ın keramet çapında tecelli eden “Ayasofya Hitabesi”nden birkaç alıntı yaparak başlayalım:
“Türk İstiklâl Savaşı’nın temiz ruhuna leke düşürenler, o ruha ve onun müspet temsilcilerine rağmen, kazanılmış bir istiklâli topyekûn tersine çevirme yoluna girmişlerdir.
Sebep? Sebep açık… Dedik ki bütün mânâlar Ayasofya’ya bağlı… Ayasofya’nın kapılarıyla beraber ruhumuzu kilitlediler; ruhumuzu kilitlemek için Ayasofya’yı kilitlediler…
Nasıl bütün yollar Roma’ya çıkarsa, Türk manevî kurtuluş davasının bütün meseleleri de Ayasofya’ya ve onu müzeleştiren ellere çıkar.
Ayasofya açılmalıdır. Türk’ün kapanık bahtıyla beraber açılmalıdır…
Gençler! Bugün mü, yarın mı, bilemem; fakat Ayasofya açılacak!.. Türk’ün bu vatanda kalıp kalmayacağından şüphesi olanlar, Ayasofya’nın da açılıp açılmayacağından şüphe edebilirler.
Ayasofya açılacak… Hem de öylesine açılacak ki, kaybedilen bütün mânâlar, zincire vurulmuş kan revan içinde masumlar gibi, ağlaya ağlaya, üstünü başını yırta yırta onun açılan kapılarından dışarıya vuracak!.. Öylesine açılacak ki, bu millete iyilik etmiş sanılan kötülerle, kötülük etmiş sanılan iyilerin gizli dosyaları da onun mahzenlerinde ele geçecek…
Ayasofya açılacak!.. Bütün değer ölçülerini, tarih hükümlerini, dünyalar arası mahsup sırlarını, her iş ve her şey hakkındaki gerçek miyarları çerçeveleyici aziz bir kitap gibi açılacak…
Allah tarafından mühürlenmiş kalplerin kapısını mühürlediği Ayasofya, yine onların aynı şekilde mühürlemeye yeltenip de hiçbir şey yapamadığı, günden güne kabaran akınını durduramadığı ve çığlaşacağı günü dehşetle beklediği mukaddesatçı Türk gençliğinin kalbine eş açılacak…
Ayasofya’yı, artık önüne geçilmez bir sel, bu sel açacak…
Bekleyin gençler!.. Biraz daha rahmet yağsın… Her yağmurun arkasında bir sel vardır
…
Hepimiz şöyle diyelim, “O selin üstünde bir saman çöpü olsam daha ne isterim”. Gençler, kayaları biçecek, ormanları tıraş edecek ve betonarmeleri söküp götürecek olan bu sel yakındır. Allah, mukaddes zatının ve Resulü’nün dostlarıyla beraberdir.”
Evet; “Allah, mukaddes zatının ve Resulü’nün dostlarıyla beraberdir.”
Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl’ın yıllar önce MTTB’de yapmış olduğu ve ana fikri “Ayasofya açılacak” şeklinde özetlenebilecek olan “Ayasofya Hitabesi”nde söyledikleri, bugün, keramet çapında tecelli etmiştir. “Keramet çapında tecelli etmiştir.” diyoruz, çünkü; 24 Temmuz 2020 tarihinde Ayasofya, hem de has ve hususi ismiyle, yâni Ayasofya-i Kebîr Cami-i Şerîfi ismiyle açılmıştır. Çok şükür! Şükür secdesi vacib olmuştur. Elhamdülillah!
Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl, Doğu ve Batı dünyalarının kavşak noktası olarak gördüğü İstanbul’u cihanın en güzel beldesi olarak kabul eder. Ayasofya’yı da bu beldenin kalbi olarak mühürler.
Ayasofya’nın ta başından beri ne mânâ ifade ettiği, tarihi seyrinde ne tür dalgalanmalara vesile olduğu, ne maksadla ve kimler tarafından sadece bir taş yığını haline dönüştürüldüğü burada uzun uzadıya mevzu edilecek değil. Ama yine de, bu mevzuda sahici bir bilgi edinmek isteyenlere, Üstad Necip Fazıl’ın “Ayasofya Hitabesi”ni okumalarını salık veririz.
