Absürd Tiyatro, kuru mantık ve beş duyuların ötesine giderek, gerçeküstü diyebileceğimiz ve insanın iç özgürlüğüne yol açarak ufuk açıcı eserler ortaya koymuştur
Absürd Tiyatro’ya “saçma”, “uyumsuz”, “aykırı” isimleri de verilir. Hatta modern tiyatro, red cephesi ve avant-garde (öncü) tiyatro da denir.
En önemli iki temsilcisi Romanya asıllı Eugéne Ionesco (1909-1994) ve İrlanda asıllı Samuel Beckett’dır (1906-1989). Ayrıca Rusya doğumlu Arthur Adamov (1908-1970) ve Fransız Jean Genet’yi (1910-1986) de sayabiliriz. Ionesco’nun Kel Şarkıcı eseri ile Beckett’in Godot’yu Beklerken oyunu ise çok önemlidir.
Bu isimlerin hepsi göç etmiş insanlar olup yabancılık çekmişlerdir. Genet ise kendi ülkesinde yaşamış ama büyüdüğü topluma karşı çıkarak yabancılaşmış ve dışlanmış, âdeta sürgün hayatı sürmüştür. Hepsi Fransa’ya gelmiştir ve eserlerini orada vermiştir. Genet Fransa asıllıdır, diğerleri Fransa’ya göç etmiştir.
I. ve II. Dünya savaşları kendi içinde yeni bir ruh nizamı arayışı içindeki Batı tarafından çıkarılmıştır. Ancak bu savaşlar Batının materyalist temelli kronik derdine derman olamamıştır.
II. Dünya Savaşı sonrasının ümitsizliği Absürd Tiyatroyu doğurmuştur. Temelinde hiççilik (nihilizm) ve Albert Camus’un absürd-saçma felsefesi vardır. Fakat Absürd Tiyatro kendiliğinden zuhur etmiştir. Batı insanının bunalımın ve Batı felsefesinin çözümsüzlüğünü itiraf etmektedir, ancak çözüm sunamamaktadır.
Absürd Tiyatro isimli eserin sahibi Martin Esslin şöyle der;
“Absürd Tiyatro başlığı altında sınıflandırdığımız oyunlar, insanın yok oluş sürecinin yarattığı şaşkınlığı, kesin hatları çizilmiş ve iyi tanımlanmış inanç ve değerler dizgesinin yitirilmesini işlerler... (...) 20. Yüzyılın ortasındaki dünya anlamını yitirip, bir şeyler ifade edemez hale geldi. Önceden kesinlik taşıyan kavramlar çözülüp dağıldı, umut ve iyimserliğin en sağlam kaleleri düştü. Birden bire insanoğlu kendisini ürkütücü ve mantıksız, tek kelime ile saçma bir evrenle yüz yüze buldu. (...) Anlamdan arındırılmış gibi görünen bir evrende, felsefe ya da politika olarak adlandırdığımız iddialı açıklama biçimleri boş dedikodudan öteye geçemiyordu.”
Anlamsız bir dünyada yaşamanın saçmalığına karşı teselliyi şöyle gösterir Martin Esslin: “Absürd Tiyatro, insanlığın içinde bulunduğu bu durumu olduğu gibi kabullenme ve buna soylu ve ağırbaşlı bir tavırla katlanma yolunda bir meydan okuyuş, bir başkaldırıdır. Kolay çözümleri ve rahatlatıcı düşleri fırlatıp atmak belki acı verir ama arkasında bir özgürlük ve huzur duygusu bırakır. Ve işte bu nedenle, sonuçta Absürd Tiyatro çaresizliğin gözyaşlarını değil, özgürlüğün gülümsemesini haykırır”
Ne diyelim! Allah herkese tesellisini veriyor. Yine de Absürd Tiyatronun direnişini takdir ederiz.
Absürd Tiyatro’nun iki önemli ismini kısaca tanıtalım:
Eugéne Ionesco
1912 yılında Romanya’da doğdu.
