Son Kale Osmanlı ve Kapitalizm

Osmanlının hem insanî hem İslâmî olarak karşı çıktığı sanayileşme değil, sanayi kapitalizmi; yani kapitalist yoldan sanayileşme olduğunu belirtelim. Cumhuriyet rejimi ile birlikte Batı, asırlık emellerine kavuştu ve kapitalist sanayileşme süreci başladı; hem insanlığımızı hem Müslümanlığımızı kaybettik, üstelik de sanayileşemedik, montaj sanayiinde kaldık.
Osmanlıda teba (halk) Allahın bir emaneti olarak görülürdü, kapitalizmde ise birey veya uluslar sermayenin aracı bir meta konumundadır. Kulluktan (insanlıktan) meta (mal) olmaya doğru bir tersine evrim söz konusudur kapitalizmde. Tabiri caizse Allah'a kulluktan kurtulup kapitale kul olunmuştur. Bizdeki Cumhuriyet rejimi ise bunun üçüncü sınıf taklididir. Bugünkü Batcı sistem eğitimden hukuka, iktisattan siyasete kadar Allahsız-seküler veya “Ilımlı İslâm” da denilen muhafazakâr bir yapıdadır. 
Osmanlı sonrası olanlardan ve bugün düştüğümüz derekeden de anlaşılacağı üzere Osmanlı Devleti sanayileşmeye değil, kapitalizme direndi; çünkü, Osmanlıda devlet halk için var, kapitalizmde ise ulus devletler kapitalist sistem için vardır.
Dünya tarihinde büyük kırılma olan Sanayi Devrimi’nin 1750-1850’lerde 100 yıllık süreçte doğup geliştiğini kabul edersek döneminin süpergücü Osmanlının tesirlerini bilmek zorundayız, hem Osmanlının tesirini hem Osmanlıya tesirini…
“Batı, Rönesans’ını İslâma borçludur” tesbiti malum ve Rönesans’ın Sanayi Devrimi üzerindeki etkileri de malum… Avrupa üzerindeki Osmanlı baskısından bahsetmek istiyorum. Osmanlının Avrupa ülkelerindeki siyasî ve askerî üstünlüğü (17. Yüzyıl başlarına kadar sürer), Akdeniz’i, İpek Yolunu ve Baharat Yollarını kontrol etmesi, Avrupa’yı yeni arayışlara itmiş bu da ve coğrafî keşifler çağını açmıştır. Ümit Burnu ve Hint kıyılarının keşfi, Amerikan kıtasının yağmalanması, Afrika’dan köle ticareti…
Batıyı var eden İslâm’a mukavemet ve taklit olup bu durum onları yeni arayışlara ve keşiflere itmiş ve Osmanlı baskısı yeni doğumlara yol açmıştır. Büyümenin rehaveti içindeki Osmanlı ise, içten gelen bir baskı olarak aşk ve vecdini yenileyebilse idi, madde üzerindeki tasarruf da kaybedilmezdi. Önceki çağlarda olduğu gibi hâkimiyeti sürerdi.
Fakat Osmanlı hiçbir zaman Batıya seyirci kalmadığı gibi, başdüşmanı ve fetih alanı olan Batıyı adım adım takip etmiş ve üstünlüğünü korumaya çalışmıştır. Ancak Osmanlı vahşi kapitalizme yol açan ve toplum dokusunu bozan sanayileşmeye gözükapalı dâhil olamazdı.
Haçlı seferlerinde Selçuklulardan aparılan Esnaf Birlikleri Batı korporasyonlarının kuruluşunda etkili olmuş fakat kapitalizm adım adım bu sistemi yok etmiştir. Osmanlı ise kapitalizme direndi  kendini yeni şartlara uydurarak özünü korumaya çalıştı. İktisadî gelenekler Cumhuriyette bile varlığını sürdürebilmiş Türkiye’nin tam kapitalistleşmesine engel teşkil etmiştir. Osmanlının bize bıraktığı bir iyilik olarak görülmeli bu husus.