Evet, tam 86 yıldır bağrımızda saplanmış paslı bir hançer gibi duran ve her defasında bağımsız bir devlet olmadığımızı yüzümüze her zerresiyle haykıran Ayasofya Camii, Lozan Antlaşması denilen paçavra üzerinden boynumuza dolandırılan yaftanın tarihine de bir gönderme yaparcasına, 24 Temmuz 2020’de muhteşem bir cemaat eşliğinde ve yine muhteşem bir manevî ziyafetle tekrardan vakfiyesine uygun olarak ibadete açılmıştır. Böylelikle, Allah Resûlü tarafından İstanbul’un Fethi ile müjdelenmiş bir nasibin de sahibi, diğer bir ifadeyle de “Kılıç Hakkı” üzerinden Ayasofya Camii’nin bizzat sahibi olarak, “Çağ Açıp Çağ Kapatan Kumandan” vasfıyla temayüz eden Cennet Mekân Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri’nin muradı tekrardan neşv ü nema bulmuştur. O mübarek zâtın vakfettiği şekliyle, “Fethin Sembolü” olan Ayasofya Camii’nin de vakfiyesine uygun olarak tekrardan açılmış olması, 86 yıllık büyük bir belanın da Ümmet-i Muhammed üzerinden def edildiği mânâsına gelir. Çok şükür ki çok büyük bir bela, çok zor da olsa büyük ölçüde defedilmiştir. Ümmet-i Muhammed olarak ne kadar çok şükretsek yine de azdır. Kapatılmasına vesile olanlara lanet, açılmasına vesile olanlara ise aşk, muhabbet ve rahmet! Başta “Mehdiyi Hâmil On Süvarî”nin sonuncusu “Büyük İrşad Kutbu” “Manzur-u Nazar-ı Pîran-i Kirâm”, yani “Keremli Pirlerin Nazarlarına Görünen” lakabı ile ehlince takdim edilen Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’ne, sonrasında ise, “Büyük İrşad Kutbu” tarafından önce cemiyet meydanından çekilip alındıktan sonra, irşad edilip tekrardan cemiyet meydanına sürülen Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl Hazretleri’ne ve hassaten, “İstikbâl İslâmındır” “Mutlak Müjdesi”ne yataklık eden ve bu uğurda, Müslüman bir aydın olmanın da sorumluluğunu yerine getirmek adına dünyayı kendi eliyle kendisine zindan etmesinin yanında, bir de küfür cephesinin Telegram eşliğinde kendisine cehennem hayatı yaşatmaya çalıştığı “Yürüyen Büyük Doğu” İBDA Mimarı Büyük Şahid Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’na ve en nihayet, son yüzyılın en büyük devlet adamı vasfıyla temayüz eden Türkiye Cumhuriyeti’nin on ikinci Cumhurbaşkanı -kanaatimce sonuncusu!- Reis-i Cumhur Recep Tayyib Erdoğan Bey’e ve katkıda bulunan diğer tüm ehl-i imana ne kadar çok dua etsek yine de azdır. Allah cümlesinden ebeden razı olsun ve hayırlı amel defterleri kıyamete kadar açık kalsın. Amin!
Umumi manzara: Her şey çok güzel oluyor!.. Geçmişte, “Her şey çok güzel olacak!” mottosu üzerinden kendisine siyasî rant sağlamak emelinde olanların varlığına şahidlik etmiştik. Evet, nefs azgınlarının hilafına bir şekilde, hakikaten her şey çok güzel oluyor! Bu gibi durumlarda söylenecek söz, “Söyleyene değil, söylettirene bak!” şeklindedir. Nitekim bizler de o günden söylettirene bakmıştık! Allah, her şeye kaadirdir, kadîrdir. Allah, her şeyi hakkıyla bilen, gören ve işitendir. Diğer taraftan, Allah, nurunu tamamlayacak, kâfirler istemese de… Dahası, Allah, dilerse kâfirleri de dinine hizmet ettirir. Bu mevzuda, meselâ Cumhuriyetin kuruluşunda, “Cem-i Ezdad” esprisi çerçevesinde, Ahbes-i Lâin’in varlığından tutunuz da, Korona Pandemisi’ne kadar yol bulmak mümkündür.