Çocukluğunun büyük bölümü Paris’te geçti. Bükreş ve Paris’te edebiyat eğitimi gördü. 1938’de Romen hükümetinin bursuyla gittiği Fransa’da bağımsız yazar olarak yaşamaya başladı. 1970’te Fransız Akademisine seçildi. İlk oyunu Kel Şarkıcı (1948) pek ilgi görmedi. Bunu La Leçon (1950) ile Les Chaises (1952) gibi tek perdelik oyunlar izledi. 1953’te ilk uzun oyunu olan Amédée (ya da Ondan Nasıl Kurtulmalı) yazdı. Daha sonra yazdığı pek çok önemli oyunla öncü tiyatronun tarihindeki en önemli yazarlardan biri sayılır. Gergedanlar ve Sandalyeler bazı oyunlarındandır. Fransız Akademisine seçilir. Vefatı 1994 senesidir. “İletişimcilik ve soyutlama modern dünyanın trajik konuları olarak ortaya çıkar.” der.
Oyunlarını yazarken kendi kendine de ilham kaynağı olduğunu ifade eder. “İnsan tamamen kendisi olarak da başkaları gibi olma şansına sahiptir” der... Sürekli varlık-yokluk üzerine sorular soran, bu konuda kafa yoran bir yazardır. Ionesco “bir tiyatro yazarı, ne bir kişinin yaşamını ne de tarihsel bir olayı anlatmalı, doğumla ölüm arasında sıkışarak birçok saçmalık yaşayan ve rol yapmak zorunda kalan fizikötesi bir kesiti aktarmalıdır” der.
Samuel Beckett
1906 yılında İrlanda’da doğar. Fransa’ya göç eder. Absürd Tiyatronun önemli ismidir. En meşhur eseri “Godot’yu Beklerken”dir. İngilizce ve Fransızca olarak eserlerini verir. Kötümserliği kara mizahla anlatır. 1969’da Nobel edebiyat ödülünü alır. Çocukluğunda zayıf, sağlıksız ve mızmız idi. Kriket oyununda solak olarak başarılı idi.
Patolojik derecede utangaç olması nedeniyle öğretmenliğinde sorun yaşadı.
1929’da eleştiri kitabını yayınladı.
1932’de ilk romanı Sıradan Kadınlar’ı yazdı ancak bir süre yayınlanmadı.
1935’de şiir kitabı yayınlandı.
James Joyce’nin takipçisi olduğu için “son modernistlerden”, daha sonraki pek çok yazarı etkilediği için “ilk modernistlerden” sayılır.
Godot’yu Beklerken ve Endgame birer başyapıttır. Onun sözsüz oyunlarında ise dil tümüyle ortadan kalkmıştır. Âdeta sessiz sinemadır veya pantomim’dir. Samuel Beckett tarafından müziğe uyarlanmştır.
Vefatı 1989’dur.
Absürd Tiyatro’nun diğer isimleri: Arthur Adamov ve meşhur eseri Profesör Taranne’dir. Fernando Arrabal ve eseri ‘İki İşkenceci’dir. Edward Albee ve eseri Hayvanat Bahçesi masalıdır.
Absürd Tiyatro’nun Özellikleri
Belli bir kişiyi değil, kitlelerin hayatını, iç âlemini anlatır.
Oyunda giriş, gelişme ve sonuç bölümlerinden biri ya da ikisi bulunmayabilir.
Nedenselliğin yerini rastlantı ve düş alır.
Aristo mantığı kökten reddedilir.
Değişmez kural yoktur. Kuralcılığa şiddetle karşı çıkılır.
Mantığın göreceli olduğuna inanılır.
Oyunu ve kişileri absürd-saçma yönlendirir. Uyum reddedilir. Latin-Yunan ikilisinden kalma estetik ve uyum reddedilir ya da tersine döner.
Oyunun sonunda bilinmezlik ve belirsizlik kalır ya da kalabilir.
Güldürü ağlatı, ağlatı güldürünün yerini alabilir ya da birbirinden ayrılabilir.
Çıkarılacak ders ya da mesaj eğer varsa hissettirilir.
Kişiler, mantık ve gerçeğe uygunluk çerçevesi içerisinde gelişim göstermezler. Kişiler nasılsa öyle kalır.
Kişilerin iletişimi sorgulanır.
Olay örgüsü mantıksal değil, çelişkili olabilir.