Sanayi Devrimi’nin dinamikleri olarak, yoğun sermaye birikimi, deniz yollarının keşfi, ticaretin artan önemi, feodal yapının çözülüşü ve teknolojik yenilikler sayılmaktadır. Sanayi Devrimi sadece sanayide devrim yapmakla kalmamış, hayat tarzlarını yıkmış ve yeni bir insan ve toplum doğurmuştur. İnsana göre ekonomi değil, ekonomiye göre insan, “home economicus” (iktisadî birey) dedikleri durum… Sanayileşme kapitalizme evrilmiştir, vahşî kapitalizme… Ne dersek diyelim, teknoloji hayat tarzlarını bozmuş ve değiştirmiştir. Çağımızın iş, zaman ve ahlâk ölçülerinin normlarını koyan mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun şu tesbiti mevzuumuza denk düşüyor; “İstikbal İslâm’ındır” isimli eserinden: 
“Teknolojinin getirdiği süratli değişim içinde sosyal hayatta “müesseseleşme”nin gerçekleşmemesi, bugün genel teşhis, genel dert; ahlâk oluşmuyor… Ahlâkın oluşmadığı yerde, kültür ve medeniyet kavramı içindeki bütün faaliyetler, hukukî, iktisadi, siyasî, sosyal, mimarî, fikrî, sanata dair vesaire tek kelimeyle bütün oluşlar yok oluyor.”
Sanayileşme, modernizm ve postmodernizmin doğurduğu güvensizlik, endişe ve huzursuzluk gibi manevî faktörler yanında işsizlik ve açlık da ciddi önem arzediyor.
Sanayileşme ve teknoloji, sınıflaşmayı ve işsizliği doğurdu. Kitlesel işçi sınıfı doğdu ve işsizlik tehlikesi baş gösterdi. Artık evinin bahçesinde birkaç hayvan veya ziraatla geçim imkânları kalktı. Kitlesel üretimler, fabrikalar ve kentlerdeki insan yığınları… İşsizliğe kitlesel bir boyut kazandırdı.
İnsanların sürüleşmiş robotlar halinde fabrikalarda boğaz tokluğuna çalıştırılmasına mı üzülelim, yoksa işsiz kalmalarına mı? Ya da ayrıcalıklı, bir kesimin toplumun tepesinde mutlu bir azınlık olmasına mı? Sosyal refah ve sosyal adalet bunun neresinde? Sanayi ve kapitalizm ile ekonomik bir güç sözkonusu ama, kimin mutluluğu için?
Sosyal devleti ve sosyal refahı devletin varlık sebebi olarak gören Osmanlı, üretim ve arz yönlü iktisad politikası geliştirmiştir, öyle ki tebasının ihtiyacı karşılansın diye tüm korumacılığına rağmen ithalatı bile desteklemiştir. Herkesin işi ve aşı garanti idi Osmanlı yapısında… Tarım ve hayvancılığa, ticarete, el ve ev sanatlarına dayalı bir ekonomik hayat vardı Osmanlıda…
İslâm nizamında para için her türlü namussuzluğu mübah gören insanlar olamayacağı için rekabet değil, dayanışma ve işbirliği esası vardır. Devletin toplumla ilişkisi ve esnafın halkla ilişkisi, uhuvvet ve fütüvvet anlayışı üzerinedir; din-devlet ve toplum birbiriyle kaynaşmıştır. İslâm’ın zekât, fitre, adak, kurban, kefaret, sadaka, bağış vb. kurumları toplumsal dayanışmayı güçlendirmiştir. Ticaret helâl olup, faiz ve paranın tahakkümü ise zemmedilmiştir. Toplumsal ayrışma, sömürme ve semirme önlenmiştir.