Hâlihazırda çok hızlı bir şekilde her an değişen ve gelişen hadiseler çerçevesinde ne söylenebilir? İçinde yaşadığımız yeni zaman ve mekânda, “Yeni insan yeni nizam” neslinin yoğurucularından büyük “İrşad Kutbu” Nakşi Şeyhi Mahmud Efendi Hazretleri, bundan 4-5 yıl evvel Hac’da yapmış oldukları bir sohbetlerinde, artık hadiselerin şiddetinin artacağını bildirir tarzda, meâlen, “Allah bizzat ipleri eline almıştır” müjdeli haberini vermişlerdi.
Evet, bütün bir kâinatta her ne oluyorsa Allah’ın dediği oluyor. Hayır da şer de Allah’tandır. Hâl böyle olunca, Mahmud Efendi Hazretleri’nin yukarıdaki sözünü nasıl okumak gerekiyor? Kuvvetle muhtemel, içinde yaşadığımız yeni zaman ve mekânda, meselâ “Lâ Galibe İllâllah” noktasında, kul iradesi üzerinden yapılması gerekenler Müslümanların boyunu büyük ölçüde aşmaktadır. Allah’ın yol vermesiyle birlikte küffâr o kadar ileri gitti ve azgınlaştı ki, çok açık söylemek gerekirse, adeta Allah’a karşı savaş açmış bulunmaktadırlar. Evet, o kadar ileri gittiler ki, bu gidişle en sonunda “karşı taraf” olacaklardır! Şu mânâda, tersine kerametin de nihai noktası olarak, Allah’ta fani, yani yok olacaklardır. Fıtrata müdahale etmek azminde olup ilâhlık taslamaya yeltenen Şeytanın elçilerini bekleyen akıbet, sadece yok olmaktır. Allah, kendisine meydan okuyan Şeytanın elçilerine, “Ettik size bir oyun!” mutlak ölçüsü ile büyük bir tuzak hazırlamaktadır ve cümlesine Mekr-i İlâhi çerçevesinde cevap verecektir. Tabii doğrusunu yine Yüce Zatı bilir. Bu manzara, Allah’ın mutlak vaadi olan “İstikbâl İslâmındır” mutlak müjdesi ile de doğrudan alakalıdır. Kul iradesi üzerinden yapılması gerekenler, yani “İstikbâl İslâmındır” mutlak müjdesine yataklık eden “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” kâmil mânâda tamam olunca, yani “yapılması gerekenler” “seçilmişler” üzerinden kâmilen yapılınca, bundan sonraki süreç, Allah’ın bahşedeceği mucize üzerinden mânâlandırılırsa yeridir. Efendiler, içinde bulunduğumuz yeni zaman ve mekânda büyük bir mucize gerçekleşmektedir ve bizler, suda yaşayan balık misali suyun ne olduğundan habersiz bir şekilde yaşamaya devam ediyoruz. Allahu âlem!