Ionesco’nun Kel Şarkıcı Oyunu
Çehov, burjuvanın bayağı hayatını somut olaylarda verirken, Ionesco ise kitlelerin sıradan hayatını dikkat çekici olması açısından soyut hadiseler içinden verir. Çehov, insanın çelişki ve ıstıraplarını klasik tiyatro tarzında vermiş olup, Ionesco ve Samuel Beckett gibiler ise klasik tarza da karşı çıkarak kendi tarzlarını ortaya çıkarırlar. Çünkü yeni bir bakış açısı kendi tarzını doğuruyor. İçeriğe yönelik farklı anlayış, şekle yönelik de farklılıkları doğuruyor. Beckett aynı zamanda şairdir. Ionesco ise tiyatro tarzını açıklayıcı eserler vermiştir. Oyunlarına müdahalelerde bulunmuş ve bunları da açıklamıştır.
“Ders” oyununda ise, tek düze eğitim sistemi, basmakalıp ve anlamsız dil eğitimi ve gençlerin kobay olması anlatılır. Sistemin, cinayet ve tecavüzlere yol açtığı sembolik dille anlatılır. Ders oyunu “komik dram” tarzındadır. Bu ismi veren Ionesco’dur.
Ionesco, Kel Şarkıcı oyununa tür olarak “karşı oyun” ismini verir. Hayatın tekdüzeliğini, insanlar arasındaki iletişim kalıplarının saçmalığını ve anlamsızlığını, kuru mantık saçmalıklarını, trajik dil oyunları ile birlikte anlatır.
Ionesco’nun Kel Şarkıcı oyunundan bazı misaller vererek bu tarzın anlaşılmasını kolaylaştıralım:
Kapı çaldığında kapıda biri olduğu kesin midir?
“Kalbin yaşı yoktur” sözü doğru mu, yanlış mı, ikisinin arasında mı?
Duvar saati beş kere çaldığında saat beş mi demek?
Haftada üç gün, Salı, Perşembe ve Salı.
İngiltere’de ikinci mevki yoktur ama ben İngiltere’de hep ikinci mevkide seyahat ederim.
Ne kadar tuhaf, ben de aynı dairede oturuyorum.
Aramızda geçmeyen şeyleri unutalım, darling.
Bay Martin aynı zamanda Bay Smith’dir. Ya da tersi. Bayan Smith ise Bayan Martin’dir.
Bayan Smith’i öper ya da öpmez.
Nezle olunca, kurdela içmek gerekir.
Sandalyeye oturabilir, eğer sandalyede sandalye yoksa.
Sayenizde Descartes mantığıyla yoğurulmuş bir on beş dakika geçirdik.
Kel Şarkıcı saçlarını hep aynı biçimde tarıyor.
Godot’yu Beklerken Oyunu Üzerine Kısa Bir Değerlendirme
Hiçbir olay örgüsü bulunmayan bu eser, dikkate değer bir dramatik gerilim yaratabilmektedir. Modernliğin anlamsızlığına vurgu yaparken güçlü bir mistiklik verir. Anlam arayışına iştiyakını dramatik ve hatta trajik bir dille anlatır. Arayış ve bekleyişi çok güçlü olarak verir, ama çıldırtıcı bir yalnızlık ve çözümsüzlük vardır. Sıradanlığına ve bunun ötesine gitmemize şiirimsi bir dille katkı yapar. Oyunda, tıkanıp kalmış iki insan vardır, hep bir devinim içindeler ama bir yere gidemiyorlar. Önlerinden geçip giden köle ve efendi ise bu muammayı daha da düğümler ve biz olduğumuz yerde kalakalırız. Zira dünya bir zindandır ve beden de sınırlıdır, nereye gidecektir ki? Ancak çırpına çırpına bekleyecektir, bilinmezi veya hiç’i bekleyecektir.
Sanki bir yerden geldik, bir yere gideceğiz ve Berzah olan bu dünyada bekliyoruz veya buradan geçiyoruz. Netice itibarıyla ölümü bekliyoruz da diyebiliriz. Aslında dünyaya gelmedik dünyadan geçiyoruz. Hepimiz neyi bekliyoruz? Godot’yu mu, ölümü mü, neyi?
Godot kimdir?
İç oluşumuz ve arayışımızdır
Belki hayatın bilinmezliği ve sırdır.
Belki Allah’tır, ölüm sonrasıdır.
Absürdcülerin bir dine inanmadığı mâlum, ama devamlı fizikötesini kurcalıyorlar, hayatı ve ölümü sorguluyorlar.