Osmanlı Devlet-i Âliyesi iktisadî olarak üç amaç güttüğünü belirten Mehmet Genç Hoca’nın, “Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi” isimli nadide eserinden özetle üç hususu aktaralım:
1- Devletin ve toplumun bütün katmanlarının ihtiyaçlarını karşılamak, iktisadî faaliyetin hedefi ve meşruiyet temeli idi... İaşe (provizyonizm) ilkesi…
2- Üretim ve tüketimin dengede tutulması… Çeşitli düzeylerdeki geleneklerin bir demet halinde sürdürülmesine ait tutarlı ve sistematik bir tutum… Gelenekçilik ilkesi…
3- İktisadî kararlar alırken devletin, bir yandan gelirleri yükseltme, diğer yandan harcamaları kısma saikleri altında tavrını belirlemesi olarak özetleyebileceğimiz fiskalizm, Osmanlı iktisadî dünya görüşünü ve bu görüşün yönlendirdiği iktisadî hayatın çeşitli alanlarını biçimlendirmekte diğer iki ilke ile bir arada bulunarak etkili bir rol oynamıştır. Fiskalizm ilkesi…
Osmanlının Avrupa’daki fütühatı kadar, tedricî bir süreçte geri çekilmesini de mucize olarak vasıflandıran Mehmet Genç Hoca, söz konusu eserinde “Osmanlı olmasaydı tarih nasıl olurdu?”şeklinde yorumlara da başvurur ve kendisinden önceki devletlerin zaaflarını incelemiş ve ona göre bir yapı kurmuş Osmanlının, İslâmî tevazularına rağmen kendilerine “Devlet-i Aliye-i Ebed-müddet” ismini münasip görmelerini isabetli bularak Sanayi Devrimi ile ilgili şunları söyler:
“Osmanlılar kendi çağlarına ulaşan bütün siyasî bilgelik mirasını süzerek, ebedî olacağını düşündükleri sistemi oluştururken, Batı Avrupa’da doğmaya başlayan kapitalizmin ve onun üzerinde ivme kazanan pazarın; 18. yüzyıldan itibaren Sanayi Devrimi ile dünya tarihinin, ilk ziraat devriminden sonraki 10.000 yıllık döneminde benzeri olmayan, bütün tarihi ikiye bölecek olan değişmeyi elbette tahmin edemediler. Ancak bu büyük değişmeyi, bizzat yaratanlar da dâhil olmak üzere kimse tahmin edebilmiş değildi.”
Osmanlının dünya görüşü, kapitalist zümre doğurmaya ve kapitalist yoldan sanayileşmeye müsait değildi; ve insan-toplum ve devlet dokusu sağlam olduğundan asırlarca Avrupa’ya direnebildi. Osmanlının ekonomik dokusunu geri kalmışlık olarak değil, ilerilik olarak görmek ve Avrupa’yı uzun müddet engelleyebilecek bir unsur olarak bilmek gerek. Fakat bu sosyal doku korunarak aşk ve hamle gücü yenilenmeli ve Batının maddî hamlelerine karşılık verilmeliydi.
Artık bu noktada tarihçilere değil, tarih, hâl ve istikbâl muhasebesi yapan mütefekkirlere kulak vermeliyiz. Necip Fazıl’ın Büyük Doğu İdeolocyası penceresinden tarih muhasebesine ve İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun ilim ve aklı, sanayi ve teknolojiyi fikriyatının hasrına alıcı dil ve diyalektiğine reçete olarak başvurmalıyız. 
Dünya görüşü algısından kaynaklanan, Osmanlı ile Avrupa arasındaki başka bir fark, Osmanlıda iktisadî sınıfların olmamasıdır. Hâlbuki Avrupa’da Sanayi Devrimi ile birlikte sınıf yapısı derinleşmiş ve kapitalist bir azınlık sınıfı doğarken kitlevî bir işçi sınıfı oluşmuştur.
Batının sınıflı toplum yapısı malum: Feodalite, serfler ve Ortaçağ'ın aristokratları. Bu sınıflaşma Sanayi Devrimi'nin meydana getirdiği sermaye sahipleri, bankerler ve spekülatörlerle daha da derinleşmiştir. Kapitalist sınıf Osmanlı toplum yapısına uymuyordu. Çünkü Osmanlıda kapitale göre değil, ideolojik bir kardeşlikten beslenen toplum yapısı vardı, paylaşmak ve adalet esastı. Her ne pahasına olursa olsun zenginleşmeye cevaz verilmiyordu. Osmanlının fetih anlayışı da ideolojik idi, ila-yı kelimetullah davası için idi ve onun için fethettiği ülkeleri sömürmemiş, aksine kalkındırmıştı.
İslâm toplumunun geçmişinde aristokrasi sınıf olmadığı gibi, Sanayi Devrimi’nden sonra da kapitalist sınıf oluşturmadı Osmanlı… Gerçek bir sosyal devlet böyle davranmalı idi ve Osmanlı bütün dış baskılara rağmen sosyal devlet ilkesinden vazgeçmemiş, çünkü devletin varlık gayesidir. Şeyh Edebali’nin Osman Gazi’ye öğütlerini hatırlatalım ve bu öğütler hukuk devleti ilkesiyle de perçinlenmiştir.