Osmanlı Devleti sonrası kurulan Cumhuriyet, “Devlet-i Ebed Müddet” mânâsının zâhirden bâtına inişine de delalet eder. Evet; yeni kurulan Cumhuriyet, “Devlet-i Ebed Müddet” mânâsının aziz hatırasına hiçbir hâlel getirmeden, “Cem-i Ezdad” mânâsı çerçevesinde kurulmuştur. Allah’ın iki parmağı arasında olan kalb ve kalb hakikatinde bitişik ruh ve nefs kutuplarından birinden birinin gerçekleştirilmesi çerçevesinde, ruh kutbunun mutlak hakimiyetiyle sonuçlanacak büyük bir nasip üzere kurulmuştur. Ruh kutbunu temsil eden Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri, nefs kutbunu temsil eden ise Kamal (Ahbes-i Lâin) olmuştur! Bu mevzuda “Şeyhefendinin Rüyasındaki Türkiye” isimli eserde geçen rüyanın çok iyi tevil ve tabir edilmesi gerekiyor. Allah Resûlü’nün gölgesi keyfiyetini haiz bir zaman dilimi olması hasebiyle, Efendi Hazretleri’nin varlığı ve Ebu Cehil’in gölgesinden bir nişane olarak da anlam kazanan Kamal’ın (Ahbes-i Lâin) varlığı, süreç içerisinde Hazret-i Mehdi Aleyhisselâm ve O’nun karşısında Deccal Komitesi’nin varlığı ile de büyük ölçüde örtüşmektedir. “Mehdiyi Hamil On Süvari”nin ilki olan İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nden süvarilerin sonuncusu olan Efendi Hazretleri’nin daimi zikirleri arasında, meselâ Eyüp Sultan Camii’nden Kaşgarî Dergâhı’na çıkana kadarki zikrinin “Ahbes’e lanet!” olması, büyük önem arz ediyor. İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin nefs için niçin kâfir dediğini de yine bu çerçevede değerlendirmek icab ediyor.
“Mehdiyi Hâmil On Süvari”nin sonuncusu Efendi Hazretleri olduğuna göre, “Normatif şuur hatası” olma ihtimalini de hesaba katarak söylersek, Efendi Hazretleri’nin uzayan gölgesi hâlinde Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl onbirinci, Yürüyen Büyük Doğu: İBDA Mimarı ise onikinci “Süvari” olarak kabul edilebilir. İBDA Mimarı’nın, özellikle de “Ölüm Odası” isimli eserinde “Rüyada gelen mânâ” hâlinde sıkça yer verdiği “12 sığır yavrusundan biri mucize beyanıdır!” sözünü burada hatırlatmak isteriz. Bu hikmete şunun için değinmek ihtiyacı duyduk. Bir kere, Ahbes-i Lâin’den sonra, “kötüden iyiye doğru gelmek” mânâsını mündemiç son halka hâlihazırda 12. Reis-i Cumhur olarak bizzat Recep Tayyib Erdoğan Bey tarafından temsil edilmektedir. Nefsi temsil eden rejimin zâhirden bâtına inmiş olduğu düşünüldüğünde, yok olmak mânâsına Allah’ta fani olmak gibi büyük bir nasibe de konmuş olmaktadır. Bu durum, “mânâya uygun suret” çerçevesinde “suret mânânın aynıdır” şeklinde de değerlendirilebilir gözükmektedir. Reis-i Cumhur’un şahsında rejimin bâtına inmesi ile birlikte zâhire çıkan Efendi Hazretleri’nin bâtını, dolayısıyla da Allah Resûlü üzerinden bizatihi Allah Azze ve Celle’nin “İstikbâl İslâmındır” “Mutlak Müjdesi”ne yataklık eden “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”nın bizatihi kendisidir, denilebilir. Allah ve Resûlü davası ve gayesi uğruna vakfedilen Ayasofya-i Kebîr Cami-i Şerîfi’nin Sultan Fatih’in “Kılıç Hakkı” olarak, yani “İstanbul’un Fethi”nin muradına uygun olarak yeniden farz ibadetine açılmış olması, bütün söylediklerimizi tahkim eden bir noktadadır. İstanbul’un tekbirlerle yeniden Fethinin, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”nın gönüllerde taht kurması sürecini de beraberinde getireceğine hiç şüphe yoktur. Bu, “Devlet-i Ebed Müddet” mânâsının bâtından zâhire çıktığını göstermesi bakımından da mühim bir noktaya işaret eder. Tarihi yarımada üzerinde kurulan İstanbul, aslında “Suriçi” üzerinden anlam kazanmaktadır. Üstad Necip Fazıl’ın “Canım İstanbul” isimli şiirinde geçen “O mânâyı bul da bul, İlle İstanbul’da bul!” mısralarını da burada hatırlatmak isteriz. Şunun için hatırlatmak isteriz: Lûgat mânâları arasında “sur” olan İBDA, İstanbul’u çevreleyen surlara delalet ediyor olması bir yana, Üstad Necip Fazıl’ın “Canım” diye hitab ettiği İstanbul’un aynı zamanda “Büyük Doğu” sarayına da işaret ediyor olması, onu, yani Büyük Doğu sarayını çevreleyen surların İBDA’ya işaret ettiğini hiçbir istifhama yer bırakmaksızın doğrudan hatırlatmak içindir. Bu tür mevzular üzerinde kem küm yapmak ise hiç kimsenin haddi değil!