Absürd Tiyatro ve İletişim Dili
Absürd Tiyatro’nun en önemli isimlerinden Ionesco, İngilizce öğrenirken assimil yani benzeştirme yöntemiyle yazılmış bir kitaptaki günlük bayağı konuşmaların şablon karşılıklarının ana dilin mânâsını yitirdiğini ve kuru kelime veya cümleler olarak kaldığını hatırlatır. Ve meşhur eseri “Kel Şarkıcı”da insanlar arasındaki bu iletişim kopukluğunu çarpıcı şekilde gösterir. Aslında “iletişim trajedisini” ele alır. Fakat oyun, seyirci ile daha sonra iyi bir iletişim kurar. Ona göre böyle bir sorunun irdelenmesi en iyi absürd biçimde anlatılabilir.
Global sistemin geldiği nokta Ionesco’yu haklı çıkarıyor. Öyle ki uluslararasında hukuksuzluk cari olduğu gibi ülkeler içinde de gittikçe parçalanmışlık artıyor. Herkes ayrı bir şey söylüyor, âdeta herkes kendi adasında bağırıp duruyor. Kimse kimsenin derdini anlamıyor. Zarurî birliktelikler var; ilişkiler zaruret ve menfaat etrafında şekilleniyor. Kurumlar, devletler ve Birleşmiş Milletler denen yapılanmaların hepsi menfaat ve çetecilik üzerine... “Altta kalanın canı çıksın” veya “ye kürküm ye!” dünyası. Bunları söyleyenler de ya absürd oluyor ya da fiili olarak karşılık verince “terörist”, “isyancı” vs. oluyor.
Aslında ülkemiz Absürd Tiyatro’ya güzel bir örnektir. Cumhuriyetle birlikte üzerimize giydirilen Batıcı gömleğin vücudumuzda sırıtması bir yana maymunvâri taklitçilikle kara mizah örneği verilmektedir. Başta yöneticilerimiz ve siyasîlerimiz ve güya hukukçularımız olmak üzere bugün siyah dediklerine yarın beyaz demekteler, öbür gün ise eflatun... Kimse dün ne dediğini muhasebe etmeden “kel başa şimşir tarak” misali saçmalamakta. Hukuku eline geçirenler ise bunu karşı tarafı sindirmek için kullanmakta, iktidara göre adalet terazisi tartmaktadır. Gelip geçici değil, kalıcı bir nizam tesisi amacı güdülmemekte ve çoğu kişi de bu adaletsizliğe dikkat çekmemektedir. Çünkü “altta kalanın canı çıksın” ve “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” anlayışı yaygındır. Mevzuumuz siyaset değil, bazı saçmalıklara temas etmek. Absürd mevzuu üzerindeyiz.
Bütün bu saçmalıkların derininde olan sebebi yıllar önce Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu şöyle dile getirmişti:
“Kemalizmin en çok buğz edilmesi gereken tarafı ne şudur, ne budur, idrakleri iğdiş etmesidir.” Bu çelişkilere birkaç misal verelim: Hem Müslüman hem şeriata karşı, hem Kemalist hem Sosyalist, hem Kürtçü hem Marksist gibi. Konfüçyüs’ü hatırlamak gerek. “İyi yönetim için önce bir milletin dilini düzeltirim” diyordu. Absürd Tiyatro’ya “iletişim trajedisi” denmesi boşuna değil.
Geleneksel, Modern ve Absürd Tiyatro
Absürd Tiyatro’nun reddettiği tiyatro, Batı’nın klasik tiyatrosu olup, Absürd Tiyatro’nun reddetddiği din ise İslâm olmayıp, Hıristiyanlıktır. Bu açıdan Nietzsche, “Tanrı öldü!” derken, “Kilise öldü!” mânâsında söylüyordu. Çünkü onlar İslâm ile müşerref olmamışlardı ve İslâm onların reddettiği Hıristiyanlığa hem şekil, hem öz olarak benzememektedir.
Absürd Tiyatro II. Dünya Savaşı’ndan sonra çıkıp, önce tiyatro olmuş ve o zamanın geleneksel tiyatrosunu reddettiği için “modern tiyatro” da denmiştir. Halbuki Absürd Tiyatro bugün bizim modern tiyatro diye bildiğimiz tarza karşı gelişmiştir. Bu hususa dikkat edelim: Neye göre ve nereden baktığına bağlı olarak, kavramlar yer değiştirmektedir. Elli yıllık geçmişiyle ve artık yerleşmiş olmasına göre de, önce avangard-öncü tiyatro olan Absürd Tiyatro’ya bugün için klasikleşmiş de denebilir. Artık Absürd Tiyatro’nun unsurları günümüz tiyatrosuna girmiştir, kabul görmüştür mânâsında bunu söylüyoruz.