Fakat Avrupa’da ulus devletler kapitalist sınıfın taşıyıcısı oldukları gibi, Avrupa’nın “hukuk devleti” normları da da bu yapıyı koruma altına almaktan ve ferdî hak ihlallerini önlemekten ibaret kalmıştır. Çünkü liberal sanayi kapitalizmini korumak ve büyütmek esastı, hukuk ta buna göre dizayn edilecekti; sermaye tahakkümünü esas kabul eden, ruhu, sevgisi, mutluluğu olmayan, sadece fizikî “insan hakları”. Sermaye sistemi büyüyerek yaşatılırken mağdur işçi kitlesinin isyanlarına karşı da sosyal güvenlik tedbirleri, sigorta ve grev hakkı gibi tedbirlerle sosyal yapı korunmaya çalışılmış; “sosyal devlet” ilkesi adeta arkadan gelmiştir. Bataklık kökünden kurutulmayacak ama sivrisineklerle etkin mücadele yapılacaktı. Hâlbuki Osmanlı bataklığın doğmasına müsaade etmiyordu.
Osmanlı’da yargı ve mâlî sistem özerkti; hukuka ve sosyal refaha tanınan öncelik… Hukuk devleti ve sosyal devlet ilkesi, bütün yüce değerler gibi, Allahın Resûlü tarafından getirilmiş ve Hz. Ömer tarafından İslâm devletinde teşkilatlandırılmıştı. İslâm’da devlet denince hukuk ve sosyal refah akla gelirdi. Batıda ise bu değerler asırlar sonra idrak edilmeye başlandı. Şimdi de bize pazarlanıyor.
ABD'nin dünya patronluğu altında da bir nevi kast sistemi ile parya devletler statüsünü dayattılar, kabul etmeyenlere ambargo ve askerî seçenekler sundular.  “Sen nasıl bizim pazarımız olmazsın, Uluslararası sisteme kafa mı tutuyorsun?” denilerek hizmetçi veya uşak sınıfına dâhil edildiler. Onlar  modern-aristokratlar ya!
Osmanlıya kapitalist sistemin nüfuz edememesi, hatta Cumhuriyet devrinde bile kapitalizmin kök salamamasının sebebi, Osmanlının sosyal ve iktisadî sisteminin sağlamlığı ve cemiyete kök salmışlığıdır. Aslında ekonomik krizlerde ve hayat pahalılıklarında sosyal patlama olmamasının sebebini, Osmanlı ve İslâm’dan tevarüs eden sosyal doku ve aile dayanışmasında aramak gerek. 
Allah Resûlü’nün bir müddet ticaretle uğraştığını hatırlattıktan sonra; pazarın serbest ama, kalite ve fiyatın denetlenmesinin, ticaretin canlılığının sağlanmasının ve demokrasinin hakikatinin bizde hayat bulmasını, Sayın Ahmet Tabakoğlu’nun “Türkiye İktisat Tarihi” isimli, mevzuunda bir boşluğu dolduran (aslında bu mevzuların İslâmcılar tarafından ihmal edildiğini de belirtelim) eserinden işaretleyelim: 
“Esnaf sistemi, kalite kontrol ve standardizasyonu ile fiyat istikrarını sağlayıcı, haksız rekabeti, aşırı üretimi ve işsizliği önleyici bir anlayışa dayanıyordu. Sistem yarı özerk yapısıyla devletin uyguladığı narh politikasının en önemli yürütme ve denetim cihazını oluşturmuştur.” (…) “Osmanlı esnaf birliklerinin mâlî, adlî, idarî ve iktisadî özerklikleri, Türk toplumunun “demokratik” vasıflarını aksettirmektedir. Tabiatıyla bunun Batı’nın sınıflı toplum yapısının bir sonucu olan demokratik kurumlarla ilgisi yoktur.”
Sanayileşmeye bağlı olarak her yer teknolojik ürünlerle doldu ve hayatımıza birçok kolaylıklar getirdi ama manevî rahatlık ve huzur getirmedi, en kötüsü de işsizlik diye bir problem doğurdu. Eskiden ziraate yönelik bir hayat tarzı vardı, Şimdi bu imkân da ortadan kalktı.