Evet, Üstad Necip Fazıl’ın “İnsan düştüğü yerden ayağa kalkar!” sözü şeksiz ve şüphesiz bir şekilde doğrulanmış olarak, “Hilafet Sancağı” düştüğü yerden tekrardan göndere çekilmiş ve kaidesine oturtulmuştur. “Hilafet sancağı”nın tekrardan Ayasofya Camii’nin minberinde dalgalanmaya başlaması ve “Kılıç Hakkı” üzerinden Cuma Hutbesinin tekrardan “Kılıç” eşliğinde okunmaya başlanmasını, sembolik değeri çok yüksek uygulamalar olarak kabul etmek gerekiyor. Evet, Ahbes-i Lâin tarafından Ayasofya-i Kebîr Cami-i Şerifi’nden indirilen “Hilafet Sancağı”, aynı yerden tekrardan göndere çekilmiştir. Gökyüzüne kaldırılan Hilafetin tekrardan yeryüzüne indirilmesi yolunda büyük bir engel aşılmıştır.
Üstad Necip Fazıl’ın “Gelir” isimli şiirinden:
“Gökyüzü, yeryüzü, helalleşirler,
Nur, kaçtığı yerden toprağa gelir.”
Gökyüzü ve yeryüzü helalleşmesini, İBDA Mimarı’na “Rüyada gelen mânâ” hâlinde, “12 sığır yavrusundan biri mucize beyanıdır!” hikmeti üzerinden okuduğumuzda, “suret ve mânâ” ilişkisi çerçevesinde “Sûret mânânın aynıdır” noktasına ulaşılır. Bu noktada, “Kötüden iyiye doğru gelmek” mânâsına Allah’ta yok olmak mânâsı ile birlikte, “İyi olandan daha iyiye doğru gitmek” mânâsı üzerinden “tohum” mahiyetindeki “İstikbâl İslâmındır” mutlak müjdesine, diğer bir ifadeyle de, “Allah Resûlü’ne yeryüzünün mescid kılınması” “Mutlak Ölçüsü” üzerinden Hazret-i Mehdî Aleyhisselâm’a müjdelenen “Saadet Asrı” mânâsına ulaşılır ki, bu durumda İslâm’ın dünya hakimiyetinin de eşiğinde olduğumuz görünmektedir. “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi hakkında İBDA Mimarı’nın niçin “21. Yüzyıl İslâm Diyalektiği” yakıştırması yaptığı şimdi daha iyi anlaşılmaktadır.
Tam da bu noktada şu şekil bir not düşmek gerekiyor: İBDA Mimarı’nın beraati ile sonuçlanan tahliyenin Reis-i Cumhur tarafından sağlanması ve hemen akabinde, İBDA Mimarı’nın 29 Kasım 2014 tarihinde Haliç Kongre Merkezi’nde “Adalet Mutlak’a” isimli Konferansı öncesinde Reis-i Cumhur ile buluşması, Üstad Necip Fazıl’ın “Gelir” isimli şiirinde geçen “Gökyüzü, yeryüzü, helalleşirler, / Nur, kaçtığı yerden toprağa gelir.” mânâsı üzerinden de pekâlâ okunabilir. “İyiden daha iyiye doğru gitmek” ile “Kötüden iyi olana doğru gelmek” ifadelerini, “suret mânânın aynıdır” noktasında düğümlemek mânâsına, bâtından gelen ile zâhirden gelenin buluşması veya helalleşmesi! Allah büyük!