Geleneksel Türk Tiyatrosu’nda da Absürd Tiyatro özellikleri vardır. Veya tersini söylesek daha doğru olur. Absürd, bizden almış olabilir. Geleneksel oyunlardaki hikâyelerde ve meddahın anlatımında bu görülür. Gölge oyunu ise bir perde arkasında hayal oyunudur. Zahiren ve benzetmeci bakınca saçma değil mi? Ama hayal zenginlikleriyle iki âleme gidiş-gelişler yapılır. Hem gerçek âlem, hem hayal âlemi. Absürd Tiyatro’da kişiler gölge oyunundaki gibi hareket ediyor izlenimi vermektedir.
Zaman, mekân hatta kişi dahî gelişir. Ama bunu seyirci yadırgamaz. Karakterden ziyade tiplemeler olur. Fakat tiplemelerde saçma veya saflık diyeceğimiz değişiklikler olur. Göstermeci ve açık biçim oluşunu da, düz mantığı aşması ve hayatı daha çok anlamlandırma olarak da görebiliriz. Absürd tiyatro ile örtüşen tarafları bunlar. Ama Geleneksel Türk Tiyatrosu kendi şahsına münhasırdır. Absürd Tiyatro, hayatın anlamsızlığına yol açacak şekilde saçmalıkları söylerken, Geleneksel Türk Tiyatrosu’nda hayatın saçmalıklarıyla dalga geçme ve bir iç huzur hâli vardır.
Absürd Tiyatro ve Kuantum Fiziği
Yeni Fizik denen Kuantum Fiziği, atomaltı parçacıklarla ilgilenmekte ve Newton’un mekanik fiziğini bu sahada çürütmektedir. Elektronlar hem dalga, hem de parçacık olarak hareket etmektedirler. Artık kesin bir sebeb-sonuç ilişkisinin yani determinizmin (muayyeniyetçilik) fizik âlemde mutlak olmadığı ispatlanmıştır. Materyalistlere büyük bir darbe kabul edilmektedir bu. Çünkü pozitivizm iflas etmiştir.
Kuantum fiziğinde meşhur bir deney var: Schrodinger’in Kedisi. Bir deney kutusundaki kedi ölü müdür, diri midir? Bunu tayin eden katılımcının o andaki gözlemidir. Dolayısıyla kedi hem ölüdür, hem diridir. Veyahut ne ölüdür, ne diridir.
Bu misal Absürd Tiyatro’daki birçok sahneye çağrışım yaptı. Sandalyeye oturacağım, sandalyede sandalye yoksa gibi. Hava hem soğuk, hem sıcak gibi. Ölünün büyüyüp odayı kaplaması gibi. Kel şarkıcının saçlarını yine aynı şekilde kesmesi gibi.
Konu başlığımıza uygun bir alıntıyı Doç. Dr. Abdüllatif Acarlıoğlu’nun “Saçmanın Tiyatrosu” isimli kitabından yapalım:
“Geleneksel tiyatrodan bu denli farklı olan içinde Ionesco’nun da etkin bir biçimde yer aldığı saçma tiyatronun konusu nedir? Ne mesaj vermektedir? İçinde herhangi bir ahlâk dersi var mıdır? Bütün bu sorulara saçma tiyatronun özelliklerine uygun çelişkili bir cevap verilebilir: Hiçbir şey ya da her şey.”
Kuantum mekaniğinde Heisenberg belirsizlik ilkesini ortaya koyar. Absürd Tiyatro’da kuralsızlık gözlenir. Yine fizikte kaos teorisi ve izafiyet teorisi vardır, Absürd Tiyatro’da da oyunlar içinde kaos gözlenir. Kesin bir şey söylenmez.
Absürd Tiyatro ve Nasreddin Hoca
Absürd Tiyatro’daki çelişkili, ezberleri bozucu mantığı ilk başta yadırgamış olabilirsiniz. Halbuki gündelik hayatta ne kadar enteresan ve yadırgayıcı şeyler oluyor. Nasreddin Hoca da bunu yapar; geleceğin üzerindeki sır perdesini aralar, kanıksanmışlığı kırar, gündelik hayata dair şeyleri hayrete mevzu kılar, estetik ilginin nesnesi hâline getirir.