Sanayileşme ve kentleşme ile birlikte huzur kalmadığı gibi bunca teknolojik nimetlere (!) rağmen işsizlik ve gelecek kaygısı herkesin yüreğini sıkmakta, çalışanlar ise bir koşturmaca cenderesi içine sokulmaktadır. Gelecek kaygısı yüreğini kasıp kavuran, istikbâlinden başka düşüncesi olmayan gençler, aslında gençlik tarifine de sığmıyor, delikanlılık-serdengeçtiliğe ise hiç uymuyor. Üniversiteyi bitirecek, staj yapacak, kariyer yapacak, bir bankaya veya devlet kurumuna kapağı atacak. Bu koşturmacada ahlâkî ve ilmî inkişaf yok, “iktisadi birey”in eğitim alanındaki görünümü var. İdeal mevceleri köreldiği gibi hayalleri de olmayan bir nesil. Zevkleri kalıplaşmış, şahsiyeti ve kendinden zuhuru olmayan, kolayca güdülen, kapitalist sistemin istediği fabrikasyon bir gençlik. Kendine has duygu ve düşüncesi olmayan ve bir yerde duramayıp sürekli kendinden kaçarak mekanik oyuncaklara sığınan, sürüye katılmanın verdiği rahatlıkla koşturmacasını yerine getiren, sürüde bir beygir olmayı kabul eden ama bunun sonu gayesizlik, boşluk ve uçurum olduğunu önemsemeyen bir nesil. Haksızlık etmemek için şunu da vurgulayalım ki, gençliğin bu hale gelmesi-getirilmesinin sebebi gençler değil büyüklerdir. 
Bunca gelişmişliğe ve teknolojik tekamüle rağmen insanlardaki bu endişe ve ümitsizlik niye? Teknolojinin doğurduğu yoksulluk ve işsizlik sorunu… Ve modernist-Batıcı hayat tarzının sonucu… “Post-modernizm” diye yeni bir şekil ve isim almalarına rağmen kocakarının pudralanmasından öte bir mânâ ifade etmediğini de belirtelim. Bügünkü “çağdaş” ambalajlama taktiklerinden olan “globalleşen dünya” edebiyatı şeklinde ise sömürgeleştirmeyi yaygınlaştırmak ve krizlerden çıkış amacı taşımaktalar.
Sosyal hukuk devleti ve sosyal refah deniyor, refahın maddî mânâsı anlaşılıyor ama ondan önemlisi huzur ve güven boyutu ihmal ediliyor. Her ne pahasına olursa olsun kapitalistleşmek mi önemli, yoksa sosyal ve ferdî huzur mu?
Sanayileşmede geç kaldığımız, bünyeye de uydurulamadığı malum… “Toplum dokusunu bozmadan nasıl sanayileşebiliriz?” sualini de cevaplamalıyız, toplum projesi sunarak, sistem bazında çözümlerle…
Her ne kadar toplum dokusu dağılmış olsa da kapitalistçe değil de İslâmî ölçüler ışığında sanayileşmek; teknoloji ve ahlâk ilişkilerini sağlam kurmak zorundayız. İdeolocya ve sanayileşme… Sanayileşmenin sorunlarını çözecek ve en ileri iktisâdî hamlelere de yol açacak bir ideolocya ve etrafında kenetlenmiş toplum idealimiz olmalı. Üstadın, “Bir toplum ideolojisini üretebildiği nisbette teknolojisini üretebilir” tesbitinin tatbiki gerek...
İktisadın duayeni kabul edilen Sabri Orman Hoca’nın “İktisat, Tarih ve Toplum” isimli eserinde geçen  benzetmesiyle; ekonomik uçurumların olmadığı, piramit sistemi değil de, iki ucu basık yumurta şeklinde olan bir iktisadî toplum yapısı vardır İslamda.
Sermayenin temerküz edemeyeceği ve urlaşamayacağı, üretmenin-çalışmanın dinen makbul olduğu ve paylaşmanın zevk ve ahlâk olduğu bir nizam… Geleneklerimize, tarihimize, kültürümüze hiç de yabancı olmayan böyle bir nizam için reçeteyi Batıdan beklememeliyiz ve onların pazarı olmamalıyız.
Hem iktisadî hem ideolojik bir kurtuluş savaşı vermek gerekiyor: BD-İBDA İslâm’a Muhatap Anlayışı bunun için. BD-İBDA hareketi bu nizamı tesis için her sahada teşkilatlanma lüzumuna inanmakta ve Batıcı sisteme karşı da isyanını dillendirmektedir. Üstadın şiirleştirdiği şu tablo aynı zamanda İBDA isyanının haklılığının da gerekçesidir:
“Allahın on pulunu bekleye dursun on kul;
Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul.
Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa;
Yaşasın, kefenimin kefili kara borsa!”