Ayasofya Camii’nin açılış programında Hilafet Sancağı’nın göndere çekilmesi ve Hutbenin Kılıç eşliğinde okunması ve hutbede, Ahbes-i Lâin’e lanet okunması mânâsına da gelebilecek bariz bir vurgu yapılması ve hassaten, Üstad Necip Fazıl’ın “Ayasofya Hitabesi” üzerinden “Ayasofya Açılacak” kerametine vurgu yapılarak, Üstad Necip Fazıl’ın rahmet ve minnetle yad edilmesi günün mânâ ve ehemmiyeti açısından fevkalade idi. Bunu taçlandırmak adına Reis-i Cumhur’un Kur’an’ın “Başlangıç” âyetleri olan Fatiha-i Şerife’yi okumaları ise daha büyük bir fevkaladelik taşımaktadır.
Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri, “Kim ne ararsa onu İstanbul’da bulur.” der ve ekler: “İyiyi de bulur, kötüyü de…” Bu mevzuda derinlemesine bilgi edinmek isteyenlere, daha evvel Baran Dergisi’nde yayımlanan “Horoz Borcu” isimli yazı dizimizi okumalarını salık veririz. Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl, İstanbul ve Ayasofya hakkında, “Doğu ve Batı dünyalarının kavşak noktası, cihanın en güzel beldesi İstanbul ve onun kalbi Ayasofya.” dediğini biliyoruz. İstanbul’un Fetihle birlikte İmparatorluk Başkenti olduğunu, ta ki Cumhuriyetin kuruluşuna kadar da İslâm dünyasının Payitahtı, yani Hilafet Merkezi olarak kaldığını biliyoruz. Ünlü Fransız General Napolyon Bonapart’ın, “Eğer dünyada tek bir devlet olsaydı, başkenti İstanbul olurdu” dediğini de biliyoruz. Dijital Tek Dünya Devleti hayâli üzerinden iş kotaran Deccal Komitesi’nin tetikçileri mahiyetindeki Küresel Sermaye sahiblerinin 2010 yılında İstanbul’u kendilerine “Dünya Kültür Başkenti” ilan ettiklerini de biliyoruz. Deccal Komitesi’nin dünyayı İstanbul’dan sevk ve idare etmek istediklerini de biliyoruz. Ama en önemlisi de, İBDA Mimarı’nın İstanbul hakkında, “İstanbul! Bir gün benim olacaksın!” dediğini de biliyoruz. Bütün bunları niçin söyleme ihtiyacı duyduk. Şunun için: İstanbul ve onun kalbi olan Ayasofya, dünya hakimiyeti açısından hakikaten mühim bir mihenk taşı keyfiyetini haizdir. İstanbul’a sahib olan tüm dünyaya sahib olur. Dolayısıyla da İstanbul’un kalbi olan Ayasofya’ya sahib olan tüm dünyaya sahib olur. Çok şükür ki, Ayasofya “an” itibariyle dün olduğu gibi bugün de bir ibadethane hüviyetiyle Müslüman Türk’ün elinde bir güneş gibi parlamaktadır. Ayasofya Camii’nin bir müze değil, ibadethane olduğu tescillenmiştir. Çok şükür.