Nasreddin Hoca’nın fıkralarında da birçok absürd husus var. Eşeğe ters binmesi, dünyanın merkezini ifade eden mantığı, göle maya çalması ve “ya tutarsa” demesi, ağaçtan düşeceğini bilene “öleceğimi de bilirsin” demesi gibi birçok misal verebiliriz. Absürd Tiyatro’yu Nasreddin Hoca 7-8 asır önce yazmıştır desek absürd mü olur? Tabiî ki bir idrak kahramanı olarak Nasreddin Hoca’daki mizaha bakılmalı, basit gülüşlerden öte üzerinde tefekkür edilmeli diyoruz. “Seçmenin Tiyatrosu” kitabından mevzuumuzla ilgili bir iktibas yapalım:
“Ionesco Tiyatrosu’nun başka bir özelliği de, tiyatroda yararlanılabilecek her şeyi en uç noktasına ulaştırarak bir bakıma kışkırtıcı yöntemler kullandığı bir şiddet tiyatrosu oluşturmak istemesidir. Görünmez bir bıçak, gergedanlaşan kişiler, büyüyen bir ceset ya da kırılan bir cam! Sahnede kan görünmese de şiddetin doruk noktalarını, başka bir yüzüyle gözler önüne serer. Kısaca dünyaya mal olmuş bir benzetmeyle söylemek gerekirse, Nasreddin Hoca’nın eşeğe binip dünyaya tersinden bakmasıyla, Ionesco’nun dünyaya bakış tarzı birbirini çağrıştırır.”
İmanın sıradan ve görülen-bilinenlerin çok ötesinde olduğunu ve hayatın derinlerinde ve absürdü de kapsadığını söyleyen Kierkegaard’ı, mevzuumuza dahil etmek istiyorum.
Hazret-i İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etmesi hâdisesini inceleyen Kierkegaard, oğlunu kurban etmesinin etik olmadığını, tümele uymadığını vurgulayarak onun bu tavrının kahramanlığın da çok ötesinde olduğunu ve bu absürd durum sebebiyle onu “iman şövalyesi” olarak niteler. Korku ve Titreme eserinde, “Absürtten aldığım güce dayanarak, Tanrı için her şeyin mümkün olduğu gerçeğinin gücüne dayanarak, ona sahip olduğuma yine de inanıyorum.” der. Farklılıklar, uyumsuzluklar, imkan dışıyla beklenmedikler ötesinde bir şeyden bahseden Kierkegaard, “bu ayrımsama iman şövalyesi için de bir o kadar belirgindir; neticede onu kurtaracak tek şey absürt olur; ve o bunu iman sayesinde kavrar.” der. Gönlüne hitap eden estetiği de yetersiz bulur ve imandan evvel gelen en son aşama olan sonsuz tevekküle de işaret ederek şöyle der: “Bundan ötesini, iman estetik bir duygu değildir, onun bir hâyli üzerindedir, çünkü tevekkül ondan evvel gelir, iman kalbin doğal bir eğilimi değil, yaşamın paradoksudur.”
Değerlendirme
İnsan ve kainat beş duyumuzdan ibaret değildir. Zahirî gördüklerimizin ötesinde bir gerçek vardır. Ruh, hayal, akıl, semboller, imgeler, rüyalar, kısaca iç âlemimiz, ruhî varlığımız. İman ve sanat çabasının temelinde de bunlar var.
Absürd Tiyatro, kuru mantık ve beş duyuların ötesine giderek, gerçeküstü diyebileceğimiz ve insanın iç özgürlüğüne yol açarak ufuk açıcı eserler ortaya koymuştur. Aslında Batı’nın “Aydınlanma” ile getirdiği kuru aklı putlaştırma hamlesine ve pozitivist felsefesine bir tepki de diyebiliriz Absürd Tiyatro için.
Absürd Tiyatro yapanlar kendilerini felsefeci olarak ifade etmemişlerdir. Albert Camus’nün “absürd-saçmalık” felsefesiyle de doğrudan ilgileri yoktur. Fakat tepkileri Batı toplumunadır, müşterekliği buradadır. Sartre, Heidegger ve Camus, varoluşçuluk felsefesini temsil ederler ve Absürd Tiyatro’nun anlayışıyla örtüşürler. Organik bir birliktelikten ziyade paralellik vardır.