İslâm, kula kulluğu reddettiği ve insanın insan arkasındaki paryalığını kabul etmediği için serflik, derebeylik, aristokrasi, kapitalist sınıf, karteller vb. yapılanmalara müsaade etmez. İslâm’da zengin-fakir vardır ama neticede mülk Allah'ındır. Üstünlük ise mal ve zenginlikte değil, takva iledir; Müslüman Allahın kuludur. Batı anlayışında ise, insan tükettiği, sömürdüğü nisbette makbuldür. 
Uluslararası şirketlerle nasıl rekabet edilecek? Kendi kendine nasıl yetilecek? Herkese iş ve aş nasıl temin edilecek? Bu tür suallerle, “söylediklerin güzel ama gerçekliği yok” denilebilir ümitsiz, statükocu gönül ve kafalarca.
Muhakkak ki iktisat, hayatî önemi haiz bir konudur. Fakat allamelik taslayan, işi kavram ve rakamlara boğan iktisatçıların teori bile olmayan görüşleri (!) değil de, bir parçacık zekâ ile ve ürettiğin ve tükettiğin arasındaki denge ile temin edilecek konudur. . İktisat da tıpkı siyaset gibi, ahlakî sisteme bağlı alt şubedir ve kesinlikle insan için olduğu unutulmamalıdır.
İçte birbirimizle dayanışma içinde olurken, dışta rekabet etmeli, ve ülkemizin kalkınması için dışarının açık pazarı olmaya karşı gelmeliyiz. Ayağımızı yorganımıza göre uzatır ve İslâm’ın sosyal ve iktisadî dokusunu gergef gibi işlerken, komşusu açken tok yatmamanın vicdani duyarlılığını ve dünyayı imar etmenin dinî bir borç olduğu itikadını içselleştirmeliyiz.
Gerekirse yabancı sermaye de gelebilir ama yatırım amaçlı… Birazcık zekâ, birazcık hesap ve ülkemizin menfaatini düşünmek, birçok meseleyi çözecek yöntemleri bize buldurur. Şunu da belirtelim ki, her iktisadi görüşü “liberal” veya “sosyalist” sınıflaması içinde mütalâa etmek zorunda değiliz. Batı düşünce yapısı içinde “karma ekonomi” de bizim muradımız olamaz.
Kalkınmadan bahsederken toplum dokusunu ve iktisadın ahlâk ile ilişkisini dikkate almamak cahillik olur. İBDA dünya görüşüne bağlı sentezci teklifler sunduğu “İktisat ve Ahlâk” isimli eserinde, kapitalist ve sosyalist sistemleri eleştiri süzgecinden geçirip ve bunlarla aynı ahlaki temelde ve bulamacı olan “üçüncü sistem” teklifini de rededen Salih Mirzabeyoğlu, temel ahlâkî yapılar zıtlığına dikkat çeker ve zıddımızı da hesaba çekerek “antitez”ler arasındaki yerimizi ve mânâmızı gösterirken, zaruretlerin zarureti halinde başa alınması gereken iktisadi bir planın ana unsurlarını da çizer. İslama nisbetle ilmi ledün gerektiren ve çağın mühim bir meselesi olan iktisadın ilmi ledün sahibi Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu tarafından dağınıklıktan kurtarılıp bütüne bağlanması ve çözüme kavuşturulması, diğer meselelerde olduğu gibi...
Dinsiz ve Batıcıların “dînî esaslara göre bu çağda düzen olmaz” tekerlemesi iflas etti, ahlaksız, adaletsiz ve sömürüye dayalı düzenleri artık yürümüyor. Şunu da belirtelim ki “hangi dine göre ve nasıl?” suallerini cevaplamak gerekiyor. İslama göre çağının meselelerini sistem bütünlüğünde çözümlemiş Büyük Doğu-İBDA'nın dinamik ve devrimci anlayışına göre diyoruz biz. Hâdiselerin de sistem zaruretini dayattığı çağımızda, müşahhas tekliflerimizle.
Kapitalist sistem şu an belirleyici ama dünyanın kaderi olduğunu kim söyleyebilir? “Liberalizm komünizmden beterdir. Üçüncü yol arıyoruz” diyen Batılı devlet adamı kendi kültürleri içinde ve yine materyalist temelde çözüm araya dursun, yaşanmaya değer hayatı göstermemiz ancak Batıya karşı verilecek çok yönlü bir savaşla mümkündür; iktisadî, kültürel, siyasî, askerî alanlarda ve bir sistem bütünlüğü içinde…


Baran Dergisi 324. sayı