Ayasofya Camii’nin içinde bulunduğu İstanbul, daha evvel de söylendiği üzere, “Suriçi” olarak adlandırılan yarımadanın adıdır. Ayasofya Camii’nin açılışında Suriçi adeta bir mescid hüviyetine büründürüldü. Pandemi dolayısıyla ortaya çıkan mesafe kurallarına riayet edilmesine rağmen yine de cemaatin sokak aralarına taşmasının önüne geçilemedi. Eğer ki resmi tatil sözkonusu olsaydı, Cami Cemaatinin daha da kalabalık olacağına hiç şüphe yoktu. Ama olsun, demek ki hayırlısı böyleymiş. Gerçi mevzumuz esas itibariyle bu değil, esas üzerinde durmak istediğimiz mevzu, “İstikbâl İslâmındır” mutlak müjdesi üzerinden sahici bir değerlendirme yapmaktır. Bilindiği üzere, Allah Resûlü, “Yeryüzü bana mescid kılındı”, buyurmuşlardır. Bu hadîs, “İstikbâl İslâmındır” mutlak müjdesinin de müjdecisi bir hadistir aynı zamanda. Yine bilindiği üzere İslâm, Allah’ın bir vaadi olarak, kıyamet öncesi yeryüzünde tek hakîm din olarak kendisini gösterecektir. Hazret-i Mehdî Aleyhisselâm ve Hazret-i İsâ Aleyhisselâm’ın buluşması ile yeryüzü İslâm nuru ile nurlanacak ve İlâhî adaletin gölgesi ile gölgelenecektir. Allah Resûlü’nün bizzat yaşadığı zaman dilimi olarak anlam kazanan “Asr-ı Saadet”, kıyamet öncesi Allah Resûlü’nün gölgesi keyfiyetini haiz Hazret-i Mehdî Aleyhisselâm’ın şahsında İslâm, topyekûn dünyaya “Saadet Asrı”nı yaşatacaktır. Kıyamet de bundan sonra kopacaktır. Mevzu kısmen anlaşılmıştır sanırım. Evet, Napolyon’un “Eğer dünyada tek bir devlet olsaydı, başkenti İstanbul olurdu” sözü, Haliç Kongre Merkezi’nde vermiş olduğu “Adalet Mutlak’a” konferansında bütün dünyaya ilan ettiği “yeni dünya düzeni kurulacaksa, biz de diyoruz ki buradan başlasın!” diyen İBDA Mimarı’nın, “İstanbul! Bir gün benim olacaksın!” sözü ile birlikte düşünüldüğünde, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”nın “yeni insan yeni nizam” şeklinde topyekûn dünyaya “Başyücelik Devleti”ni teklif etmesi ve bunun da başkentinin İstanbul olması dikkate alındığında, İstanbul’un kalbi olan Ayasofya Camii’nin açılışında Suriçinin mescid olarak kullanılması bize şunu da fısıldamaktadır: Efendiler! Dijital mijital tek dünya devleti hayâli kuranları boşverin siz, bütün iplerin bizzat elinde olduğu müjdeli haberi ile birlikte Allah, mutlak vaadi olan “İstikbâl İslamındır” mutlak müjdesini gerçekleştirmektedir ve Ayasofya Camii’nin açılışı da bu mevzuda, İslâmın dünya hakimiyeti açısından ilâhî bir şecerenin tohumu mahiyetindedir. Nasıl ki 28 Şubat Darbe Sürecini tersine çeviren ve “Müslümanlar dik durun, karşınızda leşler var!” diyerek “Kendinden Zuhur Diyalektiği”ni cemiyet nizamına yol verecek şekilde başlatan İBDA Mimarı’nın bu zuhurundan hemen sonra, Reis-i Cumhur Recep Tayyib Erdoğan’ın siyaset sahnesinde müstakil olarak görünmesinin yolunun açılması ve ardından da, kesiksiz bir devlet başkanlığı sürecinin başlaması ve en nihayet, Reis-i Cumhur’un şahsında “Kurtuluş Savaşı”nı gayesine erdirme noktasından fevkalade önemi haiz 15 Temmuz 2016’da “İçtimaî Zuhur” olarak yankı bulması ve devamında da, yine Reis-i Cumhur’un şahsında Fethin sembolü Ayasofya Camii’nin yeniden ibadete açılması da göstermiştir ki, “Suriçi”nin mescid olarak kullanılması, topyekûn dünyanın mescid olarak kullanılmasının da tohumu mahiyetindedir.
Baran Dergisi 709.Sayı