Epik Tiyatro’yu ve Brecht’i incelerken, “seyirciyi düşünmeye sevk eder” denmişti. Şiir, imgeler ve mantıküstü unsurlarıyla Absürd Tiyatro da seyirciyi düşünmeye sevk eder. Hem de modernizmin getirdiği klasik duygu ve düşünce alışkanlıklarını yıkarak yapar bunu. Kısacası: Dünya dört köşe değildir. Akıl her şeyi anlamakta kifayet etmiyor.
Absürd Tiyatro, bir yanlışa dikkat ederken haklı, ancak herhangi bir dünya görüşü teklif etmiyor. Belki de yapmak istediği buna daha uygun düşüyor.
Absürd Tiyatro’yu okurken Franz Kafka’yı da hatırlayalım. Kafka, bürokratik hukuk düzenindeki saçmalıkları bıktırasıya tarzda işler ve bu saçmalıkların insan ruhuna vermiş olduğu rahatsızlığı üslubuyla bütünleştirerek okura yansıtır. Dava, Şato ve Dönüşüm gibi eserlerinde, bürokratik hukuk düzeni ve tekdüze akılla boğuşan insanlığın feryadını anlatır.
Absürd Tiyatro öncü ve avandgard olmuş, toplumun sıradanlaşmış ve hatta cüceleşmiş akıl ve duygu alışkanlıklarına isyanı dillendirmiştir.
Absürd Tiyatro anlayışına göre, insan dünyaya fırlatılmıştır ve dünyada yabancılık çekmektedir. Akıl ve mantık kalıpları da yetersiz kalmaktadır. Hem insanın dünyaya atılmasını, hem dünyadaki absürdlükleri, hem de aklın insanı kümese tıktığını sanatkârane bir dille ifade eder. Ruh ve aşk kanatlarına ihtiyacımız ve de kurtuluşumuz için bir vasıta ve rehberin gerekli olduğunu Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun sizin de hoşlanacağınızı umduğum “Ses” isimli şiiriyle vermek ve mevzuumuza renk katmak istiyorum:
Dünyaya atılan ben
Oltanın ucunda yem
Bir güzele vuruldum
Hayal içinde âlem
Akıl kümesi mekân
Çeşit çeşit telâşe
Ele teselli gelen
Bana yalancı neşe
Ruhuma düşen ateş
Çağıran sese durdu
Yolumuz ve halimiz
Çareye geçit buldu
Bilinen ses bilen ben
Arada doğan ilgi
Kimbilir hangi elden
Birleşiyor bu çizgi
Sonsöz
Netice-i kelam olarak şu tesbitleri yapmak istiyorum: Müslümanın dünya görüşünde trajedi anlayışı yoktur. Çünkü Allah ve kader inancı vardır ve imanını korudukça o hayatta karşılaştığı felaketler onun için lanetlenmiş ve karanlık bir kaygı olmaz. Sadece imtihan olur.
Müslümanda absürd-saçma felsefesi de olmaz. Çünkü dünya boş ve fani olsa bile Müslümanda ahiret inancı vardır ve yeryüzünde bu inançla yaşar. Fakat Batı insanı, dejenere olmuş Hıristiyanlıktan haklı olarak nefret ederken, İslâm’ı bilmediği için kendini boşlukta bulmuş ve dünyanın anlamsızlığını ifade eden fikir ve sanat eserlerini ortaya koymuştur. Hiççilik, absürd felsefe ve diğerleri...
Müslümanlar için Batı’nın bu buhranı ibret vericidir. Kendi dinimizin kıymetini bilmemizin vesilesidir. Fakat mevcut rejimin hala yürürlükte olan Batı tarzı eğitiminin tesiriyle, Batı’nın 5. Sınıf taklidine başvuruyoruz. Batı’nın bu buhranını da yeterince idrak edemiyoruz. İşin farkına varan Müslümanlar ise, karşı olurken sistemli bir fikir gerektiğini ve BD-İBDA dünya görüşünün bu ihtiyaçtan doğduğunu yeterince idrak etmiyorlar. Batı’ya karşıyız ama yine Batıcı bakış açısıyla, yani demokrat, muhafazakâr, liberal vs ile bunu yapıyoruz. Dolayısıyla çözüm de olamıyoruz. Özgün fikir ve sanat eserleri ortaya koyamıyoruz...
Aylık Dergisi 171. Sayı Aralık 2018